BEŞİKTAŞ İSLAMCILIĞI

 





2017 yılında, Nakşbendî tarikatından oldukları bilinen İsmailağa Cemaati‘ne mensup iki ayrı grup, Hicaz’da kendi aralarında kavga etmişlerdi.

Bunlar, tekke ve medrese kavramlarını önemseyen insanlar.

Onlar için önemli olan tasavvuf, tarikat, zikir, tesbih, rabıta, sâdât, meşayih, hatm-i hacegan, seyr ü süluk gibi tabirlerdir. 

İslamcılık gibi kavramlar gündemlerinde asla yer almaz.

*

Tarikat ve tasavvuf denilince de akla ilk elde Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî ve Mevlana gibi isimler gelir, ve birçokları, İslamcılık’tan farklı olarak, siyasal boyutundan soyutlanıp sadece ahlâk alanına sıkıştırılmaya çalışılan “yeni Batıcı İslam” için elverişli bir damarın, bu hareketlerde, yani tasavvuf geleneğinde bulunduğunu düşünürler.

Ancak, Hicaz’daki söz konusu kavga üzerine Millî Gazetede yayınlanan bir yazıda, bu kendilerini asla İslamcı olarak adlandırmayan insanların bile İslamcı denilerek aşağılandığını görmüştük. 

Yazıda, kavga olayı tarikat, tasavvuf ve medrese “geleneği” çerçevesinde sorgulanmıyor, (bugüne özgü) tasavvuf ve tarikat eleştirisi (ya da İsmailağa sorgulaması) yapılmıyordu. Fatura yine, alâkasız biçimde (Hicaz'da kavga eden şahısların tekelinde ya da zimmetinde olmayan) İslamcılığa çıkarılıyordu.

Günümüz uluslararası konjonktüründe ve “yerli-milli” ataist düzeninde kolay ve risksiz bir hedef.. Tribünler alkış için bekliyor.

Kısacası, bu İslamcılık eleştirmenliği, uzun vadede, İslamcılıkla ilgisinin bulunmadığı iddia edilen İslam’ın (mesela tasavvufçuların temsil ettiği düşünülen İslam'ın) kuşa döndürülüp ahlâk edebiyatı haline getirilmiş biçimine bile, tamamen “laikçi” bir üslupla düşmanlık yapma istidadı göstermektedir.

Bu yabancı, Batı’dan ithal "maskeli İslam düşmanlığının" hokkabaz pazarlamacı soytarılar marifetiyle “yerlilik ve millilik” diye pazarlanacağından da kimsenin kuşkusu olmasın.

*

Evet, Millî Gazete'de bir yazar, Hicaz'daki kavgayı bahane ederek şöyle diyordu

Bırakınız iş ve siyaset dünyasını edebiyat ortamlarında bir zamanların anlı şanlı İslamcı şair ve yazarları bile hafif bir tebessümle iktidar imkân ve nimetlerine tav olmuşlardır. Bu zatların dilinde İslamcılık şimdilerde nostaljiden öteye gitmemektedir.

Demek ki sorun İslamcılıkta değil, İslamcı olamamada. İslamcılık istismarında..

Fakat, yazarın sonraki cümleleri, tam aksi yönde ilerliyor:

Çok bereketli bir konuşma malzemesidir İslamcılık. Hem konuşmalarınızı ve de birlikte susmalarınızı biriktirip kitap da yaparsınız. Yok, Anadolu İslamcılığı imiş, yok İstanbul İslamcılığı imiş, onlarca çeşidi çıktı İslamcılık kavramının.

Demek ki nostalji değilmiş. 

İslamcılığın konjonktür hazretlerinin emrine amade ya da “zamanın ruhu”na meftun “yerli-milli, vatancı, devletçi” yeni sürümleri icat edilmiş.

TSE damgalı yeni sürümler..

Birileri plan ve programlarına, İslamcılığı da istimlak etme, el koyup millileştirme/devletleştirme/kamulaştırma hedefini dahil etmişler.

*

Beyzadelere tek başına İslam yetmiyor, illa yanına kendi putlarını ortak olarak eklemeleri lazım.

İstanbul’suz ya da Anadolu’suz, ortaksız İslamcılık işlerine gelmiyor.

Bu tavır insana şu ayet-i kerimeyi hatırlatıyor:

“Onların çoğu Allah’a ancak ortak koşarak iman ederler.” (Yusuf, 12/106)

*

Yazarın sonraki cümlelerine geçelim:

Radikalizm hep İslamcılıkla birlikte kullanılagelmiştir bu ülkede. Tavizsizliği ve temele inme noktasında düşünsel toleranssızlığı ifade eder. Bu keskin anlayışla halkın geçinebildiği bir döneme rastlamadım. Niçin acaba? Halk esnemesiz, keskin bir İslam’ı neden bünyesine almamıştır?

Bu ne söylediğinden habersiz yazar, bir İstanbul ya da Anadolu İslamcılığından söz etmekten daha büyük bir taviz olamayacağını akledemiyor.

Bu keskin anlayışla halk hiç geçinemedi de geçmişte Mustafa Kemal Atatürk’e hilafet ve Şeriat uğruna niçin muhalefet edilmişti?

Bir Şeyh Said isyanı niçin yaşandı?

Madem halk bu esnemesiz ve keskin İslam’ı “bünyesine” hiç almıyor, o halde laik devletin İslamcılıkla uğraşmasına hiç lüzum yoktu.

Nasıl olsa halk benimsemiyordu..

Şeyh Said'i kendi haline bırakırdın, olur biterdi.

*

Evet, bir de Anadolu İslamcılığı, İstanbul İslamcılığı filan diye palavralar üreten sahtekârlar zuhur etti.

Tabirler yeniyse de, ardındaki strateji, taktik, yöntem ve üslup eski.

Olay, sonradan Atatürk soyadını alan Mustafa Kemal ile başladı.

İnkılap/devrim hummasına yakalanmış olan birilerinin kafasından geçen ilk niyet, (tıpkı şapkanın zorla giydirilmesi gibi) millete Hristiyanlık inancının dayatılmasıydı.

Fakat, bu adımı atmaya cesaret edemediler.

Paşaların Kavgası adlı kitapta Kâzım Karabekir’in şu açıklamaları yer alıyor:

Ankara istasyonundaki kalem-i mahsus (özel kalem) binasına gitrniştirn. Teşkilat-ı Esasiye'nin tadil müzakeresinin (Anayasa’da değişiklik yapılması görüşmelerinin) ikinci günü imiş. Benim haberim yoktu. Ben geldiğim zaman müzakere de bitmiş; kısmen de dağılmışlardı. Mevcut azadan Tevfik Rüştü Bey; "Ben kanaatimi Meclis kürsüsünden de haykırırım, kimseden korkmam" dedi. Ben ne konuştuklarını bilmediğim için sordum:

- Nedir o kanaat?

Tevfik Rüştü Bey'in solunda ve benim hemen karşımda oturan Mahmut Esat Bey (Bozkurt) sert bir cevap verdi:

- İslamlığın terakkiye (ilerlemeye) mani olduğu kanaati! .. İslam kaldıkça yüzümüze kimsenin bakmayacağı kanaati.

Mustafa Kemal Paşa'yı, bu sefer de kimlerin, nerelere götürmek istediği görülüyordu. Ben şu mütalaada bulundum:

- Eskiden beri dinler, aşağı yukarı, bazı terakki adımlarına engel olmuştur. Fakat, İslamlığın terakkiye mani olduğu Avrupa diplomatlarının uydurmasıdır. Bu meseleyi istediğiniz kadar münakaşa edebilirim. Fakat münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, o da din değiştirmek gayretidir. Bence İslam kalırsak mahvolmayız; tersine yaşarız; hem de yakın tarihlerdeki misalleri gibi, itibar görerek yaşarız; icabında müttefikler bularak yaşarız! Fakat din değiştirme oyunu ile birliğimizi ve selametimizi kırarak bizi mahvedebilirler. Daha yakın tarihlerimizde 1855'te İngiltere, Fransa ve İtalya (Sardunya) devletleri bizimle Ruslara karşı ittifak yaparak harbe girmediler mi? Daha içinden yeni Hıristiyan devletleri, İslam Türk devletiyle ittifak yaparak, İtilaf devletlerine karşı dört yıl harp etmediler mi? Şimdiye kadar yüzümüze kimse bakınadı mı ki bundan sonra tam milli bir devlet olarak ortaya çıktığımız halde, yüzümüze kimse bakmayacaktır.

Bu sefer de Fethi Bey (Okyar) söze karışarak gayet mütehakkim bir eda ile dedi ki:

- Evet Karabekir, Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar ve İslam kaldıkça da bu halde kalmaya mahkumdurlar!

Gazi (Mustafa Kemal), riyaset (başkanlık) yerinde, Fethi Bey onun solunda idi. Ben de kapıdan girince, hemen onun soluna oturmuştum. Fethi Bey, son olarak bana kesin bir cevap verince, ben de başımı sağa çevirerek ona ve aynı zamanda Gazi'ye hitaba başladım. Önce Türklerin, İslam dinini kabul etmeleri sayesindedir ki Bizans İmparatorluğu'nu ortadan kaldırdıklarını ve bize bugünkü hakim vaziyeti verdiklerini, aksi halde Bizans medeniyeti ve dini içinde "Kayseri Rumları " halinde kalacağımızı anlattım.

Sonra da dedim ki:

- Fethi Bey; bu bayağı fikri şiddetle reddederim. Geri kalmaklığımıza amil olan şey, bir değildir. Fütuhatçılık, temsil kudreti göstermernek, Avrupa'nın ilim ve fen cephesiyle temassızlık, idarede istibdat gibi mühim sebeplerdir. Aynı yanlışlıkları yapan Hıristiyan devletlerinin de yıkılıp gittiğini bilmez değilsiniz! Bu zelzelenin hakiki sebeplerini araştırmayıp, onu gülünç bir sebebe bağlamak kadar, bu (İslam terakkiye manidir) fikrinizi garip bulurum. Bayağı ve tehlikeli fikrin aramızda da ilmî münakaşaya tahammül ederneyecek kadar taraftar bulmasından, çok müteessir oldum! Fakat ben de iddia ediyorum ki: Türk Milleti, ne dinsiz olur, ne de Hıristiyan olur. Hakikat budur. Bir milletin asırlardan beri en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğine inanışınız; objektif bir görüş değil, hülyanızdır! Böyle bir harekete cüret, memlekette kanlı bir istibdatla başlar ve İstiklal Harbi'nin samimi birliğini de birbirine katar! Nerede ve nasıl karar kılacağını da kestiremesek bile, milli bir dram olacağından şüphe etmeyiz!

(Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, haz. Faruk Özerengin, 6. b., İstanbul: Emre Y., 2005, s. 139-141.)

Eserin 141’inci sayfasındaki 10 no’lu dipnotta, Mahmut Esat Bozkurt’un, bir kitabında olayı farklı aktararak yalan söylemiş olduğu da açıklanıyor.

Evet, böyle bir niyetleri vardı. Millete Hristiyanlığı dayatmak istiyorlardı.

Fakat bunu ancak kan dökerek, kanlı bir istibdatla gerçekleştirebilirlerdi.

Ve ortaya millî bir dram çıkardı.

Bir iç savaş.. Felaket..

Sonucunun ne olacağı da kestirilemezdi.

Mustafa Kemal Atatürk ve hempaları, milleti dininden edeceğiz, ihtimal bazı kafaları keseceğiz derken, kafalarını kaybedenler haline gelebilirlerdi.

O yüzden, "Ben kanaatimi Meclis kürsüsünden de haykırırım, kimseden korkmam" diyen Tevfik Rüştü kürsüde böyle bir konuşmayı yapamadı.

*

Projede değişiklik yaptılar, millete Hristiyanlığı dayatma yerine, İslam’ı içinden bozup tahrif etmeye koyuldular.

Hedefleri, bir Türk Müslümanlığı/İslamı üretmekti.

Bunun için Ezan’ı Türkçeleştirdiler. Allahu Ekber demek yasak oldu. Tanrı uludur diye bağırmak gerekiyordu.

İşi namazda Kur’an surelerini Türkçe okutmaya, camiye sıralar koydurmaya kadar vardırmak istiyorlardı.

Aldığı talimat gereği namazı böyle kıldırmaya kalkan da oldu.

*

İslam’ı bu şekilde Türkleştirme, “yerli ve milli” prefabrik ve paralel bir din haline getirme çabası tam başarılı olamadıysa da kısmen gerçekleşti.

Laik devletin askeri, polisi, güvenlikçisi vs. yaşarken Allah yolunda cihad edemiyorsa da, ölünce “dinen şehit” ilan ediliyor.

Cuma hutbelerinde rejimin kırmızı çizgilerini rahatsız edecek ayet ve hadîsler okunamıyor. Sansürlü.

Mesela, Şeriat kavramının yer aldığı Casiye Suresi’nin 18’inci ayeti..

*

Nasıl Atatürk ile hempaları milleti İslam’dan tümden uzaklaştırma projesinin tutmayabileceğini, sonuçta kendilerinin de tasfiyesine yol açacak bir kaos doğabileceğini düşünerek dümeni “İslam’ı yerli ve milli hale getirme” limanına kırdılarsa.. 

İslamcılıkla mücadele eden “yaşayan” (geleceğin ölüsü) derin görevlilerin de.. 

“İslamcılığı itibarsızlaştırmak, gözden düşürmek, lanetli ilan etmek için elimizden gelen her düzenbazlığı yapalım, ancak, ‘Mohikanların sonuncusu’ hesabı hâlâ İslamcı kalmaya devam eden nostalji malzemesi üç beş çağdışı kişi için de bir oyunumuz olsun, onlara da İstanbul ve/veya Anadolu İslamcılığını hediye edelim, onları da böylesi çocuk oyuncaklarıyla oyalayalım” dedikleri anlaşılıyor.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...