HAYRETTİN KARAMAN “FIKIH USÛLÜ”NÜ GERÇEKTEN BİLİYOR MU?

 

Hayrettin Karaman’ın Yeni Şafak’ta yayınlanan 6 Ocak 2019 tarihli yazısı “Kabir ziyareti, tevessül ve şefaat” başlığını taşıyordu.

Orada şöyle diyor:

Kabir ziyaretinin amacı, ölüden yardım dileme (istiğâse), dualarda bir peygamberi veya veliyi aracı kılma (tevessül), ahirette sıkıntılardan kurtulmak ve bazı geçitleri aşabilmek için Allah’ın sevdiği kulların yardımından faydalanmak (şefaat) asırlardan beri Müslümanlar arasında doğru veya yanlış anlaşılmaya, ulema arasında da tartışmaya konu olmuştur. Bu saydıklarımı caiz ve vaki görenler karşı tarafı tekfirden tebdî’a (bid’at ehlinden olmaya) kadar damgalamışlar, bunları caiz ve vaki görmeyenler de karşı tarafı şirke düşmekle itham etmişlerdir.

Bu tartışmaları takip ederken dikkatimi çeken husus şu oldu: İstisnaları bulunmakla beraber taraflar birbirinin görüş ve delillerini olduğu gibi değil, kendilerine uygun düşecek ve ithamlarına dayanak olacak şekilde aktarıyor, sonra da genellikle insaf ve itidal ahlakı dışına çıkarak konuşuyor ve yazıyorlar.

He iki tarafın da akıl ve nakil delilleri var; bu delillere dayanarak düşünüyor, yorumluyor ve bir sonuca ulaşıyorlar. Sonuç beşeri bir yorum olduğuna göre “Deliller bizi bu sonuca götürüyor, bize göre başka bir görüş ve yorum hatalıdır, ama madem ki tevil vardır, şu halde tekfir yoktur” deseler mesele kalmayacak ve ümmet bölünmeyecek. 

*

Bu ifadeler büyük ölçüde doğru olmakla birlikte sorunlu yanlar içeriyor.

Çünkü bu konulardaki ihtilaflar her zaman tevile müsait değil..

Tarafların haklılık durumları ve birbirlerine yaptıkları suçlamaların (tekfir, bid’at ithamı, şirkle suçlama) isabet derecesi de duruma göre değişiyor.

Mesela Selefî olduklarını söyleyenlerin muhataplarına yönelttikleri şirk suçlaması genelde aşırılık içeriyorsa da, itham ettikleri insanlar arasında gerçekten şirke düşenlerin bulunmadığı söylenemez.

Tevil kabul etmeyecek şekilde şirk..

Aynı şekilde kendilerini Ehl-i Sünnet‘ten kabul edenlerin karşı tarafa yönelttikleri bid’at ve küfür ithamı da, duruma göre, isabetli olabilmektedir. Bazen de, heva ve hevesleri, tarafgirlik duyguları ile delilsiz ve mesnetsiz suçlamalar yaparak kendileri Ehl-i Sünnet dışı bid’atçi vs. haline gelmektedirler. (Mesela şu, Genelkurmay İstihbaratı‘nın başında bulunmuş bir generalin ajanları olarak gösterdiği İngiliz "düzen"i hayranı Mehmet Şevket Eygi, hiçbir aklî ve naklî delil getirmeden “Bütün İslamcılıklar sapıklıktır” diye yazarak Ehl-i Sünnet dışına savrulmuştu. Son zamanlarda Atatürkçü/Kemalist Ehl-i Sünnetçiler de türemiş durumda.)

Dolayısıyla, Hayrettin Karaman’ın yaptığı şekilde toptancı bir hüküm vermek, genelleme yapmak doğru değildir.

*

Hayrettin Karaman yazısına şöyle devam etmiş:

Kısaca kendi görüşümü arz edeyim:

Allah Teâlâ izin vermedikçe kimse kimseye hiçbir yardımda bulunamaz. Yaşayan veya ölmüş bulunan bir kimsenin bir başkasına yardımcı olabilmesi için kendisine Allah Teâlâ tarafından böyle bir izin ve imkânın verilmiş olması gerekir. Peygamberimiz’e (s.a.) şefaat ve duada aracılık yetkisi verildiğine dair sağlam hadisler vardır, bunlara dayanarak O’nunla (hayatta iken veya vefatından sonra) tevessüle ve ahirette şefaatine inanan kimseleri şirk ile suçlamak asla yerinde değildir. Bunları yine delile dayanarak caiz görmeyenlere kâfir veya bid’at ehli demek de doğru değildir. Ben sevgili Peygamberimiz’in (s.a.) ahirette şefaat yetkisine Allah’ın izniyle sahip olduğuna inanıyorum. “Allah’ım, Peygamberinin hatırı için duamı kabul buyur” demekte de bir sakınca görmüyorum.

Peygamberler dışında müminlerin de ahirette birbirine şefaatçi olabileceklerine dair sahih hadisler vardır.

Karaman’ın bu ifadeleri, yazısının başında savunduğu görüşü çürütüyor.

Çünkü, şefaat konusunda sahih hadîslerin bulunduğunu kabul ediyor.

Sahîh hadîsler bulunduğuna göre, şefaati reddedenlerin delili geçersiz (daha doğrusu yok) demektir.

*

Gerçekten de, hiçbir hadîs kitabında, “Şefaat yoktur” şeklinde bir hadîse rastlayamazsınız.

İşlerine gelmeyen hadîsleri uydurma ilan edenlerin bu noktada Peygamber Efendimiz s.a.s.’in Hz. Fatıma’ya yaptığı uyarıya yapıştıkları görülüyor.

Bu hadîs, Hz. Fatıma’nın salt baba-kız yakınlığı dolayısıyla özel muamele göremeyeceğini, ümmetin diğer fertlerine göre “torpilli” olmadığını ifade eder.

*

İkincisi, şefaat son tahlilde Allahu Teala’nın iznine bağlıdır, yani Allahu Teala’nın müsaadesinin olmaması durumunda peygamberler kendi çocuklarına da şefaat edemezler.

Yani bir peygamberin çocuğu, “Babamdır, bana mutlaka şefaat eder, edebilir” diye düşünemez.

Hz. Nuh, gemiye binmeyen çocuğu için Allahu Teala’ya “Rabbim! Şübhesiz ki oğlum benim âilemdendir (sen bana âilemin kurtulacağını vaad etmiştin, fakat o kurtulamadı, öldü); muhakkak ki senin vaadin haktır ve Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin!” diye dua etmişti (Hûd, 11/45). Allahu Teala da şöyle vahyetmişti: “Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hûd, 11/46)

Hz. Peygamber s.a.s.’in kızının akıbeti için endişelenmesi tabiîdir.

Bu durumda, söz konusu sahîh hadîsler çerçevesinde varılacak hüküm, o hadîsleri reddedenlerin bid’at ehli olduklarını söylemekten ibarettir.

Şefaati kabul edenler için Hz. Fatıma ile ilgili olan türden hadîslerin tevilusûl çerçevesinde mümkündür. Reddedenler ise işlerine gelmeyen hadîsleri tevil edemedikleri için kökünden reddediyorlar ve buna bağlı olarak usûlü de tanımıyorlar.

*

Hayrettin efendi iki tarafı birden terazinin aynı kefesine nasıl koyabiliyor?

Şayet o hadîsler mütevatir derecesine ulaşmışsa, inkâr ettikleri için kâfir olurlar.

Ulaşmıyorsa, o takdirde de, bid’at ehli olduklarını söylemek zorunluluktur. Bid’atçinin önde gidenidirler.

Burada tevilin mümkün olmasından, her iki tarafın da delilinin bulunmasından söz edilemez.

Usûluddîn bunu gerektirmektedir. Ama usûle/yönteme itibar etmeden gelişigüzel akıl yürütürseniz, istediğinizi söyleyebilirsiniz.

*

Karaman, “Kısaca kendi görüşümü arz edeyim” derken böyle bir zeminde konuşmaktadır.

Madem deliller bakımından bir belirsizlik var, iki tarafın da akla ve nakle dayanan delilleri var, “kendi görüşünü” nasıl oluşturdun?

Yazı tura mı attın?

Şayet böyle her iki tarafın da delili mevcut olursa, şu iki durum ortaya çıkar: Ya, tevakkuf eder, “Doğrusunu Allah c. c. bilir” deyip susarsın.

Ya da delillerin kuvvet derecesini anlayabilen ve onlardan hüküm çıkarabilen birisindir, ve de delillerin eşit derecede kuvvet arzetmediğini, bir tarafın delilinin daha güçlü olduğunu görürsün, ve buna göre bir kanaatin oluşur.

Karaman böyle birşeyden söz etmiyor.

*

Kur’an-ı Kerîm‘e bir bütün olarak bakan kişinin, orada şefaatle ilgili olarak verilen asıl mesajın, şirkten uzak bir şefaat anlayışını oluşturmak olduğunu fark etmemesi imkânsızdır.

Kur’an‘ın temel mesajı aslında Tevhîd inancını ortaya koymaktan ve insanları Allahu Teala’ya şirk koşmaktan uzak durmaya davet etmekten ibarettir.

Şefaatten de böylesi bir bağlamda söz edilir.

Zaten Mekke toplumunun temel itikadî hatası da bu noktadaydı. Putlarının Allahu Teala’ya ortaklığını şefaat bağlamında düşünüyorlardı. Yani Mekke toplumunun şefaat anlayışı şirkin ta kendisiydi.

Dolayısıyla şefaat konusunu şirke götürmeyecek şekilde ele almak gerekmektedir.

Fakat bu hassasiyetin bugün toplumumuzda yeterli derecede mevcut olduğunu söylemek mümkün değildir.

*

Biz, bu dünyada şeyhine, ahirette şefaat siparişi verenler bulunduğunu duyduk..

Rebîa r. a.’den şöyle bir hadîs rivayet edilmiştir:

Ben, [bir yolculuk esnasında] geceleri [ola ki Allah Resûlü’nün bir şeye ihtiyacı olur diye] Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yakınlarında geceliyordum. Bir defasında ona abdest alması için su ve ihtiyaç duyduğu başka şeyleri getirdim. Bunun üzerine “[Bana olan bu hizmetine karşılık] benden [bir şey] iste!” buyurdu. Ben de “Cennette sana yakın olmak istiyorum” dedim. Resûlullah (s.a.v.) “Başka bir şey isteseydin” dedi. Ben “Ben bunu istiyorum” dedim. Bunun üzerine bana “Öyleyse çok secde etmek suretiyle kendi nefsin konusunda bana yardım et” buyurdu.

(MüslimSalat, 226; Ebû DavudSalat, 310; NesâîTatbik, 62.)

Böyle birşey Peygamber Efendimiz s.a.s. için söz konusu olabilir, fakat bir şeyh için olmaz. (Aziz Mahmud Hüdayî rh. a. gibi dua edebilir, fakat Allahu Teala o duayı kabul eder mi, etmez mi, bilemeyiz.)

Böyle bir şeyhin, kendisinin akıbetinin de garanti olmadığını, kendisiyle ilgili böyle bir itikadın çok ciddi bir hata olduğunu söylemesi gerekir. “Sen kendin, ibadetine dikkat et, bana güvenme!” diyerek geçiştiremez.

*

Bununla birlikte, ahirette şefaatin mevcut olduğu, ayet-i kerime ile sabittir:

“Allah’ın huzurunda şefaat da fayda vermez. Ancak izin verdiği kimseninki müstesna. Nihayet kalblerinden dehşet giderildiği zaman “Rabbiniz ne buyurdu?” derler. (Şefaat sahipleri de): “Hakkı söyledi” derler. O, her şeyden yüksek ve büyüktür.” (Elmalılı Meali, Sebe, 34/23)

Şimdi bu ayet-i kerimeyi nasıl tevil edecek de, “Şefaat yoktur” diyebileceksiniz?

Allahu Teala, olmayacak birşeyi olacakmış gibi mi haber veriyor?!

Dolayısıyla, Hayrettin Karaman’ın “Her iki tarafın da delili var, tevil söz konusu vs.” şeklindeki sözlerinin bir değeri yoktur.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...