UĞUR
MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 44
İstiklal Harbi (Kurtuluş
Savaşı, Milli Mücadele) diye adlandırılan olayın içyüzünün kavranması buna
bağlı.
Yine, İstiklal Harbi’nin
“esasları/ilkeleri, gayeleri/hedefleri, söylemleri/taahhütleri/vaatleri”
ile İstiklal Harbi sonrası Türkiye’nin ilkeleri ve icraatı arasındaki
tabana tabana zıtlık, 180 derecelik farklılık da, Selanikli’nin İstanbul’daki
dalavereleri bilinmeden anlaşılamaz.
*
Falih Rıfkı Atay’ın, “M. Kemal’in
Mütareke Defteri ve 19 Mayıs” adlı kitabını okuyorduk.
Bu kitap şu açıdan önemli: Selanikli’nin
mütareke (ateşkes) döneminde İstanbul’da neler yaptığını kendi ağzından
öğrenmiş oluyoruz.
Yani başka birileri onun bağlantıları ve
yaptıkları hakkında birtakım iddialarda bulunmuş değiller.. Öyle olsa, kafalarda “Acaba doğru
mu söylüyorlar?” diye bir soru işareti belirebilir.
Selanikli’nin kendisi hakkındaki
açıklamaları ise bir “itiraf” niteliği taşıyor.
Mecelle’deki “Kişi ikrarı ile muaheze olunur”
maddesi evrensel bir hukuk ilkesi durumundadır.. Kişinin ikrarı, beyanı,
başkalarını değilse bile kendisini her halükârda bağlar.
*
Selanikli’nin “itiraf”larını söz konusu
kitaptan okumaya devam edelim.. Atay, Selanikli’nin şu sözlerini
aktarıyor:
“İstanbul'u
işgal eden İtilaf devletlerinin (İngiltere, Franasa, İtalya) mümessilleri (temsilcileri), politikacıları, hatta askerleri bir noktayı anlamaya çok ehemmiyet veriyorlardı: Türkiye'de, bütün
memlekete nüfuzunu hissettirecek bir teşkilat olmasına ihtimal var mıdır? Böyle bir teşkilat varsa onun başına
geçebilecek şahsiyetler kimler olabilir? İttihat ve Terakki'yi
hiç hatırlarından çıkardıkları yoktu.”
(Falih Rıfkı Atay, “M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19
Mayıs, haz. Nurer Uğurlu, İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve
Yayıncılık, Mayıs 1999, s. 133.)
Selanikli’nin Türkçesi
bozuk olduğu için meramını düzgün ifade edememiş.
“Türkiye'de, bütün memlekete nüfuzunu hissettirecek bir
teşkilat olmasına ihtimal var mıdır?” şeklindeki cümlede “olmasına”
yerine “kurulmasına” demesi gerekirdi.
Çünkü kastedilen bu.
“Bütün memlekete
nüfuzunu hissettirecek bir teşkilat” halihazırda var olsa zaten bilinir.. Çünkü, bütün
memlekette (evet, bütün memlekette) nüfuzunu hissettiriyorsa, onun
varlığından haberdar olmamak için kör olmak yetmez, ayrıca sağır da olmak
gerekir.
Selanikli’nin bir
sonraki cümlesi ise aptalca: “Böyle bir teşkilat varsa onun başına geçebilecek şahsiyetler kimler
olabilir?”
Teşkilat (örgüt), başsız
olmaz.
Bir teşkilat varsa,
mutlaka başı ayağı vardır..
Başı olmayan teşkilat..
Böyle bir ucube henüz var olmuş değil.
Dolayısıyla, “başına
geçebilecek şahsiyetler”den söz eden işgalcilerin (İngiliz, Fransız ve
İtalyanlar’ın) kastı, böyle bir teşkilatı kurup başına geçebilecek şahsiyetler.
Öyle bir teşkilatın
bulunmadığını biliyorlar.. Öyle bir teşkilatı kuracak adam arıyorlar..
(Var aslında böyle "nüfuzlu" bir
teşkilat: İttihat ve Terakki.. Fakat o, işlerine yarayacak durumda değil.)
*
Burada karşımıza şu soru
çıkıyor: İşgalciler, niçin böyle bir teşkilatın varlığını dert edinmiş
durumdalar?
Selanikli’nin dediğine
göre, “bu noktayı anlamaya çok ehemmiyet veriyorlar”mış.
Çok ehemmiyet.. Çok
önem..
Bu nokta onlar için neden
çok önemli?
Normalde “Türkiye'de,
bütün memlekete nüfuzunu hissettirecek bir teşkilat” zaten mevcut.. Devlet
teşkilatı.. Osmanlı Devleti.
Fakat, gâvur, Türkiye’de başka bir teşkilatın, Osmanlı Devleti’ne paralel başka bir devletin, bir “paralel devlet”in kurulmasını, sonra da Osmanlı Devleti’nin yerini almasını istiyor.
Önceki bölümlerde
anlattığımız gibi, bu, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un
kafasındaki plan ve projeydi.
*
İttihat ve Terakki bu
ihtiyaca cevap veremiyordu, devleti batırdığı için itibarı sıfırlanmıştı.
Liderleri Enver,
Cemal ve Talat kirişi kırıp yurtdışına kaçmışlardı. Yerlerini
doldurabilecek karizmatik bir lider de ortaya çıkmamıştı. İttihat ve Terakki,
can çekişmekte olan bir çeteydi.
Selanikli Mustafa Kemal’in İttihat
ve Terakki’nin başına geçme şansı da yoktu.. Çünkü, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’da
belirttiği gibi, İttihatçılar onu “haris, sefih, sarhoş, ahlâksız ve
fırsatçı” olarak nitelendiriyorlardı.
Selanikli’nin o gün için
tek avantajı, kendisini yaveri yapmış bulunan Padişah Vahideddin’in
ona olan sınırsız güveniydi.. Bu güvende, Selanikli’nin İttihat ve Terakki
liderleri tarafından sevilmemesinin de etkisi vardı.
Selanikli, İttihat ve
Terakki’de dikiş tutturamaz, (Enver’in gölgesi üzerinden eksik olmayan)
bu teşkilata diş geçiremezdi, fakat yeni bir teşkilat kurması mümkün
olabilirdi.. İşgalci düşmanlar böyle düşünüyorlardı.
Aynı şeyi Vahideddin de
düşünüyordu.. Padişah olduğu halde İttihatçılar’a diş geçiremezdi, fakat Selanikli gibi arkasında
bir örgüt bulunmayan sapı silik bir şahsı istediği gibi kullanabilirdi.
Nitekim, Derin
Tarih dergisinin 2013 yılında okurlarına hediye ettiği Sultan
Vahdettin'in İstanbul'dan Ayrıldıktan Sonraki İlk Açıklaması “Ben Hain Değilim” adlı kitapçıkta,
Vahideddin’in, “Türk milletinin Selanikli gibi bir adama bu şekilde itaat
arzedeceğini tahmin etmemiş olduğu” yönündeki ifadelerini buluyoruz.
*
Bu noktada akla gelen
ikinci soru şu: İşgalcilerin “mümessilleri (temsilcileri), politikacıları, hatta askerleri”nin böylesi bir teşkilat ve başına geçebilecek
adamlar arayışına girmiş olduklarını Selanikli nerden ve nasıl biliyordu?
Selanikli, nasılsa, işgalcilerin
hem mümessillerinin, hem politikacılarının, hem de askerlerinin “gündem”ini
biliyor.
Adamlarla “al takke, ver
külah” bu kadar nasıl samimi olabiliyor?
(Şu anda işgal altındaki
bir memlekette yaşamıyoruz, kendi ülkemizdeyiz.. Buna rağmen, eski
arkadaşlarınız bile olsalar, birileri etkili ve yetkili konumlara
geldiklerinde, onların ağzından birtakım bilgileri kerpetenle bile zor
alabilirsiniz.. Selanikli ise maşallah işgalcilerin bütün ileri gelenleriyle
ahbap çavuş ilişkisi içinde.)
Acaba kendisine, “Böyle,
Türkiye'de bütün memlekete nüfuzunu hissettirecek bir teşkilat kurup başına
geçmen ihtimali var mıdır?” diye sormuş olabilirler miydi?
Ve Selanikli de, “Evet,
işte aradığınız adam tam da karşınızda duruyor.. Beni gökte ararken yerde
buldunuz” demiş olabilir miydi?
Değildiyse, işgalciler
Selanikli’ye, İsmet İnönü’nün sözünü ettiği desteği niçin vermişlerdi:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin
buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
*
Evet, önümüze gelen
üçüncü soru bu:
Acaba işgalci düşmanlar,
Selanikli’ye, “Türkiye'de bütün memlekete nüfuzunu hissettirecek bir
teşkilat kurup başına geçmen ihtimali var mıdır?” diye sormuş, böyle bir
teklif yapmış olabilirler miydi?
Cevabı, Selanikli’nin
Falih Rıfkı’ya yaptığı “itiraf”lardan biliyoruz.
Evet, yapmışlardı..
Okuyalım:
"-
Bir gün A Bey [Bu “A” her kimse?] bir İtalyan şahsiyetinin Fethi Bey
ve benimle görüşmek arzusunda bulunduğundan bahsetti. Bir İtalyan mimarının
evinde buluşacaktık. Teklifi kabul ettik. [Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki] Bonmarşe’nin
[bu ismi taşıyan mağazanın] karşısında büyük bir apartman! Çaydayız. Bahsedilen
zat hemen söze başladı:
"-
Ben Türkiye'nin hakiki dostuyum. Hükümetin acizliği yüzünden bu
memleketin nasıl fena akıbetlere sürüklendiğini de görüyorum. Sizin bunları
düşürecek ve yeni bir hükümet kurabilecek teşkilat ve adamlarınız var
mıdır?" İttihat ve Terakki fırkasından bahsettiğine, bizi de fırkanın
reisleri arasmda saydığına şüphe yoktu.” (Atay, s. 133.)
Selanikli deccal (çok
yalancı), burada yine sanatını konuşturmaya başlamış.
Önceki bölümlerde,
Selanikli’nin Tevfik Paşa hükümetini devirmek için ne entrikalar
çevirdiğini, ne katakullilere başvurduğunu görmüştük.
Hatta, İttihat ve
Terakki hükümetinin bakanlarından Kara Kemal ile başbaşa verip (Tevfik
Paşa’yı kaçırmak suretiyle) hükümet darbesi yapmayı tasarladığını, fakat bu
planın İsmail Canbulat’ın sert tepkisi yüzünden akamete uğradığını da öğrenmiştik.
Yine, Selanikli’nin Rauf
Orbay, Fethi Okyar ve İsmail Canbulat ile olan ilişkisini “ihtilal komitesi”
olarak adlandırdığına da muttali olmuştuk.
Dahası, Vahideddin’i
öldürmeyi bile düşündüğüne, Ataç’a anlattıkları sayesinde vakıf olmuştuk.
Belli ki, görüştükleri
İtalyan şahsiyet, Selanikli Sarı Kemal’in planlarından bir şekilde haberdar
olmuş, onunla bu yüzden görüşmek istemiş.
Selanikli ise deccalliğini
(çok yalancılığını) sergileyerek bize masal anlatıyor. “İttihat ve
Terakki fırkasından bahsettiğine, bizi de fırkanın reisleri arasmda
saydığına şüphe yoktu”ymuş.
Yersen!
İttihat ve Terakki’nin
hükümet darbesi yapacak mecali mi kalmış?! Kara Kemal bile, Sarı Kemal’in
ocağına düşecek kadar aciz hale gelmiş.
Evet, Selanikli işini
biliyor.. Nedense, söz konusu “İtalyan şahsiyet”in adını da vermiyor.. Sanki
devlet sırrı.
*
Görüldüğü gibi,
Selanikli deccal “İtalyan şahsiyet”in kendisi ile Fethi Okyar’a yaptığı
teklifi (hükümet darbesi yapıp devleti ele geçirme) açıklıyor.
Ancak, İngiliz Gizli
Servisi’nin (istihbarat teşkilatının) İstanbul şefi Robert Frew’yla yaptığı
“başbaşa, gizli saklı” görüşmelerde konuştukları konulara gelince gayet ketum.
Rauf Orbay’ın ve Cevat Abbas’ın
beyanlarından anlıyoruz ki, onunla en az üç kere görüşmüş durumda.. Durum
buyken, Ataç’a, İngiliz Büyükelçiliği’nin rahibi gibi görünerek kendisini
kamufle eden Frew ile sadece bir kez görüşmüş olduğunu, bir daha da
görüşmediğini söylüyor.
Soru şu: Neden yalan
söyleme ihtiyacı duyuyor?
İkinci bir soru: “Bir
daha da görüşmemiş olduğunu” söylemesini gerektiren sebep ne?. Bunu neden
özellikle vurguluyor?
Yalancının iyi bir
hafızasının olması gerektiği kuralı kendisi için de geçerli, fakat, bütün
yalancılar gibi o da açık veriyor.. Bir yıl sonra TBMM’de yaptığı (ve Nutuk
adıyla kitaplaştırılan) konuşmasında, Frew ile “bir iki defa”
görüştüğünü söyleyecektir.
Bir başka ilginç nokta
da şu: Frew için gayet saygılı ifadeler kullanıyor, onu iyi kalpli fakat
“sergüzeşt-cû” (macera arayan, maceraperest) saf bir adam olarak
nitelendirerek dosyayı kapatıyor.
Salak numarası yapıyor,
fakat aslında bizi, bütün bir Türk milletini, Türkiye halkını salak yerine
koyuyor.
*
Evet, Frew ile arasında
geçen konuşmaları ve İngilizler’le yaptığı anlaşmayı saklıyor, fakat İtalyan’a
sıra gelince dili çözülüyor.
Sebebi, İtalyanlar’la
doğrudan bir anlaşma yapmamış olması.. İtalyanlar’la olan ilişkilerini
ayarlayıp düzenlemeyi İngilizler uhdelerine almış durumdalar.. Selanikli’nin
birşey yapması, yorulması gerekmiyor.
Muhtemelen İngilizler,
İtalyanlar’a Selanikli ile anlaşmış olduklarını söylemişler, ve İtalyanlar, “Bari
şu Selanikli ile biz de doğrudan temas kuralım, gelecekte faydası olur” diye
düşünmüşlerdir.
Filmin (tiyatronun) sonunu anlatmak heyecanı yok ediyor, fakat film o kadar karmaşık, o kadar muğlak, o kadar karışık ki, senaryonun yazımında değilse de çekiminde “yönetmen baş yardımcısı” olarak görev yapmış olan İsmet İnönü’nün yaptığı “özet”i bilmeden filmden bir anlam çıkarmak çok zor..
Heyecan olsun da, anlamsız heyecanın bir faydası yok.
Evet, İnönü, Selanikli’nin
bütün hikâyesini tek cümlede özetlemiş durumda:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin
buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur.”