LAİK (SİYASAL DİNSİZ) SİYASETİN ALTINCI KOLU: TARİHSELCİ İLAHİYATÇILAR

 



Nasıl oryantalistler (şarkiyatçılar, İslamologlar) sömürgeciliğin/emperyalizmin keşiş ve keşif kolu ise, yerli-milli tarihselci ilahiyatçılar da İslam dünyasındaki laikçi zorbalığın altıncı koludur.

Görevleri müslümanlar arasında bozgunculuk yapmak, kafaları karıştırmak, direniş ruhunu öldürmek, cepheyi içerden çökertmektir.

Bunlar devrimci ve değişim yanlısıdırlar.. Fakat değişim taleplerinin ve devrimciliklerinin nesnesi mevcut düzen ya da rejim değildir..

Onlar İslam’a karşı devrimci, laik (siyasal dinsiz) düzen karşısında ise sadık bende ve köle ruhlu dalkavuklardır.

Onlar, İslam’ın hükümleri karşısında değişim yanlısı, yenilikçi ve güncellemeci, laiklik (siyasal dinsizlik) karşısında ise “Hikmet buyurdu efendilerimiz”cilerdir.

Nasıl laiklik (siyasal dinsizlik) bize Batı’dan gelmiştiyse (İngiliz oyunuysa), laikliğin öncü birlikleri olan tarihselcilerin tarih sahnesinde arz-ı endam etmesini sağlayanlar da İngilizler’di.

Sömürgeleştirdikleri Hindistan’da bu tür sözde müslüman adamları yetiştirmişler ve medrese ulemasının karşısına dikmişlerdi.

Ulema, istemeyerek de olsa, bu din bağına dadanmış sırtlanlara zaman ayırmak ve cevap vermek zorunda kaldı.

İşte onlara cevap verenlerden biri Allame Eşref Ali Tehanevî idi.

*

Tehanevî, el-İntibâhâtü'l-Müfîde ani'l-İştibâhâti'l-Cedîde adıyla yayınlanmış olan konferansında bunlar hakkında şunu söylüyor:

…  Onlar insanlar arası münâsebetlerin ve siyâset işlerinin dinden ve Şerîat’ten olduğuna inanmamaktadırlar.

Aksine onları [siyaseti] zamanla alâkalı [tarihsel, zamana göre değişebilen, güncellenebilen] görüş ve [insanların kendilerinin belirledikleri] maslahatlara [salahat, iyilik, uygunluk, yarayışlılık] dayalı kabûl etmektedirler. … O kadar ki, onlar bu esâsa dayalı olarak fâizin helâl kılınmasına teşebbüs etmişler ve âlimlere bunu söylemektedirler. Onların bu görüşlerini âlimler reddettikleri için onlara kızmaktadırlar. Onları ilericiliğin ve yükselmenin [kalkınmanın] düşmanı olmakla suçlamaktadırlar.

Evet, Hindistan’daki tarihselci ve güncellemeciler işi bu noktaya kadar vardırmışlar.

Tehanevî cevabına, tarihselcilere usûl (yöntem) dersi vererek başlıyor.

Birşeyin dinden olup olmadığına neye göre karar vereceğiz, kıstasımız/ölçütümüz ne olacak sorusunu gündeme getiriyor ve şunu söylüyor:

Şurasını bilmelisin: Evvelâ bir şeyin Şerîat’a ve dine dahil olup olmamasının bağlı olduğu noktanın [esasın, ilkenin, etkenin, illetin] tesbît edilmesi gerekir ki, onun üzerine kolaylıkla hüküm bina etme imkânı bulalım. … [Fıkıh usûlüne, İslam hukuku metodolojisine göre] bunun illetinin tahkîki [tahkîk-i menatı], tek bir şey olup o da ecir ve sevâbla vaad, ikâb ve azâbla tehdîddir.

Evet, ölçü bundan ibarettir.

Bir hususta sevap vaadi ya da ceza tehdidi varsa, o, dindendir.

Mesela namaz böyledir.

Fakat sevap vaadi ya da ceza tehdidi yoksa, o, dinî bir mesele değildir. 

Mesela uyumak gibi. Uyudun şu kadar sevap var, uyumadın, şöyle bir ceza var diye birşey yok.

Yahut elma yersen sevap, armut yersen günah diye birşey yok. İşte bu ikisi arasında tercih yapmak da dinî bir mesele değildir. İstersen hiçbirine de dönüp bakmazsın.

Merhum Tehanevî sözlerini şöyle sürdürüyor:

Bundan sonra biz Kur’ân ve Sünnete bakar ve o ikisini dikkatlice okursak, bu işlerde [siyasî konularda] vaad ve tehdîdi buluruz. Ve bize bununla bu muâmelelerin ve siyâsî işlerin tamamının dinden olduğu tahakkuk edecektir. Ve onların Şerîatımızdan [dinden] bir parça olduğu husûsunda hiçbir şüphe kalmayacaktır.

Mesela Allahu Teala, “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” (Maide, 5/44) buyuruyor.

Kâfir olmak ise, Cehennem’de ebedî yanmak, hiç çıkmamak için tapu senedi almak anlamına geliyor.

Fasıklık ve zalimlik de aynı şekilde “Ben cezalandırılmak istiyorum, belamı arıyorum” demek oluyor.

Dolayısıyla, Allah’ın indirdiği ile hükmetmek, yani İslam devletini kurmak ve Şeriat’le hükmetmek dinin bir parçası demek oluyor.

Elinizde imkân olduğu ve Allah’ın indirdiği ile hükmedilmesi gerektiğine inandığınız halde bu yönde bir çaba sarfetmemeniz, yani devletin Şeriat’i uygulayan bir İslam devleti olması için adım atmamanız, en azından bu bilincin geliştirilmesi için gayret sarfetmemeniz, Allahu Teala'nın razı olduğu ve izin verdiği bir tutum değil. 

Tam aksine, “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir” (Maide, 5/45) ve “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler fasıkların ta kendileridir” (Maide, 5/47) ayetleri gereği, zalim ve fasık olmanız, zalimlerin ve fasıkların hak ettiği cezaya uğramayı kabul etmeniz anlamına geliyor.

Eğer bir yandan müslümanlık davası güderken diğer yandan "din dili"ni güzelleştirme adına Şeriat’i uygulayan bir İslam devleti olmak gerekmediğini (yani Allah’ın indirdiği ile hükmetmenin lüzumsuz bir iş olduğunu) savunursanız, ya da böylesi bir dili onaylar ve bu dili kullananlar hesabına, onları uyaranlara çemkirirseniz, o zaman da 44’üncü ayet mucibince kâfir oluyor ve ahirette “süreli” ceza yerine “müebbet” cezayı kabul etmiş oluyorsunuz.

*

Hayır, böylelerinin kâfir olduklarını ben söylemiyorum, neyin küfür olduğuna karar vermek benim haddim değil.. 

Onların kâfir olduğunu dinin sahibi olan Allahu Teala bildiriyor.

Allahu Teala’nın kâfir dediklerine müslüman demek de aynı şekilde haddim değil.

(Mesele burada bir tartışmada üstün gelip gelmeme meselesi değil.. İnsanın aklını başına alıp ahiretini kurtarmayı düşünmesi gerekir. Mesele futbol maçı gibi birşey olsa ha üstün gelmişsin, ha yenilmişsin, çok mu önemli!)

*

Merhum Tehanevî, tarihselci güncellemeciler için şunu da söylüyor:

… İslâm’a nasîhat [İslam’a karşı hayırhahlık, iyiliğini isteme] iddiâsında bulunan bazı kimseler bunu âdet hâline getirdiler. Öyle ki, [Şeriat hükümlerine] i’tirâzı kabûl etmekteler ve i’tirâz edilen hükmü “hükümler fihristi”nden çıkarmakta ve onun yerine değiştirilmiş [yeni] bir hüküm yerleştirmektedirler [İslam’ı heva ve heveslerine, kişisel veya grupsal/ulusal nefsanî çıkarlarına göre güncellemektedirler]. Ve onların i’tirâzlarına karşı delîl talep etmenin edebsizlik olduğunu zannetmektedirler.

Bu güncelleme meraklısı tarihselciler delil bahsine hiç girmemektedirler, çünkü delilleri mevcut değildir.

Delil diye, onların uydurdukları delilsiz varsayımlara/faraziyelere, aksiyom ya da postüla/postülat gibi inanmamızı istiyorlar.

Faraziyelerinin ilkini ise şu oluşturuyor: Allah, evrensel (her çağda ve her coğrafyada geçerli) hüküm indirmiş olamaz. Allah, ancak tarihsel (belirli bir tarihe ve coğrafyaya has) hüküm indirebilir.

Bu varsayım, aslında bir başka varsayımdan besleniyor: O da, Allahu Teala’nın haşa kemal sıfatlarla muttasıf olmayan, geleceği bilmeyen, sadece yaşanan anın şartlarına göre hüküm indirebilen cahil bir tanrı olması.

Üçüncü bir varsayım ise şu: İnsanın, emir ve yasakların makasıdına (maksatlarına), hikmetlerine ve maslahatına Allahu Teala kadar vakıf olabilmesi, bu noktada Allahu Teala’dan bir farkının bulunmaması, bu hususta O’nun dengi olması.

Şurası açık ki: Allahu Teala’nın koyduğu bir hükmü “makasıd, hikmet ve maslahat” gerekçesiyle değiştirebilmek için, o makasıd, hikmet ve maslahata Allahu Teala kadar yetkin biçimde vakıf olmak gerekir.

Fakat, mesele bununla bitmiyor. Dördüncü bir varsayım daha mevcut.. 

O da şu: İnsanın, maslahat, makasıd ve hikmetleri gözönünde tutarak Allahu Teala kadar isabetli hükümler verebilmesi.. Allahu Teala’ya bu hususta da denk olması, ve bunun sonucu olarak hüküm koymada O’na ortak olması.

Son iki varsayım insanın tanrılık taslaması, heva ve hevesini tanrı edinmesidir:

“Hevâsını (nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? O hâlde (korumak ve savunmak için) onun vekâletini sen üstlenecek misin?” (Furkan, 25/43)

*

Evet, tarihselci zihniyetin temelini, bu varsayımlar (küfür olan hurafeler) oluşturuyor.

Fakat bunların birer aksiyom (doğruluğu açık, ispat gerektirmeyen hüküm) ya da postüla gibi kabul edilmesini istiyor, öyle bir eda ile konuşuyorlar.

(Aksiyomlar, insan aklı açısından doğruluğu açık, ispat gerektirmeyen hükümlerdir. Mesela, bir bütünün parçasının bütünün kendisinden daha büyük olamaması hükmü bir aksiyomdur. Dört sayısının üçten büyük olması da böyledir. Böylesi hükümler ispatlanmaya çalışılmaz, tam aksine, bu tür aksiyomlar, bütün ispat çabalarının temelini oluşturur. Bunlara itiraz eden bir kimseye karşı ispat çabası içine girmezsiniz, zaten ispat da edemezsiniz, karşınızdakinin ya tımarhanelik bir deli ya da sizinle kafa bulan aşağılık bir ahlâksız olduğunu düşünmekten başka yapabileceğiniz birşey yoktur. Postülalar ise, aksiyom gibi doğruluğu kendiliğinden belli hükümler olmasalar da, akl-ı selim ve vicdan sahibi insanların itiraz etmeyeceği doğrulardır. Mesela, adaletin iyi bir haslet olması gibi. Bununla birlikte, “sosyal Darwinist”lerle aynı kafada olan Eski Yunan’ın sofistleri, demagoji ve mugalata yaparak, adalet kavramının, zayıfların güçlülere karşı icat ettikleri bir savunma mekanizması olduğunu iddia edebilmişlerdir.)

Evet, tarihselcilerin iddialarını savunmak için ortaya sürebilecekleri herhangi bir delilleri mevcut değil.

Onlar sadece, içyüzü katkısız ve katıksız küfürden ibaret olan varsayımlara dayanıyorlar.

*

Makasıd, hikmet ve maslahat anlayışları da temelden bozuk.

Öyle ki, maslahat addettikleri birçok husus gerçekte mefsedet (fesat ve bozgunculuk)..

Hikmet saydıkları şeyler, eblehlik ve budalalık..

Makasıd-ı Şerîa(t) anlayışları da tahribat-ı Şerîat.. 

Mesela, dinin korunması gayesi en başta gelirken, canın korunması gayesini ilk sıraya alabiliyorlar. 

İkincisi, dinin korunması ed-Dîn’in yani İslam’ın korunması demekken, onu laik (bir tek müslümana rahat vermeyen, camide hutbede bile her ayeti okutmayan) din ve vicdan hürriyeti illüzyonu ve safsatası olarak gösteriyorlar.  

*

İmdi, “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır” şeklindeki mantıksız sözün sorgulanmadan tekrarlandığı bir ülkede “Mevzubahis olan yüce yaratıcımız Allahu Teala’nın emriyse gerisi teferruattır” diyemeyen insanlara müslüman denilebilir mi?!

Sözümüze bir örnek üzerinden devam edelim..

Üstün zekâ sahibi, askerî bilgisi eşsiz, strateji ve taktik ustası, savaş sanatında dahi, geçmişi şanlı zaferlerle dolu bir komutanı ve askerlerini düşünelim..

Bazı askerler, komutanlarının değerine inandıkları için, onun emirlerine harfiyen riayet ediyorlar.

Bazıları ise, “Bu emirlerin hikmeti nedir, bunlardan maksat ne olabilir?” diyerek kendilerince felsefe yapıyorlar, sonra bazı emirler için, “Bu emirler dün verilmişti, dünün şartlarına göre söylenmiş şeyler, artık tarihte kaldılar, bugün durum değişti, ayrıca bulunduğumuz araziyi de biz görüyoruz, komutan buraya hiç gelmedi, o yüzden emirleri kendi aklımız ve bilgimizle güncelleyelim” diyorlar.

Değiştiriyorlar. 

Kendi kafalarına göre hareket ediyorlar.

Askerlerden hangileri isabetli ve usule uygun, hikmetlice davranıyor olabilirler?

Emre harfiyen riayet edenler mi, yoksa bu hikmet meraklısı ukala işgüzarlar mı?

(Geçmişte ve günümüzdeki genel geçer askerlik anlayışına gelince.. Askerin itaati için komutanın üstün vasıflara sahip olması gerekmiyor. Ast, üstten daha bilgili, yetenekli ve zeki olsa bile, mutlak itaat isteniyor.)

Dini bir oyun ve eğlence haline getiren tarihselci soytarıların zanlarının aksine, Allahu Teala eratın komutanından daha az önemli, din de, askerlikten daha az ciddi bir konu değildir:

"Onlar ki, dinlerini bir eğlence ve bir oyun edindiler ve dünya hayâtı onları aldattı! Bu günleriyle karşılaşmayı nasıl unuttular ve âyetlerimizi bilerek nasıl inkâr ettilerse, artık biz de onları bugün öyle unutacağız! Şüphesiz onlara, îmân edecek bir topluluğa bir hidâyet ve bir rahmet olarak bir ilim üzere genişçe açıkladığımız bir kitap getirdik." (A'raf, 7/52-3)

Allahu Teala "Şeriat'i değiştir, güncelle!" demiyor, "Ona uy!" diye emrediyor:

"Sonra seni emirde/iş'te bir şerîat üzere kıldık. Sen ona tabi ol, bilgisizlerin nefsanî arzularına uyma!" (Casiye, 45/18)

Şeriat hükümlerini tarihsel kabul edip güncellemek makul, meşru ve kabul edilebilir bir davranış olsaydı, Tevrat'taki (zina ile ilgili) recm emrini güncelletmek için Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e başvuran Medineli yahudileri Allahu Teala paylamaz ve bu taleplerinin imansızlık olduğunu bildirmezdi: 

"İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrât yanlarında olduğu hâlde, seni nasıl hakem yapıyorlar, sonra bunun ardından (senin Tevrat'taki hükmü hatırlatman üzerine) yüz çeviriyorlar? Onlar iman etmiş değillerdir." (Maide, 5/43)

"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir" hükmü işte bu ayeti takip eden ayette geçiyor.

Tarihselci soytarılar bu ümmetin yahudileri kabul edilebilirler, aynı kafadalar. Onlar da iman etmemişlerdir.

Merhum Tehanevî şöyle diyor:

Burada aslolan, [Şeriat'e ait] hükümler karşısında hiçbir kimsenin görüşünün bulunamayacağı, hiçbir kimsenin [itaat ve uygulama için makasıd, hikmet, maslahat türünden] sırları araştırmakta [ve ulaştığı sonuca göre itaat etmekte ya da itaat etmeyip kendi kafasına göre değişiklik yapmakta] serbest olamayacağıdır. Şâyet, [vahiyde, onu] zihinlerin anlayışına yaklaştırmak maksadıyla bir işe dâir hikmet yâhud sır zikredilirse bu mahza bir teberru’ [bağış ve ihsan] olup gerçekte [bildirimi] zorunlu değildir. Fakat insanlar, hikmet, maslahat ve sırları içeren bu gibi hususları [böylesi açıklamaları], zevklerindeki [mizaclarındaki] ve tabiatlarındaki bozukluk yüzünden çok kıymetli i’tikâd etmektedirler.

*

Tarihselcilerin güncellemecilikleri (Ki tarihselcilik safsatasını, güncellemecilik binasına tırmanmak için merdiven olarak kullanıyorlar; tarihselcilik araç, güncelleme/tahrif ise amaçtır), delile dayanmaktan ve aklı kullanmaktan değil, heva ve hevese, nefsanî arzulara tabi olmalarından, kendilerini kullanan güç ve otorite sahiplerine yaranmaya ve onların gözüne girmeye çalışmalarından kaynaklanıyor.

Merhum Tehanevî bu noktaya şöyle değiniyor:

Bütün bu bozuklukların temeli dünya sevgisi ve ehl-i dünyaya kuyruk sallamaktır. … Ehl-i dünya efendilerini ve büyüklerini râzı etmek için.

Bunların i’tirâzlarını kabûl eden, Şeriat hükümlerini değiştiren ve onlarda diledikleri gibi tasarrufta bulunan kimseler, şâyet bugünkü efendileri başka bir usûlü kabûl ederlerse, geçmiş görüşlerini elbette terk edecekler ve şu anda kabul etmekte oldukları esâsların yanlış olduklarını söyleyeceklerdir.

Onlardaki yöneliş ve niyetin kıblesi ehl-i dünyayı râzı etmektir.

Gemilerde namaz kılanın geminin döndüğü tarafa dönmesi gibi, efendilerinin rızâsı ne yanda olursa o tarafa dönmektedirler.

*

Müşrikler Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme şöyle demişlerdi: "Bize başka bir Kur'an getir, ya da bu getirdiğin Kur'an'da biraz değişiklik yap, güncelle."

Peygamber Efendimiz s.a.s. şöyle cevap vermedi: "Olabilir, mümkün.. Ancak biraz zaman geçmesi gerekiyor.. Ya da başka bir ülkede, değişik bir coğrafyada yaşasaydınız olabilirdi.. Çünkü Kur'an evrensel değil, tarihsel, belli bir zaman ve mekânla kayıtlı.. Şimdilik bekleyin, zaman içinde ben bazı değişiklikler yapabilirim. Hikmet ve maslahat neyi gerektiriyorsa birşeyler yaparız.. Sıkıntı yok, siz canınızı sıkmayın, bir çaresi bulunur. Değişiklik şart. Güncelleme şart."

Böyle cevap vermedi, ayeti okudu:

“Ve onlara âyetlerimiz apaçık olarak okunduğu zaman, bize kavuşmayı beklemeyenler, ‘Bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir!’ dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem, benim için olmayacak şeydir! Ben ancak bana vahyolunana tâbi olurum! Şübhesiz ki ben, Rabbime isyân ettiğim takdirde, büyük bir günün azâbından korkarım!” (Yunus, 10/15)

Eğer tarihselci güncellemecilik caiz olsaydı, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e “Onu kendiliğimden değiştirmem, benim için olmayacak şeydir” demesi emredilmezdi.

Peygamber Efendimiz s.a.s.’in bile değiştiremeyeceği emir ve yasakları, birilerinin torpili ve iltimasıyla üniversitelerde bir post kapan, orada öğürerek saçmasapan, orijinal olduğu yerde doğru olmayan, doğru olduğu yerde de orijinal olmayan, okunmaya değmez lüzumsuz gevezelikten mamul tezimsi ve makalemsiler kusan boş kafalı akademikimsi soytarılar nasıl değiştirebilirler?!

Evet, tarihselcilik ve güncellemecilik, ayet-i kerimede belirtilen şekilde Allahu Teala'ya isyandır ve sonu büyük bir azaptır.

Tarihselciler, suratlarındaki nursuzluğun da gösterdiği gibi, güncellemeden kaçınan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in değil, güncelleme isteyen Mekkeli müşriklerin takipçisidirler.

O müşrikler için de, bu soytarılar için de (tevbe etmezlerse) büyük bir günün azabı vardır.

"İşte onlar, hidâyet mukabilinde dalâleti, bağışlanmaya karşılık azâbı satın alanlardır. Onlar, ateşe karşı ne kadar da sabırlıdırlar!" (Bakara, 2/175)


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...