İslam’ın
şeriatsız (siyaset ve hukuka karışmayan), salt inan, ahlâkî değerler ve
ibadetlerden oluşan bir din olarak gösterilmeye çalışılması, dinin bizzat kendisinin laikleştirilmesi
anlamına geliyor.
Devletin
laik (siyasal dinsiz) olması değil, dinin laikleştirilmesi, siyasal dinsiz yapılması.
Dinsizlik siyasalıyla da, siyasalsızıyla da dinsizliktir.
Bu “İslam’ı
laikleştirme” projesi aynı zamanda “İslam’ı
hristiyanlaştırma”, Hristiyanlık gibi bir din haline getirme gayesi taşıyor.
Çünkü Hristiyanlık, iç ve dış düşmanları eliyle tahrif ve tahrip edilip dönüştürülmüş, (dinin hak din olması anlamında) "dinsiz din" haline getirilmiş durumda.
*
İslamcılık
karşıtı boşboğaz gevezelerin (uyur gezer yazar çizer taifesinin, çapsız
siyasetçilerin, düşüncesiz düşünür müsveddelerinin, şiirsiz şairlerin)
İslâmcılığın neden kötü birşey olduğuna dair bütün söyleyebildikleri iki-üç
cümleyi geçmiyor.
İddialarına
cevap da veriliyor, fakat nedense, tartışmak yerine, “İslâmcılık kötüdür de
kötüdür” demeyi sürdürüyorlar.
İslamcılıkla beraber akla ve mantığa da savaş açıyorlar.
Adam tutmuş
İslâmcılığı yerin dibine batırıyor. Anlamıyor ki (ya da anlamazdan geliyor ki),
bir insanı mesela tarih-çi olduğu için kınadığımızda, zımnen, tarihin
berbat bir şey olduğunu söylemiş oluruz.
Tarih kötü
birşey değilse, tarihçilik de kötü değildir.
Tersinden söyleyelim, tarih kötüyse, tarihçilik de kötüdür.
*
Böylesine açık, yalın ve basit bir gerçeğe bile aklı ermeyen angutlara (ya da aklı erdiği halde bile bile aksini savunan üçkâğıtçılara) ne demek lazım bilmiyorum.
Denizi kötü birşey kabul etmeden "Denizcilik kötüdür" diyebilir misiniz?!
Yalan kötü birşey olduğu için yalancılık kötüdür.
Doğru iyi birşey olduğu için doğruculuk iyidir.
Faizcilik
kötüdür, çünkü faiz kötüdür.
İtfaiyecilik iyidir, çünkü
itfaiye gerekli ve iyi birşeydir.
“İslâmcılık kötüdür” diyenlerin “İslâm kötüdür, zararlıdır” kanaatini
*
"İslamcı olmayın, müslüman olun" demek, “İslâm kendi başına bir tarafta dursun, birileri ona sahip çıkmasın” demek anlamına gelir.
“Tabiatta demir olsun, ama hiç kimse demirci olmasın,
böylece demir, atıl vaziyette kenarda dursun” demek gibidir..
İslâmcılığın
bir ideoloji olduğunu iddia edenlerin bazıları da, bir “modern” lafıdır
tutturmuş gidiyorlar. Bunlara göre, İslâm’ın başlıca düşmanı modernizm ve
modernite..
“Şu İslâm’a
aykırıdır” demek yerine, “Şu modern, bu modern” demeyi daha “bilimsel”,
daha doğrusu “entel” buldukları anlaşılıyor.
İşin kötü
tarafı, bu modernlik eleştirisinin de bize Batı’dan gelmiş olması.. Adı
üstünde, postmodernizm diye bir kavram var..
Batı’daki
modernlik eleştirisinin bir damarını postmodernizm, diğerini ise Katoliklik
oluşturuyor.. Katolik Hristiyanlar, modernizmin ezelî düşmanları ve
postmodernizmin doğal müttefiki durumundalar..
İslâmcılığı
bir ideoloji olarak yaftalayanların aynı zamanda modernizm eleştirisinin
de bayraktarlığını yapmaları acaba neden?..
Neden İslâmcı olmaktan rahatsızlık duyacak kadar hassas bir ruha sahipken, kelimeler ve kavramlar konusunda bu kadar ince eleyip sık dokurken, kendilerini “modern karşıtı” olarak konumlandırıyorlar?
Neden Hristiyanlar’la aynı dili
konuşuyorlar?
*
Gerçekte bu,
İslâm’ın savunuluş biçimini giderek hristiyanî bir renge sokmaktan, hristiyanî
bir üsluba bulamaktan başka birşey değildir.
Ancak, bu
hristiyanî üslup konusunda “İslâmcılık ve modernlik karşıtları” yalnız
değiller..
Çakma
müçtehitler de onların safında.
Bunların bir
müctehid edasıyla “geçiş dönemi fıkhı”ndan
söz etmesi boşuna değil..
Ancak, bu
“geçiş dönemi fıkhı” ile geleneksel
fıkhî birikim arasındaki ilişki konusunda hiçbir şey söylemiyorlar.
Onlara göre,
bu “geçiş dönemi fıkhı”, yaşayan
müctehidlerimizin üstesinden gelmeleri gereken bir husus.. Nedense, sanki
geleneksel fıkhî birikimde bu konuya dair hiçbir
şey yokmuş gibi yazıp çiziyorlar.
Öyle ki,
bazı İslâmî düzen yanlılarını, bu
“geçiş dönemi fıkhı”nı anlamamakla suçluyorlar. Onlara, aşağılayıcı bir dille,
“hayal aleminde tahta ata binip cevelan etme” suçlaması yöneltiyorlar.
*
Bu geçiş
dönemi fıkıhçıları bir “geçiş dönemi
kelâmı” da icat etmiş durumdalar.
Geleneksel Kelâm, Allahu Teala’nın varlığının aklen kesin bir konu olduğunu ispatlama
üzerine kuruludur.
Bunun için
de, sofistlerle (geçmiş zamanların
postmodernistleriyle) ve agnostiklerle hesaplaşmış
bulunuyorlardı.
Mesela, Mevâkıf
ve Cürcanî’nin Şerhü’l-Mevâkıf’ı, Teftazanî’nin Makasıd’ı
gibi kitaplar, kendi zamanlarına kadarki bilgi felsefesini (epistemolojiyi) efradını câmi,
ağyarını mâni bir şekilde mükemmelen tasnif eder, özetler, her bir yaklaşımın
iddialarını ve delillerini aktarır, ve söz konusu iddia ve delillerin
değerlendirmesini yapar.
Aynı
geleneği sürdüren Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ise, Mevkıfu’l-Akl’da daha
yakın dönemlerde ortaya çıkan görüşleri tartışma konusu yapmıştır.
Merhum
Elmalılı Hamdi Yazır’ın da, gerek Hak Dini Kur'an Dili'nde, gerekse “Metâlib ve Mezâhib” adlı
tercümesine eklediği notlarda, aynı çabayı sergilediği görülmektedir.
Mustafa Sabri Efendi’nin söz konusu kitabının ana fikri ya da tezi şudur:
Allahu
Teala’nın varlığının kabulü aklen/mantıken zorunludur.
Elmalılı ve Bediüzzaman gibi alimler de aynı şeyi söylemiştir.
*
İslâm’ın hristiyanlaştırılması anlamına
gelen “geçiş dönemi kelâmı”ı ise,
Allahu Teala’nın varlığının “aklen zorunlu” olduğunun söylenemeyeceğini
ileri sürebiliyor.
Nedeni,
İslam’ı Kelam ilmi çerçevesinde hristiyanlaştırmaya başlamış olmaları.
Çünkü, Hristiyanlık (Teslis akidesi ve başka bazı hususlarda) akla aykırı olduğu için, İsevî din bilginleri, dinlerini müdafaa faliyetlerini “akıl” yerine “bilinemezcilik” (agnostisizm ve septisizm) gibi felsefî akımlar üzerine bina etmeye çalışmaktadırlar.
Böylece, galip gelemeyecekleri bir mücadelede hiç değilse berabere kalmaya çalışıyorlar.. Kurnaz adamlar.
Bu noktada hristiyan din bilginlerinin bir başka sığınağını “vicdan” kavramı oluşturuyor. Onlara göre, din, akılla değil,
“vicdan”la, bir başka deyişle “gönül”le,
“kalp gözü”yle anlaşılır.
Doğal
olarak, hristiyan din bilginlerinin yapmaya çalıştığı şey, “kalp körlüğü”nü “kalp gözü” adı altında
“pazarlama” gözbağcılığından ibaret.
(Ne yazık ki Türkiye'de bu "akıl" meselesini anlayabilmiş adama pek rastlanmıyor. Aklın "asla yalanlanamayacak" hükümleri ile "gözlemlerden hareketle akıl yürütme yoluyla ulaşılmış" birtakım "yanlışlanabilir" çıkarımları birbirine karıştıran insanlar akıl konusunda ahkâm kesebiliiyorlar. Aklın ne işe yaradığını en az anlamış olanların ise akılcılık bayraktarlığı yapan modernist-tarihselci ilahiyat sirki soytarıları olduğu görülüyor.)
*
Akıl meselesini merhum “büyük âlim” Elmalılı Hoca şöyle açıklıyor:
Şimdi, insaf ve hakkaniyet fikri ile felsefenin takip ettiği tarihî seyir
gözden geçirilirse, görülür ki, din bahsinde felsefenin ciddî olarak
erişebildiği gaye (son) Allah’ın birliğini tesbitten başka birşey olmuyor...
Gerçi, bütün Orta Çağı dolduran bir Hristiyanlık felsefesi vardır. Yokluktan halk (yaratılış) akidesindeki asıl dinî mahiyete temas eden bu felsefe, ..., Allah’ın birliğine varmaktan başka birşey yapmıyor. Teslis [üç tanrı] ve saire gibi mevcut Hristiyan akidelerine felsefî bir mevki vermiyor. İlim tevhide (Allah’ın birliğine) münhasır kalıyor, teslis ise akla zıt bir akide oluyor. “Akıl Allah’ın birliğini anlar, fakat ‘üçlü bir Allah’ı anlayamaz” deniliyor. Halbuki, hakikatta akıl, teslisi anlayamıyor değil, çelişme bularak iptal ediyor....
(Elmalılı M. Hamdi Yazır, “Dibâce
(Önsöz)”, Paul Janet ve Gabriel Seailles, Tahlilli Felsefe Tarihi: Metâlib
ve Mezâhib içinde, çev. M. Hamdi Yazır, İstanbul: Eser Neşriyat, 1978, s.
xxxvii.)
... Çünkü, bugünkü Hristiyanlıkda, din felsefesinin esası ancak tam bir
cehalet olabiliyor. Dogmatizm [kesin ve doğru bilgiye ulaşılabileceği
düşüncesi] inkâr edilip Septisizm (Şüphecilik) tercih edilmedikçe Hristiyanlığı
müdafaa etmek kabil olmuyor....
Halbuki, İslâm dininde akide, esas itibariyle, ilmî kıymeti hâiz
olmak lazım gelir. Aklın burada, hiç olmazsa, “imkânın isbatı” gibi mühim bir
vazifesi vardır [Yani bazı şeylerin fiilen mevcut olmasa bile varlığının mümkün
olması, varlığının akla aykırı olmaması].... (s. xxxviii.)
Bu suretle, bugünkü Hristiyanlık, varlığını, ilim ve felsefenin teyid ve
tasdiklerinden değil, beşer hissiyatının Hakka olan meylinden başka diğer
temayülleriyle devam ettirebilmektedir. Denebilir ki, bugünkü Hristiyanlık
zararını bilerek şarap içmeğe benzer. [Şaraptan aldığı] Keyif için insan
aklının kıymetine hücum eder. İslamiyet’i pozitivist olmakla itham
eyler. Alexandre Bain’nin dediği gibi, ilmin kaçtığı çelişmeleri beğenerek
alkışlar. Onda güya bir sanat şiiriyeti görür.... Akıl, mutlak hakkın
bütün hududunu çizemez. Fakat, akıl demek, mutlak hakkın mutlak muhalden
ayrıldığı hududu bilmek demektir. Akıl, “hakikat”te tenakuz (çelişki)
bulamayacağı gibi dinî bilgilerde de [hakikat oldukları için] tenakuz
bulamaması lazım gelir. Çelişen bir kaziye [önerme, iddia], akıl nazarında
anlaşılmamış değil, batıl olduğu anlaşılmış ve reddi icap eden birşeydir. Akıl
buna karşı aczini değil, kudretini görür. İcaz (aciz bırakma) ile ta’cizin
büyük farkı vardır. Tenakuz, aklı aciz hale getirmez, taciz eder, rahatsız
eder.... Alemde hiçbir tecrübe (gözlem ve deney) aklen muhal olanı isbat
etmediği gibi, dinî keşifler de aklen muhal olanların arasına giremez. Hasılı,
aklın idrakteki kusuru, mümkün olmayanlar [muhal] sahasında değil, mümkün olanlar
sahasındadır [Yani akıl, neyin mümkün olmayacağını bilir, fakat her mümkünü
idrak edemez. Mesela uzayda Dünya dışında canlılar bulunmasını "mümkün" görür, fakat bu mümkünün varlığı salt akılla anlaşılamaz, gözlem gerekir.].... Bu bakımdan, hakikatini tamamen bilemediği bir Allah’ı isbat
ve itiraf edebilirse de, ... Hristiyanlık akidesi karşısında aklın kusurundan
bahsetmekte hiçbir faide yoktur. Şu halde, Hristiyanlık, ilimle uyuşmadığı
gibi, mutlak cehil [mutlak bilinemezcilik, agnostisizm] ile de müdafaa edilemez. Çünkü (sadece)
Agnostisizm (bilinemezcilik) değil, [postmodernizmde kendisini gösterin] mutlak sofizm bile, tenakuzun esasını [akla aykırı şekilde çelişki taşıyan önermelerin geçersizliğini] itirafa mecburdur. (s. xlii-xliii.)
*
İşte
bizdeki, son zamanlarda Batılılar’ın teşvikiyle revaç bulan “akılsız”
tasavvufun, amelsiz “gönül” edebiyatının, Şeriatsiz ahlâk
davasının ana mecrasını oluşturan süreç budur: İslâm’ın giderek
hristiyanlaştırılması..
Ve
laikleştirilmesi.
Şeriat’e uygun bir tasavvuf anlatıldığında ve Allah’a iman mevzuu Ehl-i Sünnet akaidi çerçevesinde açıklandığında, vahdet-i vücudculuk gibi düşünceleri savunanların, “İyi ama, bu çok pozitivistçe bir din anlayışı” itirazlarına işte bu yüzden muhatap olunuyor.
İlham perileri, akıl hocaları ve sarıldıkları söylemin
mucidi, Hristiyanlar..
Bu, İslâm’ın
hristiyanlaştırılmasıdır..
Laikleştirilmesidir.
Dinin dinsizleştirilmesidir.
*
Evet, Hristiyanların
din felsefelerinden (ayrıca din sosyolojilerinden,
din psikolojilerinden vs.) etkilenen “ilahiyatçılarımız”,
Batılılar’dan esinlenerek sözde bir “geçiş
dönemi kelâmı” da icat etmiş bulunuyorlar.
Böyle
adlandırmıyorlar, o başka..
İslâm’ın
hristiyanlaştırılmasının (Ki laikleştirilmesinin temeli durumunda) bir boyutunu
bu “geçiş dönemi kelâmı” oluşturuyor. Geleneksel Kelâm mirasını anlamaktan aciz
bu sözde kelâm, sanki matah birşeymiş gibi getirip önümüze “agnostisizm”i, septisizmi ve postmodernizmi koyuyor.
Kelamın durumu böyle.. “Geçiş
dönemi fıkhı” ise, çok daha karmaşık, dallı budaklı.. Birçok konuda kavga eden
farklı grupların, bu “geçiş dönemi fıkhı”na birer ucundan omuz
verdikleri görülüyor.
Bunlarınki,
“geçiş dönemi tüzük kardeşliği”.. Düşman
kardeşler..
Geçiş dönemi
“fıkhının” esasını, hanımı başörtülü
olanların ya da namazla ilişkilerini cuma, cenaze, kandil vs. münasebetiyle
sürdürmeye devam edenlerin makam ve
mevki sahibi olmalarını “İslâmî gelişme” diye kabul ettirme çabası
oluşturuyor.
*
Bu sözde
geçiş dönemi fıkhı, “Hedef Turan, rehber Kur’an” bile demiyor, “Hedef Avrupa
Birliği, rehber uyum yasaları” diye haykırıyor.
Evet, bir
geçiş dönemi var; fakat sözde fıkhî temelini hristiyan Avrupa Birliği hukuku, “itikad”ını ise “muhafazakâr
demokrasi”ye olan iman, “din
milliyetçiliği”nin reddi ve şer’î düzene tamamen geçmek isteyen Mısır’a
bile laikliğin ihracı çabası oluşturuyor.
Değilse,
ne?..
Heva ve
hevesten başka bir dayanağı olmayan tavır ve tutumlara “geçiş dönemi fıkhı”
gibi orijinal bir isim verdiğinizde, bu görüşler gerçekten “fıkıh” mı
oluyor?..
İctihad
kelimesini laf enflasyonunun konusu haline getirdiğinizde, mesnetsiz
görüşleriniz hemen fıkıh ıstılahı anlamında “ictihad” vasfını kazanmış hâle mi
geliyor?..
*
Geçiş
dönemi fıkhının bir diğer ucuna yapışanları ise, (Fethullah Gülen’in başını
çektiği) diyalogçular oluşturuyor.
Bunlara
göre, “radikal müslümanlar” dışında bütün dünya, Peygamber Efendimiz s.a.s.’in
“dırahşan çehresi”ni tanımaya teşne.
Dünyanın tek
ciddi sorunu, Müslümanlar arasından ara sıra çıkan “canlı
bomba”lar.
Cansız bombalar ise insanlığın hizmetinde..
Örnek: Gazze, Hiroşima, Nagazaki, Körfez Savaşı’nın Bağdat’ı, Afganistan vs..
Bu bombalar, dünyayı pisliklerden temizliyor. Vietnam, Guantanamo, Ebu Gureyb, Filistin, Keşmir, Irak, tecavüzler, suikastler, zehirlemeler, işkenceler, uçaklarla “sorti”ler...
Bunlar, Yüzük Kardeşliği filmi gibi birer kurgu.. Dert edinilecek asıl konular başka.. Mesela, Libya’daki "masum" Amerikan büyükelçisi niye öldürülmüştü?
Ağıt yakılacak tek derdimiz bu tür şeyler..
*
Geçiş dönemi
fıkhının diğer bir ucundan tutanlar, tasavvufsuz tarikatçı, Şah-ı Nakşbendsiz
Nakşî ahlâk edebiyatçıları..
Bunlara göre, kendileri insanları ahlâken olgunlaştırmakla meşguller; gerisi kanun baskısı..
Ahlâk bunların tapulu arazisi, kendileri dışındaki herkes ahlâksız..
Türkiye "derin"lerinin oyuncağı ve aparatı haline gelmiş olan bunlar, 3000 yılına kadar insanlığı ahlâken olgunlaştırıp kanun baskısından kurtulmuş bir dünya kurarak Marks’ın “devletsiz/kanunsuz toplum” düşüncesini hayata geçireceklerini, böylece “erdemli toplum”cu Farabî’nin ruhunu da şâd edeceklerini zannediyorlar.
Daha doğrusu, zannetmemizi istiyorlar.
Mesela Gazze'deki müslümanlar güzel ahlâk alanında mesafe kat edip Yahudiler'e örnek olacaklar, ve böylece dünya güzelleşecek.