Kemalizm/Atatürkizm,
işe, İslam’a doğrudan savaş açarak başlamıştı.
Nitekim
Selanikli deccal (çok yalancı) Mustafa Atatürk, Kâzım Karabekir Paşa’ya açıkça "Dini ve
namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya
mahkumdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun
için önce din ve namus
telakkisini kaldırmalıyız”
diyebilmişti.
Aslında “zenginlik” bahaneydi.
İngilizler ile müttefikleri Fransızlar ve
İtalyanlar’dan öyle talimat almıştı.
Selanikli, onlara borçluydu, çünkü, İsmet İnönü’nün
ifadesiyle “İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule
mecbur etmesiyle mümkün olmuştur”.
Selanikli, kendisine “başarı bahşeden”
İngilizler ile müttefiklerinin sözünü dinlemek, ikiletmemek zorundaydı.
Bu yüzden dine (İslam’a) ve namusa savaş açtı.
Milleti namussuzlaştırmak için elinden geleni yapmaya başladı.
Bir ölçüde başarılı da oldu.
*
Cumhuriyet’in ilanını takip eden “korkunç
yıllar”, bu talimatın ürünü.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı, Selanikli’ye “başarı
ve cumhurbaşkanlığı” bahşeden İngiltere ile müttefiklerinin belini kırdı,
havasını indirdi.
Bunlar önce Hitler’in karşısında paçavraya
döndüler.
Daha sonra da kendilerini Hitler’in elinden
alan ABD ile Sovyetler Birliği karşısında ezik hale geldiler.
ABD ile Sovyetler Birliği’nin başlattıkları
Soğuk Savaş dönemi ve kurdukları “dehşet dengesi” Türkiye’de işlerin Selanikli
ölü Mustafa Atatürk zamanındaki gibi devam etmesine imkân vermiyordu.
Bu yüzden Selanikli’nin “dine (İslam’a) ve
namusa” karşı açtığı savaş kısmen akamete uğradı.
Türkiye’nin ABD’nin safında “laikleştirilmiş-ılımlılaştırılmış
İslam” ile yoluna devam etmesine izin verildi.
*
Böylece Kemalizmin/Atatürkizmin İslam’a ve
namusa karşı sürdürmekte olduğu savaşın strateji ve taktik düzeyinde revize
edilmesi durumu ortaya çıktı.
Önceden yapılan şey, dinin ve namusun ülkeden
kazınması esası üzerine kuruluyken, bu defa dinin içeriden tahrif, tahrip ve
tağyir edilmesi, defolu bir namus anlayışının benimsetilmeye çalışılması süreci
başlatıldı.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin
ortaya çıkışı da bu sürecin bir parçası.. Sonradan benzer ilahiyat fakülteleri
açılarak “hizmet” yaygınlaştırıldı.. Kemalist dindarlık “İslam enstitüsü” değil
tengricilik/tanrısallık (ilahiyat) fakültesi istiyordu.
İşte, Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanlığı
görevinde bulunmuş olan emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin’in açıkladığı
üzere Fethullah Gülen ve Mehmet Şevket Eygi gibi isimlerin Özel Harp Dairesi
tarafından ajan olarak işe alınıp istihdam edilmeleri de bu programın alt
başlıklarından birini oluşturuyor.
Doğal olarak (bazen Türk Müslümanlığı/İslamı diye de adlandırılan) “Kemalist müslamanlık” sadece bu
isimler ekseninde oluşturulmaya başlanmış değil.
Yeni Asya gazetesi camiasının lideri Mehmet
Kutlular, 12 Eylül darbesinden sonra MİT’çi bir albayın kendisine gelip “Atatürkçü
Nurculuk” sürecini başlatmaları talebinde bulunduğunu açıklamıştı.
Kendisi kabul etmemişti ama, kabul eden Nurcu
hocalar, abiler, “Bediüzzaman’ın mutlak vekili” havalarında ortada dolaşan satılmış “cemaat
liderleri” vardı.
*
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla
birlikte iç ve dış dengeler değişmeye başladı.
Soğuk Savaş’ın yerini “Yeni Dünya Düzeni”
almıştı.
Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde Batı’nın yeni
düşmanı İslam’dı.. Bunu Batılı devlet adamları ve siyasetçiler açıkça dile
getirdiler.
Aynı dönemde Erbakan liderliğindeki Milli Görüş
hareketi de iktidara yürüme istidadı kazandı.
Barajı aşamayan bir parti olarak siyaset
arenasında sürünmesinden kimsenin şikayeti yoktu. Bu, aynı zamanda rejimin
demokrat görünmesini sağlaması bakımından da işlevsel görünüyordu, fakat iktidar
olması içerideki Kemalist/Atatürkistler ile dışarıdaki “İslam düşmanları”
açısından kabul edilebilir birşey değildi.
28 Şubat süreci bu yüzden yaşandı.. Dışarıdaki
İslam düşmanları ile içerideki din düşmanları elele verdiler.
Erbakan siyasî yasaklı hale getirildi, hem
kendisi hem de partisi tekerlekli sandalyeye mahkum edildi. Milli Görüş’ün
partisi, tarihindeki en düşük oy oranına geriledi.. Aldıkları oy, tüm oyların
zekâtı bile etmiyordu.
*
Eski İslamcılar, Erdoğan liderliğinde “ılımlı
laik, dindar Kemalist” hale gelmiş durumdalardı.
(Bunu siyaset arenasına Anadolu’dan bakarken ya
da medyadaki kayıkçı kavgalarını okurken farkedemezsiniz. Bu acı gerçekle ancak
Ankara’daki siyasetçilerle ve bürokrasi ile temasınız olursa yüzyüze
gelirsiniz.)
2000’li yılların başında artık hem dışarıdaki İslam düşmanları, hem de içerideki din düşmanları, Türkiye’de İslamî hareketi bitirmiş oldukları kanaatine varmış durumdaydılar.
Hizaya getirilemeyen üç beş
kişi kalmıştı, onları da havuç-sopa, zor-zer değirmeninde öğütüp unufak etmek, en kötü ihtimalle 1990’lı yılların yöntemleriyle (trafik kazaları ve zehirlemeler de dahil olmak üzere) tereyağından kıl çeker gibi sessiz sedasız, kimsenin ruhu
duymadan temize havale etmek çocuk oyuncağıydı.
Bu zafer sarhoşluğu, dışarıdaki ve içerideki
İslam düşmanlarının ganimet paylaşımında anlaşmazlığa düşmelerine yol açtı.
Askeri, Emniyetçisi, MİT’çisiyle Kemalistler/Atatürkistler,
İslamcılara karşı asıl mücadeleyi içeride kendilerinin verdiklerini, ellerini
taşın altına koyduklarını, dolayısıyla 28 Şubat’ın bin yıl sürmesini, memleket
bankalarının içini diledikleri gibi boşaltabilmeyi, emekli olduklarında
astronomik ücretlerle özel sektöre transfer edildikleri bir düzenin devam
etmesini, Erbakan’ın (Erdoğan liderliğindeki) eski talebeleri ile Fethullahçıların
28 Şubat’ın meyvelerini toplamalarına izin verilmemesini istiyorlardı.
Ancak, 28 Şubat ihalesini onlara veren dış
güçler buna razı değillerdi.. Olaya dışarıdan baktıkları için daha serinkanlı
ve “duygusallık”tan uzak düşünebiliyor, daha uzun vadeli çıkar hesapları yapıyorlardı. Böyle birşeyin Erbakan’ın eski
takipçilerini tekrar radikalleştireceğinin farkındaydılar.. Bu yüzden,
askerlerin Erbakan’a yaptıklarını Erdoğan’a da yapmalarına yeşil ışık yakmadılar..
MİT de bu süreçte darbecilik histerisi içinde
kriz nöbetleri geçiren askerlere dirsek gösterdi. Muhtemelen, “müttefik”
istihbarat teşkilatları onlara, uluslararası siyasal konjonktürün gereklerini
hatırlatmaktaydılar.
Böylece, 28 Şubat’ın darbeci Kemalistleri
tekrardan “anti-emperyalist” takılmaya başladılar.
Aslında anti-emperyalist falan değildiler..
Sadece ellerindeki yağlı lokmanın kayıp gitmiş olmasından dolayı dertlilerdi.
Kendilerini kullanan dış güçler tarafından
satıldıklarını, kullanılıp kenara atıldıklarını düşünerek kahırlanıyorlardı.
*
Erdoğan, azmi, sebatı ve sabrı ile temayüz
etmiş bir lider olan Erbakan’ın rahle-i tedrisinden geçmiş tecrübeli bir siyasetçi.
Uzlaşmaya açık.. Siyaset gezegeninin yörüngesini “kazan-kazan” ilkesinin oluşturduğunu düşündüğü anlaşılıyor.
Birşey almadan birşey vermenin Allahu Teala’ya mahsus olduğunu biliyor..
Bu yüzden, muhataplarından birşey alabilmek için elindeki pastayı paylaşmaya, bölüşmeye ve en katı düşmanlarıyla bile yeri geldiğinde
masaya oturmaya razı oluyor.
Ancak, bunun da bir sınırı var.. Siyasî
geleceğini tehdit edecek bir hareket gördüğünde herşeyi elinin tersiyle
itebiliyor, masayı devirebiliyor. “One minute” olayının ardında bu vardı.
Aynı nedenle dönemin genelkurmay başkanı
Büyükanıt’la mezar sessizliğindeki Dolmabahçe mutabakatını “imzaladı”.
Ve aynı nedenle Fethullahçılarla karşı karşıya
geldi.
Şu anda yaşanan “teğmenler” krizinde sergilediği tavır da bununla
ilişkili.
Erdoğan’ın artık ölü olan, Anıtkabir’de sessiz
sedasız yatan Mustafa Atatürk’le gerçekte bir sorunu yok.
Teğmenlerin Atatürkçülük/Kemalistlik yapması da
pek fazla dert edeceği birşey değil.. Nitekim kendisi de yeri geldiğinde
Atatürkçülük yapıyor.
Ancak, kendisinin sergilediği bu Kemalistliğin
karşılığı olarak Kemalistlerin de kendisini kabullenmelerini bekliyor.
Fakat bunu göremiyor.
Göremedi.
*
Ve göremeyecek.
"Kazan-kazan çarkı"nın dişlileri burada dönmüyor.
Çünkü Kemalizm/Atatürkizm, Selanikli’nin favori
içeceği rakı gibi.. Şişede durduğu gibi durmuyor.. Cibilliyeti buna müsait değil.
Emin Gürses diye bir tip var.. Şu anda prof.
unvanını taşıyor.. Bir zamanlar FETÖ’nün (Fethullahçı Takiyye Örgütü’nün)
televizyon kanalı Samanyolu TV’nin gediklisiydi diye
hatırlıyorum.
Bakın ne diyor:
“Bu anayasada Türk
kelimesini ister Tayyip Erdoğan, ister Peygamber, ister Atatürk gelsin, kim
kaldırırsa ölümünü beklesin. Bak bunu açık söylüyorum. Bu memleketin hâlâ
Atatürk’e bağlı, Mustafa Kemal’e bağlı Kemalist silahlı adamları vardır. Emniyet’de,
MİT’te, Genelkurmay’da… Bunlar sessiz dururlar, çünkü bunlar vatanın sahipleridirler. Ama bakarlar ki ipin ucu kaçıyor, kimseye acımazlar! Bunu
burdan söylüyorum. Bunu kimse söylemez Türkiye’de! Biz Mustafa Kemal’den
aldığımız talimatla söylüyoruz. Eğer anayasadan Türk milleti lafını çıkaracak biri
varsa mezarlığını Türkiye’nin dışına hazırlasın.”
(https://x.com/search?q=emin%20g%C3%BCrses&src=typed_query)
Çok açık konuşmuş.. "Karşımızdakiler ahmak, ahmaklara lafın tamamını söylemek lazım" babından..
Keşke herkes Emin gibi açık konuşsa da "sessiz" duran "sinsi" alçakları, "Kemalist haşhaşi tarikatı"nın maskeli suikastçilerini bütün millet tanısa..
*
Bu nedir?
Bu şudur: Adına ister Ergenekon deyin,
ister Engerekon, Türkiye’de, kendilerini vatanın gerçek sahipleri, başka herkesi de sığıntı böcek kabul eden, “paralel devlet” olma iddiasında bir "illegal, yasa dışı hain ve katil çete" var demektir.
Kendisini milletin, anayasanın, hukukun üstünde gören, devletin ve milletin imkânlarını kendi sapık zihniyetleri için istismar edip kullanan bir silahlı suç örgütü..
Burada resmen, isim de vererek mevcut
cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ölümle tehdit etme durumu var.
Ve bu tehdide, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem’e yönelik bir edepsizlik de eklenmiş durumda.
Küfür/dinsizlik anlamına gelen bir edepsizlik.
Bunu da ben söylüyorum.
Bunu turfanda Kemalist
Cübbeli Züppe de, sahtekâr Müstafi İsyanoğlu da, “aziz başkanım”
diyerek Erdoğan’a yağcılık yapan tasavvufsuz tarikatçılar da söylemez.
Söyleyemez.
*
Evet, Emin efendi ölümle tehdit ettiklerinin arasına önce lütfedip ölü Atatürk’ünü de ekliyor..
Ölmüş koyunu sözde kurtla korkutuyor..
Fakat hemen arkasından Atatürk’e bağlı silahlı adamlardan, Mustafa
Kemal’den alınan talimattan bahsediyor.
İşte, o kılıç çeken teğmenlerin arkasında bu
kafa var.
Adam kurnaz ya, denkleme bir de MİT’i, Emniyet’i,
TSK’yı katarak bu kurumlardaki “suça meyilli” kişileri tahriki de tehdidine ekliyor.
Bunun adına ajan-provokatörlük denir.
*
Neymiş, Mustafa Kemal’den aldıkları talimat
varmış.
Lan bu milletin de elinde Allahu Teala’nın
talimatnamesi Kur’an var.
Gerektiğinde Allah yolunda savaşacak insanların sadece Afganistan’da, sadece Gazze’de olduğunu mu zannediyorsun?!
Şunun lafına bak: Mezarını, mezarlığını hazırlasınmış!
Alışmışlar faili meçhullerle, trafik kazalı
suikastlerle, zehirlemelerle “putları Atatürk’e kulluk babından kendilerinin imtiyaz/ayrıcalık düzenine hizmet etmeyenleri” ortadan
kaldırmaya.
*
Bu adamın söylediklerinin doğru olduğunu, böyle bir cinayet şebekesinin sessiz/sinsi bir şekilde faaliyet yürüttüğünü bilmiyor değiliz.
Gördük, görüyoruz..
Söyledik, söylüyoruz..
Fakat bunların dindar camiadaki ajanları ve piyonları “Vay
paranoyaklar, vay kumpas destekçileri, vay kendilerini birşey zannedenler, yok böyle
birşey” diye üstümüze salınıyor, konuşturuluyorlar.
Böyle nice satılmış tiple karşılaştık.
O ajanlara aldanan ya da aldanmak işine gelen menfaatperestler
de onları onaylıyor.
Ama işte Allahu Teala adamı böyle konuşturtur,
eteğindeki taşları ortaya döktürür.
Evet, dediğine göre, devlet kurumlarında (akıl hastanelerindeki peygamberler,
Mehdiler gibi) ölü atalarından talimat alan silahlı sinsi adamlar varmış ve
bunlar, birilerini mezara gönderiyorlarmış.
Adam daha ne desin!
Adam "Kör gözüne parmağım!" türünden açıklığın son sınırında konuşuyor.
"Kemalist haşhaşi tarikatı"nı ifşa ediyor.
Bunu biliyorduk, söylüyorduk, aramızdaki dost
görünen düşmanlara ve ahmak dostumsulara anlatamıyorduk, Emin’in gür bir sesle
ilan etmesi iyi oldu.
Bunu ondan duymak güzel.