SEN ÖZGÜRSÜN

 


CİNSİYETİ TOPLUMSAL (TOPLUMUN UYDURMASI, İCADI), ŞERİAT’I DA TARİHSEL (TARİHTE KALMIŞ, ÇAĞDIŞI) GÖSTERMEK






Toplumsal cinsiyet” kavramında “toplumsal”a yüklenen anlam ile, modernist İslam güncellemeciliği tahrifat ve tahribat hareketinin kullandığı “tarihsellik” kavramı arasında bir paralellik, hatta özdeşlik bulunduğu açık.

Şeriat hükümlerinin tarihsel olduğunu söyleyenler, o hükümlerin evrensel (tarih ve coğrafya üstü) olmadığını, belirli bir tarih ve coğrafya (zaman ve mekân) için geçerli kabul edilmesi gerektiğini ileri sürüyorlar.

Onlara göre, farklı zaman ve mekânlarda hükümler değişebilir, hatta mutlaka değişmelidir.

Mesela Allahu Teala’nın Kur’an’daki “hırsızın elinin kesilmesi” emrini alalım.. Bunlara göre, bu şart değildir, farklı bir ceza da verilebilir.. Verilmelidir. (Tarihselcilerin pîri Fazlur Rahman İslam adlı kitabında bunu yazmış durumda.)

*

Tarihsellik safsatasının ardına saklanarak dinde güncelleme yapmanın küfrün ta kendisi olduğuna şu ayet-i kerîme delildir:

"İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrât yanlarında olduğu hâlde, seni nasıl hakem yapıyorlar? Sonra da bunun ardından (senin Tevrat’a uygun hükmünden de) yüz çeviriyorlar. Onlar (Tevrat’a) iman etmiş kimseler değillerdir.” (Maide, 5/43)

Bu ayet-i kerime, tarihselci yaklaşımın asıl mucitlerinin Yahudiler olduğunu gösteriyor.

Adamlar Tevrat’ı resmen tarihselci bir bakış açısıyla yorumlamışlar.. Peygamber Efendimiz s.a.s.’den yaklaşık 2 bin sene önce nazil olmuş bulunan Tevrat’ın hükmünün farklı zaman dilimi ve coğrafyalarda motamot uygulanmasının gerekmediğini düşünmüşler.

Din kültürünün dinamik bir süreç olarak ilerlemesi gerektiği kanaatine varmışlar, onu dondurmanın kendilerini “toplumsal”ın dışına iteceği endişesi kafalarında yer etmeye başlamış.

Tevrat’taki hükümleri tuhaf bir nostalji duygusuyla “olduğu gibi” uygulamaya çalışmanın işe yaramayacağına kani olmuşlar.

Tevrat eksenli “müze-dil”in devrinin geçtiği, Hz. Musa dönemi simülasyonlarıyla oyalanmanın gerçeklikle bağını koparmak anlamına geleceği değerlendirmesini yapmışlar.

Dinin güncellenmesi lazım, hangi devirde yaşıyoruz, 2 bin yıl öncesinin hükümleri bugün uygulanamaz” demeye başlamışlar.

Tevrat karşısında tutuk ve donuk davranmama, sofistike yollar bulma kararı almışlar.

*

Tek kusurları bunun felsefesini ve edebiyatını yapmamış, kavram geliştirmemiş ve adını koymamış olmaları.

Yaptıkları şeyin adını koymyı lüzumsuz görmüşler.

Adamlar hâl ehliymiş, kâl (laf) ehli değil. Edebiyat yapmak yerine yaşıyorlarmış.

Hani bazı çokbilmiş boşboğazlar, “Vaaz etme, nutuk çekme, hayatınla, yaşayışınla, halinle örnek ol!” diyerek vaaz edip nutuk çekerler ya; bunlar tarihselcilik konusunda gevezelik etmek, teoriyle vakit öldürmek yerine işin pratiğiyle meşgul olmuşlar.

Böylece, “güncelleme” yapması için Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e gelmişler.

*

Ancak, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, “Tevrat’taki hükümleri güncelleyemezsiniz” demiş.

Kendisine hüküm vermesi için başvurdukları mesele, bir zina davası..

Tevrat’a göre, zanilerin recmedilmesi, taşlanarak öldürülmesi gerekiyor.

Yahudiler de, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’den bu konuda kendileri için bir güncelleme yapmasını istiyorlar.

Fakat Allahu Teala meseleye el koymuş:

"İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrât yanlarında olduğu hâlde, seni nasıl hakem yapıyorlar? Sonra da bunun ardından yüz çeviriyorlar. Onlar (Tevrat’a) iman etmiş kimseler değillerdir.” (Maide, 5/43)

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hoca, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde bu ayet için şu açıklamayı yapıyor:

Ebu Hureyre, Berâ b. Âzib, İbnü Abbas ve daha birçoklarından gelen rivayetlerin özetine göre Tevrat'ta İsrailoğulları'ndan zina edenlere recm (taşlanmak suretiyle öldürülme) emredilmişti ve bunu tatbik ediyorlardı. Nihayet bir gün büyüklerinden birisi zina etmiş, recm için toplanmışlar, fakat ileri gelen seçkinler ve memleketin saygın kişileri kalkmışlar, [adam Türkiye’nin Deniz Baykal’ı ya da kasetli MHP’lileri gibi büyük olduğundan emrin uygulanmasını] yasaklamışlar. Sonra zayıflardan birisi zina etmiş, bunu recm etmek için toplanmışlar. Bu defa da düşkünler gürûhu kalkmış, "[Büyük olan] Arkadaşınızı recm etmedikçe bunu da etmeyin, [edecekseniz] ikisini de recm edin" demişler.

Bunun üzerine, " Mesele zorlaştı, geliniz bir çaresine bakalım [güncelleme yapalım]" demişler. Recmi bırakıp tahmime [ziftleyip, dövüp, yüzüne kara çalıp, ters olarak eşeğe bindirip gezdirme] karar vermişler ki, yünden örülmüş, zifte bulanmış bir kamçı ile kırk kamçı vururlar, yüzünü karalarlar, ters yüzüne bir eşeğe bindirip dolaştırır teşhir ederlermiş. [Red Kit gibi çizgi romanlarda buna rastlanır.] Peygamberimiz Medine'ye şeref verinceye kadar böyle yapıyorlarmış.

Berâ b. Âzib (r.a.) den rivayet edildiği üzere bir gün Resulullah Medine'de böyle bir yahudinin dolaştırıldığına bizzat rastlamış, âlimlerinden birini çağırmış, "Sizde zina eden kimsenin cezası böyle midir?" diye sormuş, "Evet" demiş. "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah için söyle, kitabınızda zina edenin cezasını böyle mi buluyorsunuz?" deyince, "Böyle yemin vermeseydin söylemezdim, doğrusu recimdir" demiş ....

Sonra yahudi ileri gelenlerinden Yüsre adında bir kadın Hayber ileri gelenlerinden bir yahudi ile zina yapmış, tutmuşlar, Kureyza oğullarından bir takımlarını Resulullah'a göndermişler, "Sorunuz bakalım zina hakkında ona indirilen hüküm nedir? Korkarız ki bizi rüsvay eder, şayet celd (değnekle vurma cezası) derse tutunuz, recim (taşlamayla öldürme cezası) derse sakınınız" demişler.

Gelmişler, sormuşlar. Ebu Hureyre (r.a.)'ın rivayetine göre: "Şu adam ihsanından (namuslu yaşamasından) [muhsanlığından] sonra namuslu bir kadın [Burada galiba sadeleştirmede bir hata var, zina yaptığına göre namuslu değildir, “muhsan” demek gerekiyordu] ile zina etti, seni hakem yapıyoruz, hüküm ver" demişler.

Bunun üzerine Peygamberimiz kalkmış yahudilerin dershanelerine gitmiş, "Ey yahudi toplumu, bana en bilgininizi çıkarınız" buyurmuş, onlar da Abdullah b. Sûriya'yı ... göstermişlerdir ki, henüz genç ve yaşça diğerlerinden küçük ve tek gözlü imiş, Resulullah bununla tenha kalmış ve meseleyi açmış, "Ey İbnü Sûriya Allah'a ve Allah'ın İsrailoğulları'na olan nimetlerine ant vererek söylüyorum. Namuslu [aslı muhsan olabilir] hayatından sonra zina eden kimse hakkında Allah'ın Tevrat'ta recm ile hükmettiğini bilmiyor musun?" buyurmuş, o da: "Allah için evet, ey Kasım'ın babası (Muhammed)! ..." demiş.

Resulullah da oradan çıkmış, gelip hükmünü vermiş, zina eden erkek ve zina eden kadının ikisinin de recmini emretmiş. …

*

O gün için Tevrat’ın nazil olmasının üzerinden yaklaşık 2 bin sene geçmiş bulunuyordu, bin 400 bile değil.

Ve Allahu Teala, tarihselci bir bakış açısıyla güncelleme için Peygamber Efendimiz s.a.s.’e gelen Yahudiler için İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrât yanlarında olduğu hâlde, seni nasıl hakem yapıyorlar?” buyurdu.

Günümüzün Fazlur Rahman gibi yahudileşmiş ilahiyatçıları ise, “Gel vatandaş gel, Allah’ın Kur’an’daki hükümlerini bırak, benim güncellememe gel, ne o öyle el kesme kol kesme!” diyorlar.  

Evet, Peygamber Efendimiz s.a.s., o güncelleme meraklısı tarihselci Yahudilere Tevrat’taki hükmü hatırlatmıştır.

*

Cinsiyet meselesini “toplumsal”a bağlayan “dinimsi sosyoloğumsu” ahir zaman alâmetleri aynı zamanda tarihselci olma, İslam’ın anlaşılması ve yaşanmasının “dinamik bir süreç” olduğunu iddia etme durumundalar.

Tarihselci yaklaşımı reddetmeleri durumunda cinsiyet konusunu “toplumsal” yaftasıyla dinamik (değişebilir, transformasyonel) hale gtirmeleri mümkün olmaz.

Bu durumda cinsiyet alanında donukluk zuhur eder, erkek hep erkek, kadın hep kadın kalır.. Erkeğin kadın, kadının erkek olmasını geçtik, “toplumsallık” bakımından birbirlerine benzemelerinin bile önü kapanmış olur.

Demek oluyor ki çare, dinî hükümler alanında dinamizm ve güncelleme getiren tarihselci yaklaşımın benimsenmesi..

Aksi takdirde dinî emir ve yasaklarda donukluk zuhur eder.. Bu donukluk, cinsiyetle ilgili hükümler bağlamında da kendisini gösterir.

Ancak, yukarıya aldığımız ayet mealinin de gösterdiği gibi, kâfir olmayı göze almadan (dinamizm ve güncelleme yanlısı) tarihselci olmak mümkün değil.

*

Evet, Kur’an hükümlerinin günümüzde aynen uygulanamayacağını iddia eden tarihselci soytarılar, sözde donukluğa karşı dinamizmin, tarihselliğe karşı güncelliğin, yerinde saymaya karşı ilerlemenin, nostaljiye karşı “an”ın tadını çıkarmanın, simülasyona karşı gerçekliğin bayraktarlığını yapıyorlar.

Merhum büyük şair Arif Nihat Asya’nın mısralarını hatırlamamak ne mümkün:

Şu tekbir getiren mağara,
Örümceklerin değil;
Peygamberlerindir, meleklerindir.
Örümcek ne havada,
Ne suda, ne yerdeydi.
Hakkı göremeyen
Gözlerdeydi!

Evet, donukluk Şeriat’te değil, sizin eksik tahtalı çalışmayan kurumuş kafalarınızda.

Tarihsellik, kısa bir süre yaşadıktan sonra nalları dikecek olan sizin bedenlerinize özgü.. Geçmişi ve geleceği, olmuş ve olacak herşeyi bilen Allahu Teala’nın (Nasıl bilmesin ki herşeyi yaratan O), zaman ve mekân üstü hikmetinin eseri olan emir ve yasaklarına (Şeriat’e) değil.

*

Sanki ortada tek bir İslam yorumu var da, donmuşluk diye adlandırılabilecek bir görünüm ortaya çıkmış.

Ümmet 73 fırkaya ayrılmış, isteyen istediğini seçip beğenip alıyor.. Hatta isteyen (Talha Hakan Alp örneğinde olduğu gibi), “Artık müslüman değilim, deistim” vs. diyor.

Donukluk edebiyatı yapılıyor, fakat ortada varlığını sürdüren şey, gevşeklik, sululuk, laubalilik, lakaytlık, “usul”süz müçtehitlik, boşvermişlik, “ben yaptım oldu”culuk, bid’atçilik, “kişiye özel güncellemecilik”, ve de Adnan Oktar vs. tipi “dinamik İslam”.

Hak mezheplerin yerini “ırksal mezhep”ler (Türk Müslümanlığı, Avrupa İslamı, Alman İslamı, Fransız İslamı, Çin İslamı vs.) almış.. Bunlar, hak mezheplere “Arap İslamı” diye savaş açmışlar.

Bazıları da “coğrafî mezhep”ler icat etmişler: Anadolu İslamı/Müslümanlığı, İstanbul İslamcılığı vs..

Geriye, “fırka-yı naciye”den (kurtulmuş topluluktan) olmak için Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabını örnek almaya, onların izini takip etmeye çalışan üç beş kişi kalmış, ve bu “donmuşluk”tan kurtulmuş oynak ve titrek omurgasız güncel kalabalıklar onlara “Bütün çektiklerimiz sizin donmuşluğunuz yüzünden” diyorlar.

Sanki bu üç beş kişiyi dinliyorlar, onların uyarılarına kulak veriyorlar da, onlar olmasa bunlar “Kim tutar bizi” kabilinden muhteşem işler başaracaklar.

Merhum üstad Necip Fazıl,  ''Biz hohlaya hohlaya buz dağlarını erittik; şimdi ortalık çamurdan geçilmiyor'' demişti.

Ortada donmuşluk yok, çamur cıvıklığı ve şekilsizliği var.

*

Şeriat’te donmuşluk yoktur, her zaman her soruya bir cevabı vardır.

Sen, donmuş kafanla ona sırt çevirdiğinde o, donmuş hale gelmez.

Sen artık layık olmadığın için Şeriat’in bayraktarlığı şerefi senin elinden alınır, beğenmediğin samimi ve safderun Afgan mücahitlerine verilir.

“… Kendilerinde olanı değiştirmedikçe (nimete nankörlük yapmadıkça), şüphesiz ki Allah, bir kavme olanı değiştirmez. Fakat Allah, bir kavme kötülük dilediği zaman, artık onu geri çevirecek kimse yoktur. Onlar için O'ndan başka (gerçek) bir dost da yoktur.” (Ra’d, 13/11)


YAHUDİLER’İN “ARZ-I MEV’UD”U BİR SAFSATA MIDIR?






Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan’ın bugünkü (3 Haziran 2024 tarihli) yazısının başlığı şöyle: “Geliyorum diyen tehlike: Arz-ı mev’ud safsatası ve Türkiye’nin parçalanan haritası”.

“Mev’ud”, “vaad edilmiş olan” demek.. Arz-ı mev’ud, vaad edilmiş yer/diyar/arazi/toprak demek oluyor.

Allahu Teala’nın İsrailoğulları’na (ahit alarak, belirli şartlar koyarak) vaadde bulunmuş olduğu doğrudur.

Tevrat ve İncil’de yer alan tabirler, kelimeler ve kavramlar hakkında dikkatli olmamız gerekir.

Bunlardan Kur’an’a ve sahih hadîslere aykırı olanların Yahudi ve Hristiyanlar’ın tahrifatının eseri olduğu anlaşılır..

Aykırı olmayanları ise, hadîste bildirildiği gibi, ne tasdik etmeli, ne de yalanlamalı.. Susmalı, “Biz, Allah’ın indirdiği bütün kitaplarına iman ettik” demeliyiz.

Çünkü Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Siz Ehl-i kitabı (Yahudi ve Hristiyanlar'ı) ne tasdik edin ne de yalanlayın. (Ancak, ayette geçtiği gibi) şöyle deyin: ‘Biz, bize indirilene de size indirilene de iman ettik.’ (Ankebût, 29/46)"

*

Aynı gazetenin 1 Haziran tarihli sayısında ise İsmail Kılıçarslan şunu diyordu:

“Bir din olarak Yahudilik ile bir ideoloji olarak Siyonizm’i Yahudilik ile eşitlemek tam da bu Siyonist köpeklerin ekmeğine yağ sürmek manasına geliyor.”

Bu, Batılı istihbarat servislerinin, dış politika mahfillerinin ve onlarla bağlantılı akademisyenlerin ürettiği “din olarak İslam – ideoloji olarak İslamcılık” ayrımını ters çevirip Yahudiler’e karşı kullanma kurnazlığı ise de, daha işe yarar ve makul bir yaklaşım gibi görünüyor. (Yahudiler, küffara şirin görünmek için kendilerini dinci değil dindar ilan eden yerli-milli angut sefiller ile münafıkların aksine, bunu “satın almaz” ve “yemezler”, o ayrı.)

Böylesi yaklaşımlara başvurulduğunda, hiç değilse işin ucu Tevrat’a karşı küstahlık yapmaya kadar gitmez.

Evet, şu anda Yahudiler’in ellerinde olan Tevrat’ta yer alan “arz-ı mev’ud” tabiri için safsata demek, kulluk edebine, İslam terbiyesine, ve İslam’ın (Allah’ın bütün kitaplarını ve bütün peygamberlerini tasdiki emreden) iman esaslarına sığmaz.

*

Ancak, “tanıdığımız” Yusuf Kaplan’ın kastının bu olmadığını biliyoruz.. Derdini “maksadını aşar” tarzda ifade etme dikkatsizliği ve özensizliği sergiliyor.

Günde iki defa zamanı doğru gösteren bozuk bir saat gibi arasıra doğru laflar da söyleyen şiirsiz şair İsmet Özel’in bir videosuna rastladım, şöyle diyordu:

“Bir yahudinin dünyanın her yerinde rahat yaşaması için gerekli şartlara insan hakları deriz. İnsan hakları bütün insanları ifade eden birşey değildir. İnsan hakları denilen şey doğrudan doğruya bir tip insanın özellikleri hesaba katılarak tespit edilmiş birşeydir. Belli bir insanı esas alır, o da yahudidir. Yani insan hakları, yahudi haklarıdır. Bunun literatürde de yeri vardır. Yani bugün sapık görüşlere sahip olmamızın sebebi kapitalizmdir. Yani insanların para mukabili hayatlarını idame ettirmeleri.. Bütün milletleri şekillendiren üç esas demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi.. Bu üç esas dışında herkes herşey olabilir….”

Özel’in, fikriyat.com’da Niçin Batı’nın gerisinde kaldık?” başlıklı bir yazısı yayınlanan Mustafa Özcan’ın tam zıddı bir noktada durduğu görülüyor.

*

Her ne kadar gerçeklikte tekdüze ya da tek-örnek bir “yahudi tipi” yoksa da, içlerinde zümrüdüanka kabilinden tek tük vicdanlılara rastlanabiliyorsa da, ve de insan hakları sadece yahudi hakları değil aynı zamanda “satanist hakları, eşçinsel sapık hakları, Budist hakları, müşrik Hindu hakları, (ve Tükiye için konuşmak gerekirse) Şeriat düşmanı Kemalist hakları” ise de, Özel’in sözleri, günümüzde “insan hakları” kavramının niçin bu kadar revaçta olduğu hususuna ışık tutuyor.

İnsan hakları kavramı, insanlıktaki "insanî" ilerleme ve tekâmülü, olgunlaşmayı, gelişmeyi ve medenîleşmeyi değil, bazı "tip insanımsı"lara "sınırsız sapıklaşma ve vahşîleşme özgürlüğü" tanınmasını ifade ediyor.

Evet, insan hakları için yahudi hakları yerine “sapıklık hakları” demek daha doğru olabilir.. Daha kapsayıcı, daha kuşatıcı, vakıaya daha uygun.

Ve, Özel’in dile getirmeye çalıştığı gibi, demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisi, “evrensel değerler” haline getirilmiş durumda.

Tarihsel kabul edilmiyorlar.

*

Türkiye’nin modernist ilahiyatçı soytarılarına göre Kur’an’ın hükümleri bile tarihseldir, güncellenmeye muhtaç donmuş hükümlerdir, çağdışıdır, ilerici dinamizmden yoksundur, evrensel geçerliliğe sahip değildir, fakat demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisi evrenseldir.

Evrensel oldukları için ABD, Avrupa ve NATO, bu evrensel değerleri hakim kılmak için (yanına laik Türkiye'yi de alarak) Afganistan’a özgürce, vahşîce ve sapıkça müdahale edebilir.

"Evrensel" hakkıdır.

Fakat Afgan halkı Şeriat’i kendi ülkesine hakim kılma hakkına sahip değildir, çünkü o, tarihseldir.

Dolayısıyla müslüman Afgan, birtakım sapıklıklara "evrensel insan hakları" olma imtiyazı tanımak istemediği için özgür vahşetin evrenselliğiyle tanışmayı hak etmektedir.

“Şirksiz iman” evrensel değer olmadığı için Müslüman’ın İslam’ı dünyaya hakim kılmak için cihat etmesi insanlık dışıdır, fakat “İngiliz-Yahudi medeniyeti”nin dünyaya bombalarla, füzelerle demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa götürmesi onun doğal (ve de tarihsel olmayan) evrensel hakkıdır.

*

Arz-ı mev’ud konusunu nasıl değerlendirmeliyiz sorusuna bir başka yazıda cevap arayalım inşaallah.


"DERİN" SİYASETİN DİAMOND PİYONU

  Diamand adlı sümsük ve sünepe süprüntü, "Şeriatın haricindeki hiçbir sistemde altı yaşındaki bir kızla evlenemezsin" diyormuş. Ö...