ANKARA EKOLÜ ŞOVMENLERİNE (ATATÜRK KONULU BİR ÖRNEK OLAYLA) ÜCRETSİZ “METİN TENKİDİ” KURSU - 2

 





ANKARA SÜNNETSİZLER EKOLÜNÜN YEDİĞİ NANELERE YAKINDAN BAKIŞ - 13

Önceki yazılarımızı okuyanlar, Sünnet (Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in hadîsleri) söz konusu olduğunda zamanımızın angut diplomalı cahillerine "metin tenkidi" adı altında eleştiride bulunma hakkı tanımanın, cani ruhlu eşkıyaya yasal dokunulmazlık ayrıcalığı tanımaktan ve eline de hançer, tabanca vs. vermekten farksız olduğunu anlamış olmalıdırlar.

İnsanların küfre düşmeleri ve şirke bulaşmaları söz konusu olduğunda yapılan uyarılara "İnsanların laflarını 'metin tenkidi'ne tabi tutup onları tekfir edemez, küfre düştüklerini söyleyemezsiniz" diye konuşup yazmayı (laik rejimin verdiği bir vazife olarak) vird-i zeban edinmiş olan hassas ruhlu çıtkırıldım ilahiyatçılar, bu Sünnet tekfircileri söz konusu olduğunda lâl ü ebkem kesiliyor, ikrar ve tasdik şarkısını sükut makamında meşk ediyorlar. 

Oysa, nasıl fetva verme söz konusu olduğunda "İçtihat, müçtehitliğin gerektirdiği donanım ve müktesebata sahip ehil kişiler tarafından usûle uygun biçimde yapılmalıdır" diyorlarsa, kaynaklarda yer alan hadîsleri metin tenkidine tabi tutacak kişilerin de hem usul ilimlerini (fıkıh usulü, hadîs usulü, tefsir usulü), hem Kelam ilmini, hem Kur'an tefsirini, hem bilgi ve bilim felsefelerini, hem de İslam tarihini ve Hz. Peygamber s.a.s.'in hayatını çok iyi bilme, ilimde rüsuh kesbetmiş yed-i tûlâ sahibi âlim olma durumunda olduklarını söylemek zorundadırlar.

Fakat bunu söylemiyorlar.

Sonra da, ilahiyat fakültesi diplomasını almış olmakla birlikte okulunun ders kitaplarını bile başından sonuna kadar atlamadan okumamış, Kütüb-ü Sitte'nin tamamını geçtik birini bile baştan sona okuma zahmetine katlanmamış, bir tane bile tefsir kitabını başından sonuna okuyup bitirmemiş (titr, unvan, madalya ve plaket meraklısı) acemi akademi esnafı çıraklarının doktora tezi vs. diye ahmaklık ve aptallık anıtı zırvalar mecmuası kaleme almaları, Türkiye'de din bilimleri alanında yaşanan ilerlemenin semeresi gibi gösteriliyor.

İlerleme dedikleri aslında tereddî, tedennî, tefessüh ve ahmak cahil cüretkârlığı.

*

Bu metin tenkidi adlı artistik gevezeliğin mahiyetinin güncel müşahhas örnekler üzerinden tartışma konusu yapılmasında, daha iyi anlaşılması bakımından fayda var.

Mesela Mustafa Kemal Atatürk'e ait sözlerin (rivayetlerin) metin tenkidine tabi tutulduğunu düşünelim.

O zaman hadîsler için söz konusu edilen ölçütler üçe inecektir:

Bir: Dil (ifadelerdeki tutarlılık)

İki: Akılla çelişmeme.. 

Üç: Tarihî verilere uygunluk.

İsteyen, hadîsler için getirilen "Kur'an'a uygunluk" şartını Atatürk söz konusu olduğunda "Nutuk'a uygunluk" olarak da alabilir. 

"Sahih sünnete uygunluk" şartı da "Atatürk'ün meşhur sözlerine uygunluk" filan gibi bir kisveye büründürülebilir.

*

İmdi, Atatürk'ün diline (ifadelerindeki tutarlılığa) bakıldığında, neredeyse bütün sözlerinin kaldırılıp atılması gerekir.

Mesela bir taraftan "Hakimiyet (efendilik) kayıtsız şartsız milletindir" derken, diğer taraftan "Köylü milletin efendisidir" diye konuşabilmiştir.

"Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" diyen adam, ilke ve inkılapları olarak bilinen politikaları hayata geçirirken millete hiç sormamış.

Millete sormadığı gibi, işin ucunda "ihtimal bazı kafalar"ın selameti korkusu bulunduğu için kimse çıkıp fısıltı kabilinden bile itirazda bulunamamış.

Bulunulamadığı için de mantıksızlık devletin kurumsal alamet-i farikası haline gelmiş, Anayasa'ya, "Hakimiyet, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerin korunması kaydı ve şartıyla milletindir" ifadesi, "Anlarsın ya" kabilinden kapalı ifadelerle yazılmış. 

Olaya dışardan bakanların aklı, havsalası ve mantığı, icraat özürlü "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" söylemi ile, (icraatle taçlandırılan) "Hakimiyet, Atatürk ilke ve inkılaplarına boyun eğip teslim olması şartı ve kaydıyla milletindir" katı gerçekliği arasındaki çelişkiyi çözemiyor, fakat nasılsa Atatürkçülük/Kemalizm bu konuda rahat.

Rahat, çünkü aklın ve mantığın prangalarından kurtulmuş, özgürleşmiş., 

*

Atatürk'e ait metinlerdeki "dil (ifadelerdeki tutarlılık)" meselesi böyle.

"Akla uygunluğa" gelelim.

Burada söz konusu olan, Atatürk'ün sözlerinin akla uygunluğu değil, akla uygun olsa da olmasa da "o sözlerin Atatürk tarafından söylenmiş olması"nın akla uygunluğu meselesidir. 

Mesela Atatürk'ün "Bir Türk dünyaya bedeldir" sözünü alalım.

Bu söz akla uygun mudur?

Değildir!

Türkiye hapishanelerinde gün sayan binlerce, onbinlerce cani, hırsız, ırz düşmanı, dolandırıcı, gaspçı, tecavüzcü vs. mevcut.. Şimdi bunlardan birini alıp "Bu Türk, dünyaya bedeldir" diye konuşmak akıllıca olur mu?!

Atatürkçülüğe göre bu söz doğru, akla göre ise yanlıştır.

Bir başka örnek: "Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur."

Evet Türk gençlerinin damarlarındaki kanda da alyuvarlar ve akyuvarlar mevcut, fakat muhtaç olduğu kudreti ara ki bulasın..

Söz akla uygun değil, fakat Atatürk'ün böyle konuşmuş olması akla uygun.

Eğer böyle bir söz Hz. Peygamber s..a.s.'e ait bir hadîsmiş gibi rivayet edilseydi onun uydurma olduğunu rahatça söyleyebilecektik, fakat Atatürk'e aidiyet söz konusu olduğunda onun böyle konuşmuş olması "akla uygun"dur.

*

Gelelim "tarihî verilere uygunluk" bahsine..

Bu meselenin anlaşılması için, sözün uzaması pahasına Atatürk'ün mektuplarından birini örnek göstermek zorundayız:

Mektup, Atatürk'ün anasına yazmış olduğu şu meşhur mektup.. (Bkz. Salih Bozok, Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor, haz. Can Dündar, 7. b., İstanbul: Doğan Kitapçılık  2006. s: 72-74;  Sadi Borak, Atatürk'ün Özel Mektupları, İstanbul: Kırmızı Beyaz Yayınevi, 2004, s. 253-255.)

Ağustos 1919'da yazılmış.. 

Mektubu Zübeyde Hanım'a götüren, Atatürk'ün yaveri Salih Bozok..

Atatürkçülerin/Kemalistlerin (mesela odatv'cilerin) çok sevdiği bu mektuba, İpek Çalışlar'ın Mustafa Kemal Atatürk - Mücadelesi ve Özel Hayatı adlı kitabının tanıtım ifadelerinde de atıfta bulunuluyor.

Kitabın internetteki tanıtım ve reklam sayfalarına tıklayın, önünüze bu mektup gelir.

Yani önemli (ya da önemsenen) bir mektup.

O mektubunda Atatürk şöyle diyor:

Muhterem Valideciğim,

... Malumunuzdur ki, daha İstanbul’da iken ecnebi [yabancı] kuvvetlerin devleti, milleti fevkalade sıkıştırmakta ve millete hizmet edebilecek ne kadar adamımız varsa cümlesini hapis ve tevkif ve bir kısmını Malta’ya nefy ve tazip etmekte [sürgün ve azap etmekte] pek ileri gidiyorlardı. 

Demek ki yabancı devletler, devleti (Osmanlı Devleti'ni) fevkalade, yani normalin üstünde sıkıştırmışlar.

"Millete hizmet edebilecek" ne kadar "adam" varsa ya hapsetmişler, ya da Malta'ya esir olarak sürmüşler.

Ortada millete hizmet edecek "adam" bırakmamışlar.

*

Mektubu okumaya devam edelim:

"Bana nasılsa ilişememişlerdi."

İlişmemişlerdi değil, ilişememişlerdi diyor.

Neden ilişememişlerdi?

"Nasılsa" dediğine göre bunu kendisi de bilmiyor olmalı.

Acaba Atatürk'ü "adam"dan saymamışlar mıydı?

Onu "millete hizmet edebilecek" bir adam kabul etmemişler miydi?

Bunu bilmiyoruz. 

Mektuba dönelim:

"Fakat 3. Ordu müfettişi olarak Samsun’a ayak basar basmaz İngilizler benden şüphelendiler."

Şimdi o "nasılsa" anlaşıldı.

Demek ki Atatürk, İngilizler'in kendisinden şüphelenmediği biriymiş.

Acaba bunu neye borçluydu?

Samsun'a ayak basar basmaz şüpheleniyorlar da, Samsun'a gitmek ister istemez neden şüphelenmemişlerdi?

*

İngilizler, Atatürk karşısında sergiledikleri tavrı Vahideddin'den esirgeyeceklerdi. 

Murat Bardakçı’nın Şahbaba adlı ayrıntılı araştırmasında aktardığına göre, “Padişah ve Halife” Vahideddin, Mustafa Kemal’in Osmanlı Devleti’ne ihanet ettiğini fark ettiği için, Anadolu’ya gitme ve direniş hareketini bizzat yönetme kararı almış bulunuyordu.

Ancak, İngilizler buna müsaade etmemişlerdi.

Okuyalım:

Sakarya’dan [10 Eylül 1921] bir buçuk – iki ay önceydi [10 Temmuz 1921 – 24 Temmuz 1921 arasında yaşanan Kütahya-Eskişehir Muharebeleri bozgunu sonrası, Temmuz sonları]. Sultan Vahideddin’in ablası Mediha Sultan’ın oğlu Sami Bey Baltalimanı’ndaki [Sarıyer] sarayda bir gece saat 10 sularında haremini ve çocuklarını topladı. Oğullarına “Sabah erkenden dayıbabayla [Sultan Vahideddin’le] Anadolu’ya geçiyoruz dedi. “Söğüt yatıyla gidiyoruz. Ben dayıbabanın yaverliğini yapacağım. Annelerinize iyi bakın. Tabancalarınız var, Rum gelirse vurun.”

Sami Bey bunları söylerken kızı Hatice ağlıyordu.

Yol hazırlıkları hemen başladı. Bavulların yapılması sabahın dördüne doğru tam tamamlanmıştı ki, hizmetkârlar bir ziyaretçinin geldiğini söylediler.

Misafir, İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold‘du [Sir Horace Rumbold].

Habersiz, üstelik de böyle bir vakitte [sabahın 4’ünde] gelişinden dolayı sadece birkaç kelimeyle özür diledi ve derhal Yıldız’a çıkıp Vahideddin’le görüşmek istediğini söyledi. Kendisi hükümdarı o saatte rahatsız edemezdi ama Sami Bey’le beraber gidebilirlerdi…

Saraya vardıklarında güneş yeni doğuyordu. Yüksek Komiser, yol hazırlığını belli etmemeye çalışan hükümdara hitaben kısa konuştu: “Siz giderseniz, biz de [İngilizler de] gideriz” dedi. “İstanbul’da tek bir İngiliz neferi bile kalmaz. [Büyükçekmece’ye 20 km mesafede bulunan] Çatalca’nın ilerisinde 5 bin Yunan askeri hazır bekliyor. Biz gideriz, onlar gelir. Karar sizin.” 

Sonra “Majesteleri” dedi, hafif şekilde öne eğildi, emperyal bir selam verip salondan çıktı.

Yıldız ve Baltalimanı’nın hizmetkârları hazırlanmış bavulları sabahın erken saatlerinde boşaltmaya başladılar. Elbiseler ve üniformalar çıkartıldıkları gardroplara yeniden yerleştirildi…

Rumbold’un teşebbüsten hangi vasıtayla haberdar olduğu, seyahat hazırlıklarını İngilizler’in kulağına Vahideddin’i kararından vazgeçirmeye çalışanların mı yoksa başka çevrelerin mi fısıldadığı hiç öğrenilemedi.

(Murat Bardakçı, Şahbaba, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 2006, s. 219.)

Gerçekte, “resmî tarih”in gözlüğüyle bakıldığında, İngilizler’in işbirlikçileri “hain” Vahideddin’i Ankara’ya gitmesi için cesaretlendirmeleri, teşvik etmeleri, hatta zorlamaları gerekirdi.

*

Gitseydi ne olurdu?

Ortada henüz bir başarı yoktu. 

Yunanlılar Kütahya-Eskişehir Muharebeleri’nde İsmet İnönü komutasındaki 70 bin kişilik orduyu darmadağın etmişlerdi.

Ordudan geriye sadece 30 bin kişi kalmıştı. 

40 bin kişi kayıptı.

Ve, Atatürk, kalan 30 bin kişiyi de Ankara’nın ve Kızılırmak’ın doğusuna çekme kararı almış durumdaydı.

Ayrıca, TBMM’nin de bir hafta içinde (yedi gün içinde) Kayseri’ye taşınması kararlaştırılmıştı. 

Atatürk'ün Yunus Nadi gibi adamları rüzgâr gibi bu şehre gidip sonradan Kayseri Lisesi olan binayı meclis için derhal hazırlamaya başlamışlardı.

Yani Ankara, Yunan’a altın tepsi içinde sunulacaktı.

 Atatürk ve etrafındakiler bir hafta içinde Kayseri'ye kaçacaklardı, pardon çekileceklerdi.

Ancak, TBMM’deki “muhalif milletvekilleri (hainler)” buna izin vermeyecekler, Sakarya Meydan Muharebesi’nin yapılmasını sağlayacaklardı.

Atatürk'ü, istemediği halde savaşa zorlayacak, onu (ilk defa olmak üzere) cepheye gitmek zorunda bırakacaklardı.

*

Evet, Vahideddin’in Ankara’ya gitmesi, Mustafa Kemal’in Vahideddin’e biat tazelemesinden, tekrar "kulluk" arzetmesinden başka bir sonuç veremezdi.

Ancak Vahideddin, Mustafa Kemal kadar şanslı değildi. İngilizler, onun Samsun’a gidişini engellememişler, istediği “vize”yi vermişler, İstanbul’dan göndermişlerdi.

Hem de kalabalık bir heyetle birlikte..

Vahideddin’in Anadolu’ya geçme teşebbüsünü ise, daha fikir aşamasındayken engellemişler, ve istihbaratlarının hiç de fena olmadığını, gizli servislerinin gayet iyi çalıştığını göstermişlerdi.

Aynı istihbarat (gizli servis), Mustafa Kemal’in Samsun’a hareketi sırasında ise “nal toplamıştı”.

Keloğlan masalları formatındaki “resmî tarih”e göre, durum buydu.

*

Atatürk'ün anasına yazdığı mektuba dönelim: 

"[İngilizler] Hükümete benim [Anadolu'ya] sebeb-i izamımı [gönderilme nedenimi] sordular."

Buna edebiyatta "tecahül-ü arifane" sanatı deniliyor. Bilip de bilmezlikten gelmek.. Şarkı ve türkülerde bolca rastlanan "Bilmem ki neden şöyle oldu, bilmem ki niye böyle yaptın?" türünden "salağa yatma" numarası yani..

Niçin gönderildiğini en iyi İngilizler biliyorlar, çünkü böyle birinin Anadolu'ya gönderilmesini isteyenler kendileri..

Nitekim, Millî Savunma Bakanı Şevket Turgut Paşa bunu onlara hatırlatıyor.

Neyse, biz tekrar mektuba bakalım:

"Nihayet İstanbul’a celbimi (çağırılmamı) talep ve bunda ısrar ettiler."

İşte dananın kuyruğu burada kopuyor, zurna zırt diyor..  

İngilizler herkesi tutuklar ya da Malta'ya sürerken, "nasılsa" Atatürk'e dokunmuyorlar.

Ondan hiç şüphelenmiyorlar.

Dokunmamak bir yana, Samsun'a gitmesi için vize veriyorlar.

Sonra da, İstanbul Hükümeti'nin verdiği olağanüstü yetkileri cebine koyup Anadolu'ya kapağı atınca "nasılsa" ansızın pireleniyorlar.

*

Mektuba dönelim:

"Hükümet beni iğfal ederek (gaflete düşürüp aldatarak) İstanbul’a celp ve İngilizlere teslim etmek istedi."

Peki onu daha önce niçin göndermişlerdi?

Niçin müfettiş etiketli Anadolu genel valisi yapmışlardı?

Başka birini gönderemezler miydi?

Ya da, daha baştan Karabekir'e bir yazı gönderip, "Sana müfettişlik adı altında olağanüstü yetkiler veriyoruz" diyemezler miydi?

Niçin dememişlerdi?

Biz yine mektuba bakalım:

"Bunun derhal farkına vardım."

Yani Hükümet'in kendisini iğfal etmek istediğinin derhal farkına varmış.

Adamın başkalarından farkı, sözlerine bakılırsa, işte bu.. 

O, herşeyin derhal farkına varıyor. 

Üzerinde Güneş batmayan imparatorluk olduğu söylenen İngiltere ise, o kadar diplomatına, siyasetçisine, stratejistine, kurmayına, tarihçisine, bilim adamına, komutanına, istihbaratçısına rağmen, farkına varamıyor, ayakta uyuyor, uyanmak için adamın Samsun'a ayak basmasını bekliyor.

*

Tekrar mektuba dönelim:

"Ve bittabiî kendi ayağımla gidip esir olmak doğru değildi. Padişahımıza hakikat hali yazdım. Ve gelemeyeceğimi arz ettim. Zat-ı şahane de evvela buna muvafakat etti (hak verdi)."

Ancak, sonrası var:

"Fakat daha sonra İngilizlerin tazyiki (baskısı) ziyadeleşti (fazlalaştı)."

Yani "Padişahımız'ı, Zat-ı Şahane'yi" İngilizler zorluyor ve sıkıştırıyorlar..

Fazlasıyla..

Böylece Vahideddin, "devleti kurtarmak" için gönderdiği adamla İngilizler'in keyfi için uğraşan hain pozisyonuna düşürülüyor.

İngilizler bunu niçin yapmış olabilirler acaba?

İsmet İnönü'nün 54 yıl sonra gelecek olan itirafı bir cevap olabilir mi:

"İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur." 

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

Atatürk, asıl mücadelesini, Yunan'a ve (Mazhar Müfit ile Süreyya Yiğit'e daha Erzurum'dayken açıkladığı gibi) Vahideddin'in başında bulunduğu Osmanlı Devleti'ne karşı vermişti.

İngilizler, Atatürk'ün başarısı için ne tür katkılarda bulunmuşlardı?

*

Mektuba dönelim:

Nihayet o da [Padişah da] İstanbul’a avdetimi (dönmemi) irade etti (istedi). Bu suretle artık resmî makamımda kalmaya imkan göremediğim gibi askerliğimi muhafaza ettikçe İngilizlerin ve hükümetin hakkımdaki ısrarına mukabele edilemeyecekti (karşı konulamayacaktı). Bir tarafında bütün Anadolu halkı tekmil millet hakkımda büyük bir muhabbet ve itimat gösterdi. “Seni bırakmayız” dediler. 

Tabiî ki Atatürk, anasına yazdıklarını o günlerde millete de söylüyor, Zat-ı Şahane'nin, Padişahımız'ın İngiliz zorlaması ve baskısı yüzünden kendisini mecburen çağırdığını, aslında bunu istemediğini açıklıyordu. 

Vahideddin öldükten sonra ise meşhur Nutuk'unda onu "sefil, adi mahluk, hain, alçak, aciz, kıymetsiz, duygu ve düşünceden yoksun, şahsî vaziyet ve hayatından başka birşey düşünmeyen pespaye" gibi sıfatlarla, atalarından miras kalmış olması gereken anane ve geleneklere göre yâd edecekti. 

*

Atatürk'ün anasına yazdıklarını okumaya devam edelim:

"Filhakika (hakikaten) vatan ve milletimizi kurtarabilmek için yegane çare askerliği bırakıp serbest olarak milletin başına geçmek ve milleti yekvücut bir hale getirmekle hasıl olacak kudret ve hareket-i milliyeyi (millî hareketi) hüsn-i istimal eylemekten (güzelce kullanmaktan) başka çare mutasavver değildi (düşünülemezdi). Binaenaleyh (bundan dolayı) ben de böyle yaptım. Elhamdülillah muvaffak (başarılı) da oluyorum."

O sırada başarılı olduğu şey, vatan savunması değil..

Çünkü o günlerde (aylarda, bir yılı aşkın süre) toplantı yapıp nutuk atma dışında yaptığı birşey yok.

Din istismarı alanında da eşsiz bir performans sergiliyor. Millete kendisini kabul ettiriyor.

Böylece kendi "şahsî vaziyeti" bakımından başarılı olma fırsatını yakalıyor.

O anki derdi, ne yapıp edip "milletin başına geçmek".

*

Askerliği bırakması, "emir almayı bırakması" anlamına geliyor. "Milletin başına geçilmesi" için bu adımın atılması şart.

"Hareket-i milliyeyi kullanma" işinde mesafe almak için "milletin başına geçmek" lazım.

Ve Atatürk bunda muvaffak da oluyor.

Böylece, denklemden Padişah ve İstanbul Hükümeti düşmüş, gelecekte bir üflemeyle yıkılacak hale getirilmiş oluyor.

Kim sayesinde?

İngilizler sayesinde.. Filhakika İsmet İnönü ne söylediğini bilerek konuşuyor.

İngilizler Padişah'ı (istemeyerek, görünüşte de olsa) Atatürk'e muhalefet ediyor konuma düşürmeseler, ileride Atatürk Padişah'ın sırtına tekme indiremeyecek, ona hain diyemeyecek, "sefil, adi mahluk, alçak, aciz, kıymetsiz, duygu ve düşünceden yoksun, şahsî vaziyet ve hayatından başka birşey düşünmeyen pespaye" diye saydıramayacak..

Dahası, millete şapka giydiremeyecek..

İngiliz alfabesini zorla dayatamayacak..

Tesettürü (İslamî örtünmeyi) kaldıramayacak..

*

Mektuba dönelim:

"Pek yakında netice-i maddiyeyi (maddi sonucu) bütün cihan (dünya) görecektir. Ben bu suretle hareket edince İngilizler derhal yalvarmaya başladı. Ve beni kazanmaya çalıştı. Her şeyi (Padişah’ı ve İstanbul Hükümeti’ni zorladıklarını) inkar ettiler. Ve bütün kabahati bizim hükümete attılar."

Demek ki İngilizler'le irtibatı devam etmiş..

Siyaset icabı politika değiştirmeyi..

Böylesine keskin ve kıvrak manevralar yapmayı..

İnsanları "kazanma"yı çok iyi bildikleri anlaşılan İngilizler, Atatürk'ü daha İstanbul'dayken kazanmaya çalışmış olabilirler miydi?

Ya da olamazlar mıydı?

Ancak, kazanamadıkları ya da kazanmaya gerek görmedikleri birçok kişiyi tutukladıkları veya Malta'ya sürdükleri malum..

Atatürk'e ise "nasılsa" ilişememişlerdi..

*

Mektubu okumaya devam edelim:

"Hakikaten hükümet de benimle uğraşmak istedi. Fakat kuvveti buna müsait gelmedi. Ve gelemez."

Peki bunu İngilizler neden akıl etmemişlerdi?

Bunu anlayacak akıl bir tek Atatürk'te mi vardı?

Hükümet'in Atatürk'le uğraşmaya kuvvetinin elverişli olmadığını İngilizler neden anlayamamışlardı?

Hiçbir şeyi anlayamama konusundaki bu olağanüstü ve sıradışı kabiliyet ve becerilerinin ardındaki sır neydi?

*

Biz yine mektuba dönelim:

"Daha bir zaman bu suretle Anadolu içinde çalışmakla her şey hallolacaktır. Kariben [yakında] Meclis-i Mebusan [yeni Millet Meclisi, TBMM] toplanacak ve meşru bir hükümet mevki-i iktidara (iktidar konumuna) geçecektir."

Öncelikli mesele vatanın kurtarılması değil..

Cephede savaşmak, düşmana mermi yağdırmak hiç değil..

Kahramanımız "Anadolu içinde çalışmakla" meşgul.. 

"Mevzubahis olan başına benim geçeceğim meclis ise, vatan da teferruattır" modunda.

Milletin başına geçecek ya, bir meclise ihtiyacı var.. 

O meclise dayanarak bir hükümet kuracak, "iktidar konumu"nu ele geçirecek..

Böylece, vatanı değilse de Anadolu'daki "şahsî vaziyet"ini kurtarmış olacak.

Vatan savunması bekleyebilir..

Nasıl olsa İngiliz, Yunan'a Milne Hattı talimatıyla İzmir dağlarında ot yolduruyor, çiçek toplatıyor..

*

Bu arada İngilizler bir Milne Hattı da İstanbul'da kuracaklardır.

Ankara'da toplanacak olan meclise oyun alanı açılsın, nevzuhur meclis mevcut meşru rakibinden kurtulsun, millî irade gaspçısı gibi görünmesin diye İstanbul'daki Meclis-i Mebusan'ı (Milletvekilleri Meclisi'ni) kapatacaklardır.

Ayrıca Osmanlı Erkân-ı Harbiye'sini de (Genelkurmay Başkanlığı'nı) basacak, işgal edeceklerdir.

Böylece, Anadolu'daki bütün askerî birimler "boşluğa düşecek", ister istemez, ayakta kalmış tek mercî olarak Ankara'yla temas kurmak zorunda kalacaklardır. 

Filhakika, İsmet İnönü'nün buyurduğu gibi, "İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur".

*

İstanbul'daki bütün bu İngiliz baskısının, tutuklamaların, Malta'ya sürülmelerin, Meclis-i Mebusan'ın kapatılmasının pratikteki sonucu budur:

Ankara'da toplanacak Meclis'e varlık gerekçesi ve zemini oluşturmak, yeni bir hükümete alan açmak.

İngilizler'in siyaset satrancındaki hamlelerinin sonucu bu olduğuna göre, İngiliz "devlet aklı" ya da "üst akıl"ı, herşeyi bu sonucu gerçekleştirmek için mi yapmıştı?

Yoksa onlar, ne yaptıklarını bilmeyen bir akılsızlar kumpanyası olarak mı icra-yı faaliyette bulunuyorlardı?

Taşı gediğine koyma işi İsmet İnönü'ye düşüyor: 

"İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur." 

*

Tekrar mektuba bakalım:

"Ben de ihtimal o zaman İstanbul’a geleceğim."

İstanbul'a gitmesi ihtimalini vatanın kurtarılması ve İngilizler'le savaşılıp onların mağlup edilmesi "ihtimal"ine bağlamıyor.

Kendisinin "Anadolu'da çalışıp (savaşması değil)" yeni bir meclis toplaması ve yeni bir hükümet kurması şartına bağlıyor.

Bu kadarını, elini kolunu sallayarak İstanbul'a dönmesi "ihtimal"i için yeterli görüyor.

Adamda "İngilizler beni terörist diye tutuklar Malta'ya sürer, Osmanlı Hükümeti de isyancı diye tutar yargılar" gibisinden bir endişe yok.

Kafasının İngilizler yönünden rahat olduğu anlaşılıyor.

Padişah ve Osmanlı Hükümeti de İngilizler tarafından balmumu gibi yoğurulup felç hale getirilmiş olduğu için onlardan yana korkusu hiç yok.

Karışık bir denklem gibi görünüyor, değil mi?.. Üzülmeyin, İsmet İnönü'nün vecizesi bütün soruları cevaplıyor:

"İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur." 

*

Mektuba dönelim:

"... Tekrar Erzurum’a döneceğim. Tekrar ediyorum. Her işittiğinize önem vermeyiniz."

Mektup Sivas'ta (Sivas Kongresi öncesinde) yazılmış.

Atatürk'ün "Her işittiğinize önem vermeyiniz" vecizesi, herhalde Atatürkçülerden ilkokuldan itibaren dinlemek zorunda kaldığımız masallar için de geçerli olmalıdır.

Evet, Atatürk, mektubunun devamında anasına şunu da söylüyor ve böylece filmin kopmasına, kafamızdaki sigortaların atmasına neden oluyor:

"Pekala bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım."

Ancak, söz konusu neticeyi İngilizler de görmüş olabilirler miydi diye düşünmeden edemiyoruz.

İngilizler de "kendilerinin ne yaptığını biliyor" olabilirler miydi?

Mustafa Kemal Atatürk'e Samsun vizesi verirken bunda bir netice görmüşler miydi?

*

Bunlar zurnanın sadece zırt dediği noktalar.. Zart zurt dediği yere gelince..

Bize öğretilen "en güzel Türk masalları" formatındaki "ilkokul düzeyindeki Atatürk bilgisi"ne göre, heykelimsi Atatürk'ün, sonunda netice görmeyince vatan için mücadele etmekten kaçınması söz konusu olabilemez.

Kara Murat gibi "Haaayyyyttt" diyerek meydana fırlar, "Mevzubahis olan vatansa Haticeler de, neticeler de teferruattır" der.

Anasına yahudi "Venedik taciri" üslubuyla "Pekala bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım" diye mektup yazmaz.

Vatan için savaşmak yerine bir çiftlik edinip İsmet Ağa olma hayalleri kuran İnönü'ye Karabekir'in dediği gibi, "Tek dağ başı mezar oluncaya kadar bu gayeden ayrılmayacağım" diye konuşur. (Bkz. Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimizin Esasları, İstanbul: Sinan Matbaası ve Neşriyat Evi, 1933-1951, s. 38.)

*

Durum buyken, Atatürkçüler "Bu mektubun varlığından bahseden sadece bir kişi, Salih Bozok.. Üstelik ondaki ifadeleri de Atamız kullanmış olamaz. Dolayısıyla bu mektup uydurmadır" neden demiyorlar sizce?


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...