TAKİYYE VİRTÜÖZÜ SELANİKLİ DECCAL (ÇOK YALANCI) MUSTAFA ATATÜRK MİLLETİ NASIL ALDATTI?




Selanikli Mustafa Atatürk’ün uydurup 1924 Anayasası’na koyduğu Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir(Hakimiyet bilâ kayd u şart milletindir) şeklindeki söz, onun “millet iradesi”ne karşı bir hilesi ve oyunuydu.

“Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu” diyen üstad Necip Fazıl gibi konuşmak gerekirse, millet iradesine pusu kurmuş bir sözde millet iradesiydi bu.. Böylece “Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek”.

Evet, memleketin bir bölümünün düşman işgali altında olduğu o günlerde bu söz, “Hakimiyet işgalci gâvurun değil, milletindir” şeklinde anlaşılıyordu.. Kulağa hoş geliyordu, büyüleyiciydi, yaldızlıydı.

Fakat aldatıcıydı..

Tuzaktı.

*

Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletinse, milletin hakimiyetine kayıt ve şart getiren hiçbir anayasa maddesinden söz etmemek, yasa çıkarmamak, ve uluslararası antlaşma yapmamak gerekir.

Milletin, hakimiyetini yasama organı (parlamento), yürütme (hükümet) ve yargı (mahkemeler) vasıtasıyla kullanacağını söylemek bile, ona birtakım kayıt ve şartlar getirmek demektir.

Kayıtsız şartsız hakimiyette bunların hiçbirinin olmaması gerekir.

Lafta böyle, hakimiyet kayıtsız şartsız milletin, pratikte ise hakimiyet işinde milletin genelde esamisi bile okunmaz.

Çünkü devlet kurumu, millete, halk kitlelerine dayatılan “kayıt ve şart”larla ortaya çıkar. (Bu kayıt ve şartları Hobbes, Rousseau ve Locke gibi düşünürler “social contract / toplumsal sözleşme” kavramıyla ifade ediyorlar.)

Kayıt ve şartlar yoksa, devlet de yok demektir.

Hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu bir düzen Marx’ın (gerçekleşmesi mümkün olmayan) komünist ütopyasına (devletsiz topluma) karşılık gelmektedir.

*

1924 Anayasası, Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır” (m. 3 ve 4) diyerek suhulet ve uhuletle egemenliği milletin (daha doğrusu Osmanlı Devleti'nin) elinden tereyağından kıl çeker gibi çekip almış, millete, egemenliği kimin vasıtasıyla kullanacağını belirleme hakkını bile tanımamıştır.

Bu "Yalnız o kullanır" kaydının anlamı, pratikte milletin elinde egemenliğin kırıntısının bile bulunmamasıdır.. Sadece hokuspokus, abrakadabra denilerek maval okunmakta, masal anlatılmaktadır.

Nitekim TBMM’nin, 23 Nisan 1920’de toplanmasının ardından ilk işi, Selanikli Mustafa Atatürk’ün başında bulunduğu yeni meclisin egemenliğini/hakimiyetini kabul etmeyen millet fertleri için Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu (vatan hainliği yasasını) çıkartmak olmuştu.

Buna göre, “Ben TBMM’ye egemenlik vekaletini vermiyorum, Osmanlı Devleti’ne, devlet başkanı padişaha ve de Osmanlı Hükümeti’ne sadığım” diyenler vatan haini kabul ediliyordu.

*

Selanikli bu sözde “kayıtsız şartsız”lı “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” palavrasını ortaya attığında, Osmanlı’nın başkenti İstanbul ile Anadolu’nun birçok bölgesi İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Yunanlar tarafından işgal edilmiş durumdaydı.

O sırada millet, Selanikli’nin bu lafını söz konusu işgalci düşmanlara karşı söylenmiş bir söz zannediyor, milletin hakimiyetine onlar tarafından kayıt ve şart getirilemeyeceği düşüncesinin dile getirildiğini zannediyordu.

Halbuki Selanikli bunu, Osmanlı Devleti’ne, saltanat ve hilafete son verme hedefinin altyapısını oluşturmak için söylüyordu.

Yani amacı, ilerde Osmanlı’ya karşı şunu diyebilmekti:

“TBMM milleti temsil ediyor, ben de milleti temsil eden TBMM’yi temsil ediyorum, yani milleti doğrudan temsil eden kişiyim. Millet iradesinin sözcüsüyüm, onun adına konuşuyorum, dolayısıyla benim şu anki hakimiyetim milletin hakimiyeti anlamına gelmektedir. Sen Osmanlı Devleti olarak millet hakimiyetine yani benim hakimiyetime kayıt ve şart getiremezsin. Hakimiyet kayıtsız ve şartsız benimdir.”

Gördünüz mü Vehbi’nin kerrakesini!

*

Selanikli millete yalan söylüyor ve takiyye yapıyordu.

Bu kendi itirafıyla sabit.

Nutuk’ta şöyle diyor (Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sitesindeki sadeleştirilmiş şekliyle):

“Saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek için herkesin bildiği gibi, bir geçiş devresi yaşadık. Bu devirde, iki fikir ve görüş, birbiriyle mütemadiyen mücadele etti. O fikirlerden biri, saltanat devrinin devam ettirilmesiydi. Bu fikrin taraftarları belli idi. Diğer fikir, saltanat idaresine son vererek cumhuriyet idaresi kurmaktı. Bu bizim fikrimizdi. Biz fikrimizi, açık söylemekte mahzur görüyorduk. Ancak görüşümüzün uygulanma kabiliyetini saklı tutup münasip zamanında tatbik edebilmek için, saltanat taraftarlarının fikirlerini tatbik sahasından uzaklaştırmak mecburiyetinde idik. Yeni kanunlar yapıldıkça, bilhassa Anayasa yapılırken, saltanat taraftarları, padişahın ve halifenin hak ve yetkilerinin belirtilmesinde ısrar ederlerdi. Biz, bunun zamanı gelmediğini veya lüzum olmadığını bildirerek o ciheti söylemeden geçmekte fayda görüyorduk.

“Devlet idaresini, cumhuriyetten bahsetmeksizin, millî hakimiyet esasları dairesinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen biçimde şekillendirmeye çalışıyorduk.

Büyük Millet Meclisi'nden daha büyük makam olmadığını aşılamada ısrar ederek saltanat ve hilâfet makamları olmaksızın, devleti idare etmek mümkün olduğunu ispat etmek lüzumlu idi.

Devlet reisliğinden bahsetmeksizin, onun vazifesini fiilen Meclis reisine (başkanına) gördürüyorduk.

“Fiiliyatta, Meclisin reisi, ikinci reis idi [Yani birinci reis, devlet başkanıydı, ikinci reis (başkan yardımcısı) ise fiilen meclis başkanıydı]. Hükûmet vardı. Fakat "Büyük Millet Meclisi Hükümeti" unvanını taşırdı. Kabine sistemine geçmekten kaçınıyorduk; çünkü hemencecik saltanatçılar, padişahın yetkisini kullanma lüzumunu ortaya atacaklardı.

“İşte, geçiş devresinin bu mücadele safhalarında, bizim kabul ettirmek mecburiyetinde bulunduğumuz, aracı şekli, Büyük Millet Meclisi Hükûmeti sistemini, haklı olarak eksik bulan, [padişahın devlet başkanı olduğu] meşrutiyet şeklinin açıkca ifadesini temine çalışan muhaliflerimiz, bize itiraz ediyorlar, diyorlardı ki, bu yapmak istediğiniz hükûmet şekli neye, hangi idareye benzer? Maksat ve hedefimizi söyletmek için yöneltilen bu nevi suallere, biz de, zamanın gereğine göre cevaplar vererek saltanatçıları susturmak zaruretinde idik. (Nutuk II, S. 838 - 839)

(https://www.ktb.gov.tr/TR-96471/turkiye-buyuk-millet-meclisi.html; https://tr.wikisource.org/wiki/Nutuk/16._b%C3%B6l%C3%BCm/Saltanat_devrinden_cumhuriyet_devrine_intikal_devresi_ve_bu_devirde_iki_fikir_ve_ictih%C3%A2d%C4%B1n_m%C3%BCtem%C3%A2di_m%C3%BCcadelesi)

*

Görüldüğü gibi, “Fikrimizi açık söylemekte sakınca görüyorduk” diyor.

Yani gerçek düşüncesini milletten saklıyor, yalan söylüyor.

Olduğundan farklı görünüyor.

İnandıklarını söylemiyor, inanmadıklarını inanıyormuş gibi savunuyor.

Adam takiyyenin, yalan dolanın padişahı.. Deccal (çok yalancı).

Sakınca dediği ise, milletin ve TBMM’deki milletvekillerinin (milletin vekillerinin, milleti temsil eden TBMM’nin) buna tepki gösterecek olması.

Açık konuşmak yerine, takiyye yaparak anayasayı ve kanunları kendisinin cumhurbaşkanlığına gidecek yolun taşlarını döşeyecek şekilde hazırlattırıyor.

Anayasada padişahın ve halifenin hak ve yetkilerinin belirtilmesini isteyenlere ise, bunun zamanının gelmediğini veya şimdilik lüzum olmadığını söylüyor.

Karşı olduğunu, başka niyet taşıdığını asla açıklamıyor.. Taraftarmış gibi görünüyor.. Suret-i haktan gelerek milleti aldatıyor.

İşi gücü yalan dolan, takiyye ve aldatma.. İşte bu yüzden deccal (çok yalancı) sıfatını alnının akı, elinin emeğiyle sonuna kadar hak ediyor.

Niyeti kendisinin kişisel diktatörlüğünü tesis (Ki bunu da cumhuriyet kavramıyla süslü bir ambalaj içinde yine milleti uyutup aldatacak şekilde sunuyor) fakat bu konuları hiç ağzına almıyor, onun yerine (işgalci gâvura direnişi akla getiren) millî hakimiyetten bahsediyor.

Safderun millet, onun millet hakimiyetinden kastının işgalci düşmanlara karşı bağımsızlığı savunmak olduğunu zannediyor.

Saltanat ve hilafet kurumlarının altını oymak için TBMM’den daha büyük bir makam olmadığını ileri sürüyor.

Milleti ürkütmemek için alenen “Devlet başkanıyım” demiyor, fakat gözü devlet başkanlığında.

Böylece millete, padişaha rakip olmadığı mesajını veriyor.

Yine, Osmanlı Devleti hükümetiyle bir sorunu olmadığı izlenimi vermek için de “kabine” sistemine geçmiyor, Büyük Millet Meclisi Hükümeti diye birşeyden söz ediyor.

Tabiî buna karşı eleştiriler geliyor, meşrutiyetten (meşrutî saltanattan) söz edilmesini isteyenler çıkıyor.

*

Peki bu “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” denilen hilkat garibesi nasıl bir şey?

Selanikli’ye göre iki özelliği var:

Birincisi, halkçılığı..

İkincisi, nev’i şahsına münhasır olması, dünyada başka bir örneğinin bulunmaması.

Selanikli Atatürk, 12 Aralık 1921 tarihinde TBMM’de şunları söylemiş bulunuyor:

“Efendiler, bizim hükûmetimiz demokratik bir hükûmet değildir, sosyalist bir hükûmet değildir ve hakikaten kitaplarda mevcut olan hükûmetlerin mahiyet-i ilmiyesi itibariyle (bilimsel niteliği bakımından) hiç birine benzemeyen bir hükûmettir. Fakat, hakimiyet-i milliyeyi (millî egemenliği), irade-i milliyeyi (millî iradeyi) yegane tecelli ettiren bir hükûmettir, bu mahiyette bir hükûmettir.

“İlm-i içtimaî (sosyal bilimler) noktasından bizim hükûmetimizi ifade etmek gerekirse halk hükûmeti deriz. … halkçılık, nizam-ı içtimaîsini (toplumsal düzenini) sa’yine (çalışmasına), hukukuna (haklarına) istinad ettirmek (dayandırmak) isteyen bir meslek-i içtimaîdir (toplumsal yoldur).

“… Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz! Çünkü, biz bize benziyoruz, efendiler!”

(T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre 1, Cilt 14, İçtima 2, s. 428; https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c014/tbmm01014120.pdf)

Selanikli’nin lafları baştan sona demagoji, mugalata, çelişki ve tutarsızlık..

Saçmalık yığını.

TBMM hükümeti demokratik değilmiş fakat halkçıymış..

Halka rağmen halkçı.. Nasıl oluyorsa?

Böyle bir halkçılık, yani halkı adamdan saymayan bir halkçılık İslam adına savunulmuş olsa yaygarayı koparacak olanlar Selanikli’nin bu saçmasapan laflarını “gökten inmiş ayet” gibi huşu içinde ezberleyip aktarıyorlar.

İslam, halk yerine ümmet kelimesini kullanıyor.. Ümmet kelimesi “topluluk, halk” anlamına gelmektedir.. İslam, beşer icadı olan demokrasiden farklı birşeydir, fakat halka (ümmete) dayanır.

Hükümet halkçıymış fakat sosyalist de değilmiş.. Halbuki halkçı kelimesi, Frenkçe “sosyalist”in tercümesinden başka birşey değil.. Sosyalist demek, halkçı/toplumcu demektir.. Batı’da sosyalizm diye bir kelime icat edildiği için bizde de halkçılık taslayanlar zuhur etmiş.. Selanikli neyi savunduğundan bile habersiz.

Daha doğrusu bile bile mugalata yapıyor.

*

Evet Selanikli takiyye virtüözü, 1921 yılında yaptığı bu konuşmasında sosyal bilimlerden, ilimden bahsediyor.

Sonradan “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” de diyecektir.

Ancak, bir yıl sonra, “Başlarım lan sizin ilminize de, irfanınıza da.. Ben kaba kuvvetten, zorbalıktan başka birşeyi takmam” anlamına gelen sözler sarfedecektir.

Okuyalım:

“Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; münazara (görüşme) ile, münakaşa (tartışma) ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milleti'nin egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı; bu musallat olmalarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de, Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline açıkça almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu olan; millete saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmıyacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten olupbitti haline gelmiş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek gerektiği şekilde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir. (Nutuk II, S. 691)

(https://www.ktb.gov.tr/TR-96471/turkiye-buyuk-millet-meclisi.html)

Vikisöz’de, bu konuşmayla ilgili olarak şöyle bir not düşülmüş:

“Saltanatın kaldırılmasını tartışan Meclis komisyonunda yaptığı konuşma. Bu konuşmanın son cümlesini söylerken elini komisyon başkanının boynu hizasından geçirerek kafa kesme işareti yapmıştır.”

(https://tr.wikiquote.org/wiki/Mustafa_Kemal_Atat%C3%BCrk/Ba%C4%9F%C4%B1ms%C4%B1zl%C4%B1k)

*

Mesele, Selanikli zorba deccalin belirttiği gibi, gayet açık.

İmdi, adam bu kafa kesme konuşmasını kime karşı yapıyor?

TBMM’ye karşı yapıyor?

TBMM ne?

Millet adına egemenliği kullanan heyet, kurul..

Ve bu TBMM, millet adına şunu diyor: “Biz, devlet başkanı olarak başımızda Osmanlı padişahını görmek istiyoruz.”

Bu zorba ne diyor?

“Millet Osmanlı’ya isyan etti” diyor..

Dediği doğru olsa, TBMM’de “Padişahı asalım keselim, giyotine gönderelim” filan diye gulu gulu dansı yapılıyor olması lazım..

Hayır, ortada böyle birşey yok.. Milleti temsil eden TBMM “Padişahtan vazgeçmeyiz” diyor..

Selanikli ise, “Hayır, millet olarak siz farkında değilsiniz, haberiniz yok, aslında isyan ettiniz” diye konuşuyor.

*

Burada olan şey şu: İsyan eden millet değil, Selanikli’nin kendisi..

Takiyye ile, yalan söyleyerek, aldatarak bir düzen kurmuş, şunu bir makama getirerek, bunu bir maaşa bağlayarak, ötekini bir vaatte bulunarak, diğerini (Ali Şükrü Bey örneğini hatırlatmak suretiyle) ölümle korkutarak hizaya getirmiş, fakat bütün bunlara rağmen TBMM’de yine de çoğunluğu sağlayamamış.

Geriye tek seçenek kalmış: Kafa kesmekle tehdit..

Adam açık konuşuyor.. “Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.”

Yani “Ben egemenliği kuvvetle, kudretle, zorla alıyorum, zorbanın ta kendiyim, anlayın artık, beni yormayın” diyor.

Daha ne desin?!

*

Evet, Selanikli’nin sözünü ettiği egemenlik milletin egemenliği değildi, kendisinin kişisel hakimiyeti ve saltanatıydı.. Diktatörlük ve tiranlığıydı.

Fakat, eskimiş ve gözden düşmüş olduğu için padişah ve sultan gibi unvanları kulanmadı.

Onun yerine kendisine cumhurbaşkanı dedirtti.

Lafta cumhurbaşkanıydı, fakat gerçekte mütecaviz ve zorba bir mütegallibeydi.. Zorba bir despottu.

Geleceğin “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” tarihçileri bunu böyle yazacak.


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...