LORD CURZON VE MEDENİYET TARİKATI LİDERİ SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK'ÜN TÜRKİYE'DEKİ MİSYONU

 












UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 27


Bir önceki bölümde İngiliz savaş lordu Curzon’un “çağdaş ve uygar/medenî Türkiye” projesinin temel bileşenleri üzerinde durmuştuk.

Medeniyet/uygarlık tarikatının Londra tekkesinin kâmil ve mükemmil şeyhi Curzon’un irşad ve terbiye yöntemi, görünüşte sertlik ve dayatmacılıktan uzaktı; 16 Aralık 1918’de gerçekleştirdiği bir “vaaz”ında dile getirdiği gibi, onun yöntemi hassas konulara “doğrudan dokunmamagörünürde onlarla ilgili hiçbir adım atmama” esası üzerine kuruluydu. (Bkz. “Lozan Antlaşması”, Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antla%C5%9Fmas%C4%B1)

Ancak aynı tarikatın (medeniyet tarikatının) Ankara tekkesinde postnişin olup “tarikati neşre” başlayan Selanikli Mustafa Atatürk Curzon gibi sabırlı ve mahir değildi.

O yüzden terbiye etmeye koyulduğu müritlerine (Ki bütün milleti azat kabul etmez müritleri haline getirmiş, milleti toptan medeniyet tarikati müridi yapmıştı) azarı basıyor, uslanmayanlardan falaka hizmetini eksik etmiyordu.

*

Mesela Kastamonu vaazında (nutkunda), yaptığı devrimlerin gayesinin Türkiye Cumhuriyeti halkını “asrî” (modern) ve “bütün mana ve eşkali (şekilleri) ile medenî bir sosyal topluluk (heyet-i ictimâîye) haline ulaştırmak (irsal etmek)” olduğunu, inkılaplarının temel ilkesini (umde-i asliyesini) bunun teşkil ettiğini belirtmiş bulunuyor.

Bu kadarı kulak tırmalamayan Curzonvari uygarlık ve modernlik (medenîlik ve asrîlik) güzellemesi; fakat devamı kötü:

“… Bu hakikatı kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir. Şimdiye kadar bu milletin dimağını paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihinlerde mevcut hurafeler kâmilen tardolunacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek imkansızdır.”

Zihniyetleri tarumar etmekten kastı, o zihniyetlerle “medenîce” fikir mücadelesi içine girmek değil..

“Zikrü'l-cüz iradetü'l-küll” (parçayı anarak bütünü kastetme) kaidesince zihniyetlerin tarumar edilmesinden kastı, o zihniyet sahiplerinin tarumar edilmesi.

*

Peki kimler bu hurafeci zihniyet sahipleri?..

Sözlerinin devamı onların kimler olduğunu ortaya koyuyor: “Türbelerden, yalancı evliyalardan, ölülerden istimdat edenler (yardım isteyen, imdat/medet bekleyenler)".

O yüzden, “…filan ve falan şeyhin irşadiyle saadet-i maddîye ve maneviye arayacak kadar iptidaî (ilkel) insanların Türkiye camia-i medeniyesinde (uygar topluluğunda) mevcudiyetini (varlığını) asla kabul etmiyorum” diyerek sözlerini sürdürüyor.

Onlar var olmamalılar.. 

Yok olmalılar.. 

Yok edilmeliler!

Tarumar edilmeliler!

Bunun ardından, “tarikat lideri” Mustafa Atatürk, herkesi kendi tarikatına çağırıyor:

“Efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir.”

Türkiye’de Selanikli Mustafa Atatürk’ün “medeniyet tarikatı”nın diğer bütün tarikatları silip süpürmüş, kapılarına kilit vurmuş olduğu biliniyor.

O günden sonra kimse için yeni türbe de yapılmadı..

Bir kişi hariç: Medeniyet tarikatı lideri Selanikli Mustafa Atatürk.

Ona öyle devasa bir türbe yapıldı ki, İslam dünyasındaki gelmiş geçmiş en büyük türbe durumunda: Anıtkabir (anıt kabir, abide mezar).. 

Mezardan mamul anıt.

*

Sadece türbe inşasıyla kalınmadı.. Dahası var..

Türbelerden, yalancı evliyalardan, ölülerden istimdat etme” ritüeli (Ki buna Selanikli hurafe diyor) millî bayramların vazgeçilmezi yapıldı, resmî bir devlet uygulaması haline getirilldi.

Anadolu’da dinî bayramlarda bayram namazından sonra (onların da ruhu şad olsun diye) kabristana gidip geçmişlerin ruhuna Fatiha gönderme geleneği vardır.

Genelde herkes gider fakat gitmeyeni de kimse ayıplamaz ve buna zorlamaz.

Bu geleneğin tarikatlarla bir ilgisi de bulunmuyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî tarikatı olan “Medeniyet Tarikatı” ise millî bayramlarda türbe ziyaretini zorunlu hale getirmiş durumda.

Ankara’da bu tarikat ritüeli âlâyı vâlâ ile, büyük bir tantanayla ifa ediliyor.

Protokolde yeri olan bir devlet görevlisi hele bir bu tarikat ritüelini terk edegörsün, yargısız infaza tabi tutulur, tarikatın militan müritleri tarafından resmen linç edilir, hatta darbeyle kafayı bozmuş müritler “Yetişiiin dostlar, cumhuriyet elden gidiyor” diyerek ortalığı velveleye verirler.

Olan hepitopu bir türbe ziyaretinin yapılmaması, ölüden istimdat edilmemesi, bazılarının “ölü tapıcılığı” ya da hurafe olarak niteleyebileceği bir faydasız zaman israfının terk edilmesidir.

Diğer şehir ve kasabalarda ise, heryere bir Anıtkabir şubesi açılamadığı için onu temsilen bayramlarda Atatürk heykelleri ziyaret edimekte, heykellerin demirinin ve çimentosunun ruhları şad olsun diye önlerine büyük bir huşu ve huzu ile çelenk konulmakta.. (Çok eskiden bu ritüellerin ifası sırasında cezbeye gelip ağlayanlar oluyormuş, şimdilerde sakin geçiyor.)

*

Konuya dönersek, dediğimiz gibi, “medeniyet/uygarlık tarikatının Londra tekkesi şeyhi” Curzon’un irşad ve terbiye yöntemi görünüşte sertlik ve dayatmacılıktan uzaktı; onun yöntemi, hassas konulara “doğrudan dokunmamagörünürde onlarla ilgili hiçbir adım atmama” esası üzerine kuruluydu.

Onun “asrî ve medenî Türkiye” projesinin görünürdeki yüzünde, İstanbul’un, Anadolu’da kurulacak bir “çağdaş ve uygar” Türkiye’ye bırakılması vardı.

Hatta Türkiye’ye kapitülasyonlardan azat olma ve kabotaj hakkını elde etme imkânı da tanınmalıydı. (Fakat Musul ve Kerkük, petrolü çağdaş değil “çağdışı ve ilkel” fosil yakıt olduğu için, Türkiye’ye bırakılmamalıydı. Anadolu, görünüşe göre çağdaş tezekler diyarı olduğu için, Türkler’e gönül rahatlığıyla bırakılabilirdi.)

Curzon’un tarikatının irşat programının görünürdeki yüzü böyle.. Doğrudan dokunulmayan, görünür hiçbir adıma konu olmayan yüzüne gelince..

Orada Türk İmparatorluğu’na (Osmanlı Devleti’ne, Osmanlı hanedanının önderliğine) son verilmesi, (İslam dünyasının birlik ve beraberliğini sağlayan ilke/umde olma durumundaki) hilafet kurumunun yok edilmesi, ve Türkiye halkının tarikaten medenîleştirilmesi için (Kemal Ohri’nin Cumhurbaşkanı İnönü’ye gönderdiği mektubunda belirttiği gibi) İslamî eğitim ve öğretim kurumlarının (medreselerin) ve İslamî tarikatların kapatılması (tarumar edilmesi) vardı. 

*

Tarikatın Ankara şubesinin lideri Selanikli Mustafa Atatürk, tarikatın şeyh-i azamı Curzon’un gönlünden geçenleri harfiyen uygulamak için elinden geleni ardına koymadı, yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalıştı.

Allah var, Londra’daki tarikat müntesipleri de kadir kıymet bilen insanlardı.. Selanikli’yi Dizbağı Nişanı’na layık görerek takdir ve teveccühlerini göstermekten geri kalmadılar.

Hatta İngiliz padişahı (kralı) Edward 1936 senesinde Türkiye’ye gelerek, (Türk padişahının sırtına tekmeyi indirme başarısını göstermiş olan) Selanikli’yi ziyaret edip sırtını sıvazlama centilmenliği ve alicenaplığı gösterdi. (Tarikaten medenî olmak başka şey canım..)

*

Bir önceki bölümde Curzon’un 18 Nisan 1919 tarihinde (Selanikli’nin Samsun’a çıkmasından bir ay önce) sarfettiği sözleri aktarmıştık.

Bunun ardından gelen önemli açıklaması bir ay sonrasına ait.

Tarih, ilginç: 19 Mayıs 1919... Selanikli’nin Samsun’a vardığı gün.

“Türkleri İstanbul'dan göndermeliyiz. Onları tüm dış vilayetlerinden, yani Arabistan, Irak, Filistin, Suriye ve Ermenistan'dan mahrum bırakmalıyız. Bununla birlikte, ülkenin [Anadolu’nun] bölünmesi, kesinlikle bizim için ölümcül olacaktır.

“Doğu dünyasına olan güveni yeniden tesis edeceksek işgallere son verip Anadolu'yu Türklere bırakmalıyız. Eğer mümkün olursa Yunanları tekrar İzmir'den çıkarmalıyız. İtalyan iddialarına gelince, Anadolu'yu İtalyanlardan bütün bütün kurtarmalıyız. Tüm güçlerin, Türklere, kendilerine ait bir egemenlik bırakmak için, iddialarından genel bir feragat temelinde, Türkiye sorununu ele almaları mümkün olmaz mı?”

(Bkz. “Lozan Antlaşması”, Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antla%C5%9Fmas%C4%B1)

Curzon, bunları söyledikten bir ay sonra, 20 Haziran 1919 günü ise şu açıklamayı yapacaktır:

“Hem Yunan hem İtalyan ilerlemesi ne kadar devam ederse onları tekrar Anadolu'dan çıkarmak o ölçüde zorlaşacaktır. Dışişleri Bakanlığında bu işgalleri savunan veya memnuniyetle karşılayan hiçbir kimseyi bulamıyorum.” (A.y.)

Curzon, işi lafta bırakmayacak, Yunan ilerlemesini durdurmak için gereken adımları atacak, General Milne’nin adından hareketle Milne Hattı diye bilinen bir sınır belirleyerek Yunanistan’a orayı geçmemesi talimatını verecektir.

Bu, Yunan güçlerinin İzmir ve civarında beklemesi, daha ileriye gitmemesi anlamına geliyordu. 

*

Curzon’un amacı, önceki bölümlerde de anlattığımız gibi, Anadolu merkezli, yani başkenti Anadolu’da bir şehir olan yeni bir Türk hükümetinin ve devletinin kurulmasıydı.

Türkler’in İstanbul’dan çıkarılmasından kastedilen buydu..

Başkenti İstanbul olan bir devlet, imparatorluk potansiyeli olan bir devlet anlamına geliyordu. Dolayısıyla İstanbul yeni Türkiye'nin başkenti olmamalıydı. Anadolu'daki uygun bir şehir başkent yapılmalı ve bu oldubitti, "Cumhuriyet'in temel nitelikleri"nden biri ilan edilerek devletin anayasasına "değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez" bir hüküm olarak yerleştirilmeliydi.

Türkler’in müslüman halklar nezdinde itibarsızlaştırılması, İslam dünyasındaki liderlik konumuna son verilmesi için atılması gereken adımlardan biri buydu: Türk devletinin Anadolu merkezli, eski devirlerin Lidya’sı ve Frigya’sı gibi bir gecekondu devlet haline getirilmesi..

Türk İmparatorluğu (Osmanlı Devleti) yıkılmalı, yerine Afrika’daki muz cumhuriyetlerini hatırlatan tarihsiz ve hafızasız bir balo cumhuriyeti kurulmalıydı.

Hafızasızlaştırmada alfabe değişimi birebirdi.. Ondan daha etkili bir ilaç henüz keşfedilememişti..

Tarihsizleştirme ise, organ naklini hatırlatan bir tarih nakli ile halledilebilirdi.. Ortada henüz Hristiyanlığın, hatta Yahudiliğin bile bulunmadığı çağlarda yaşamış Sümer(li)ler, Etiler, Hititler vs. tarih olarak Türk’e iyi giderdi.

Böylece Türkler tarihî düşmanları olarak Hristiyanları, Haçlılar’ı, Romalılar’ı vs. değil Akadlar’ı, Asurlular’ı, Mısırlılar’ı vs. görerek onları nefretle anabilirlerdi.

*

Türkler’in müslüman halklar nezdinde itibarsızlaştırılması, İslam dünyasındaki liderlik konumuna son verilmesi için atılması gereken asıl köklü adım ise, hilafetin kaldırılmasıydı elbette..

Türkler halifelik sıfatı bulunmayan bir devlet başkanı tarafından yönetilen ve başkenti İstanbul olmayan yeni bir hükümet ve devlet kurduklarında, Batı dünyası “Doğu Sorunu”ndan kurtulmuş olacaktı.

Ancak, bunlar yapılırken Türkiye’deki gelişmelere doğrudan müdahale edilmemeli, olayların seyrini belirleme yönünde görünür hiçbir adım atılmamalı, herşey perde arkasından sinsice ayarlanmalı ve halledilmeliydi.

Curzon, siyasetlerinin esasını bu şekilde özetliyordu.

Doğal olarak, kendi politikalarını tasvir için sinsilik nitelemesi yapmıyor, sadece “doğrudan dokunmama, görünürde hiçbir adım atmama” tabirlerini kullanıyordu.. İstihbarat jargonunda yalan, hile ve aldatmanın adının “algı operasyonu” yapılması ve böylece bu nahoş özelliklere saygın bir kostüm giydirilmesi gibi.

*

Dolayısıyla, Curzon’un siyaseti, (Osmanlı padişahının Anadolu’ya vatanı kurtarmak için gönderdiği) Selanikli Mustafa Atatürk’e yardım edilmesini gerektiriyordu.

İkinci Adam İsmet İnönü, 1973 yılında Cumhuriyet'in 50'nci yıldönümü münasebetiyle verdiği demecinde bu yardım konusuna şu şekilde değinecekti: 

"İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

Evet, Curzon’un siyaseti ve çizdiği yol haritası, Selanikli'ye yardım edilmesini gerektiriyordu.

Fakat, Osmanlı padişahının belirlediği gaye doğrultusunda değil.. Ona, (Osmanlı Devleti’nin mülkü olan arazide gecekondu tipi) yeni bir devlet kurması için yardım edilmeliydi..

Ayrıca bu yardımın doğrudan yapılmaması, dolaylı yollardan sunulması gerekiyordu.. Bunun ilk adımını da Yunan’ı durduran Milne Hattı oluşturuyordu..

Curzon, daha Samsun’a hareket etmeden önce İstanbul’da (İngiliz Gizli Servisi’nin / İstihbarat Teşkilatı’nın İstanbul şefi Rahip Robert Frew vasıtasıyla) anlaşmış oldukları Selanikli’nin yanı sıra Kâzım Karabekir ile de anlaşmak gerektiğini düşünüyordu. (Ki Selanikli’nin Erzurum Kongresi sırasında daha ortada hiçbir şey yokken bir gece hempaları Mazhar Müfit ile Süreyya’ya “garantili bir zafer”in arkasından gelecek olan [onlara o sırada uçuk ve hayalperestçe görünmüş bulunan] cumhuriyetin ilanı, saltanata son verilmesi, ve [Latin harflerinin kabulü, tesettürün kaldırılması, millete uygar şapkanın dayatılması gibi uygulamalarla] çağdaşlaşıp uygarlaşma müjdelerini vermiş olması, İstanbul’dayken İngilizler’le anlaşmış bulunduğunun karînesi durumundadır.)

*

Evet, Curzon, önceki bölümlerde aktardığımız gibi, yeğeni Yarbay Rawlinson’u Karabekir’e göndererek “yeni Türkiye” projesi için Karabekir’in desteğini istemişti. 

Bu arada gelecekte nasıl bir Türkiye görmek istediğini de ifşa etmiş bulunuyordu: Bu yeni Türkiye’nin Osmanlı ile bir ilgisi bulunmayacaktı, cumhuriyeti ilan edecekti, başkenti Bursa veya başka bir Anadolu kenti olacaktı.

Rawlinson’un Curzon’un anlaşma teklifini ve mesajlarını Karabekir’e ulaştırdığı gün Ankara’nın henüz herhangi bir özel önemi bulunmuyordu. Çünkü Selanikli tam da bu görüşmenin gerçekleştiği gün, 27 Aralık 1919’da Ankara’ya varmış durumdaydı..

Ankara, bu tarihten sonra önemli hale gelecek ve yeni bir hükümetin (ve dolayısıyla devletin) tesisini haber veren TBMM’nin kuruluşuna sahne olacaktı.

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...