SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK'ÜN İBADETE KARIŞTIRILMASI ANAYASAL SUÇTUR.. ANAYASAL DÜZENİ YIKMA GİRİŞİMİDİR

 



Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Selanikli Mustafa Atatürk'ün ismine cuma hutbelerinde yer vermesi, anayasal suç işlemesi anlamına gelir, çünkü laiklik ilkesine aykırıdır.

Laiklik gereği devlet işleri ile din işleri birbirine karıştırılamaz.

Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda ne yerlerin ve göklerin yaratıcısı Yüce Rabbimiz Allahu Teala'nın adı geçiyor, ne Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in adı, ne de dinimiz İslam'ın ismi.

Fakat Selanikli'nin adı geçiyor.

*

Cuma hutbesi, cuma namazının, ibadetin bir parçasıdır.

İbadettir.

İbadete Selanikli Mustafa Atatürk karıştırılamaz.

Bu, laikliğe aykırıdır.

Nedir yani, rakı müptelası, dans ve vals tutkunu, aşk hayatının zenginliğiyle maruf Selanikli, Kur'an'da adı geçen bir peygamber mi?!

Ya da Mehdi gibi Rasulullah s.a.s. tarafından "geleceği müjdelenmiş" salih bir zat mı?!

*

Anayasal açıdan durum bu olduğu gibi, İslam açısından da Selanikli'nin isminin hutbede anılması caiz değildir.

Haramdır.

Çünkü adamın küfrü (müslüman olmadığı), kendi sözleriyle sabit.

Bu bilindiği için, devlet erkânı bunun cenaze namazını bile kıldırmaya gerek görmemişler, kızkardeşi Makbule Hanım'ın feryad u figan koparıp ayak diretmesi sonucu öylesine bir namaz kıldırmışlar.

Cenazesinin cami musallasına gitmesi diye bir durum yaşanmamış.

Çünkü devlet erkânı o adamın camiyle, cemaatle, namazla, imanla, İslam'la alâkasının bulunmadığını biliyor.

Kardeşi ölen acılı ve kederli Makbule Hanım'ın gönlü olsun diye, öldüğü binada, oradaki hazıruna, mizansen kabilinden bir cenaze namazı kıldırmışlar.

Tabiî camiye götürmeden.

Şimdi tutturmuşlar "Hutbede Selanikli'nin adı anılsın da anılsın"..

Bunu ne İsmet İnönü istedi, ne Celal Bayar.

Sırf çıngar çıkarmak için "Atatürksüz hutbe"yi büyük bir millî mesele yapan, adeta iç savaş gerekçesi haline getirenlerin, "Alçaklar, Atamız'ın naaşını camiye götürmemişler" diye dertlendiklerine hiç şahit oldunuz mu?!

Ah sefil hokkabazlık, sen dünyada Türkiye'de olduğundan daha fazla nerde baş tacı edildin!

*

Evet, Selanikli'nin adının ibadete bulaştırılması haramdır.

Bunu yapan, haram iş işlemiş olur.

Helal kabul eden ise kâfirdir.

Bundan sekiz yıl önce, dönemin TBMM Başkanı İsmail Kahraman, "Anayasa'da laiklik diye bir ifadenin yer alması şart değildir" dediği için acayip bir tantana koparılmıştı.

Hayır, "Anayasa'da İslam ibaresi geçsin" demiyordu. "Anayasa'da laiklik, tarifi yapılmadan geçmesin" diyordu.

Bazılarına göre, Anayasa'nın diğer maddeleri zaten laikliği anlam olarak içeriyordu, dolayısıyla tanımına gerek yoktu.

Ancak, bu mantığa göre, tanımı gibi ismine de ihtiyaç kalmamaktaydı.. İsminden bahsetmek boş gevezelik haline gelmekteydi.

Dolayısıyla, savundukları mantık gereği Kahraman'a, "Haklısın, bunu düşünememiştik, bize bunu hatırlattığın için teşekkür ederiz" demeliydiler.

Demediler..

Hakaretin, tehdidin, aşağılamanın, şirretliğin, arzızlığın, saldırgan dilin bini bir paraydı.

*

O süreçte Cumhurbaşkanı Erdoğan da topa girmiş, sanki Kahraman böyle birşey demiş gibi, "Anayasa'da İslam'ın geçmesine gerek yok" diye konuşmuştu.

Şimdi, 30 Ağustos Zafer Bayramı bahane edilerek kopartılan "Cuma hutbesinde Selanikli'nin adı niye geçmedi" şeklindeki hayasızca akının durdurulması için ortaya çıkıp "Hutbede Selanikli'nin adının geçmesine gerek yoktur, bu bir ibadettir" diye bir açıklama yapmalıdır.

Şimdi değilse ne zaman?!

Ve bu açıklamayı sen yapmayacaksan kim yapacak?!

*

Aslına bakılırsa, Diyanet'in böyle 30 Ağustos Zafer Bayramı konulu hutbe hazırlatması da yanlıştır.

Bid'attir.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Bedir Zaferi'nin yıldönümleri münasebetiyle benzer hutbeler okumuş mu?!

Dört Halife döneminde "Mekke'nin fethinin yıldönümü" filan diye hutbe okunduğu hiç görülmüş mü?!

Hutbede İslam'ın esasları anlatılmalı, dinî bilgi verilmelidir.

Devlet, zaferlerini zaten âlâ-yı vâlâ ile kutluyor, Diyanet kendi işine bakmalıdır.


TÜRKÇÜLÜK MÜ, TÜRKLÜKÇÜLÜK MÜ? MİLLİYETÇİLİK Mİ, TÜRKLÜKÇÜLEŞMECİLİK Mİ?

 






Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, 5, 136; Şeybânî, Şerhü Siyeri’l-Kebîr, 1, 90.



Türkiye’de “Türk olmak” değil, “Türküm demek” önemli olduğu için, Türkçülükten değil, Türklükçülükten söz etmek gerekiyor.

Selanikli Mustafa Atatürk niye “Ne mutlu Türk’e!” dememişti de “Ne mutlu Türküm diyene!” demişti?

Niye?

Belki de bu yüzden Türkiye’de gerçek, has halis Türkler genelde mutsuz, Türküm diyen bilumum “sonradan görme ya da sonradan olma” ve de “beyaz” Türkler gayet mutlu.

Sarı saç mavi gözlüler daha da mutlu.

Türküm diyor ve mutlu oluyorlar.

Mesela Türk’ün karşısına Tekin Alp takma adıyla çıkan “çakma Türk, korsan vatansever” yahudi Moiz Kohen “Türküm” demiş ve mutlu olmuştu.

Buna karşılık Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca gibi Türkler, Türk oldukları için bu vatanda mutsuzluk, elem ve keder yaşadılar.. Gam ve gussaya garkoldular.

Evet, Türkçülük başka, Türklükçülük başkadır.

*

Türkçülük; paracılık, menfaatçilik, kumarcılık, içkicilik, türkücülük gibi bir tutkudur.

Türklükçülük ise bir ideolojidir.

Türkiye’de gevezelik panayırında Türk-çülük adı altında satışa sunulan laf salatası da bir ideoloji olma iddiası taşıdığına ve ayrıca Türk olanları değil de Türküm diyenleri önemsediğine, “sonradan görme/olma Türkümsü”lere “daha Türk” muamelesi yaptığına  göre, nüfus kaydındaki adını Türklükçülük olarak tashih ettirmelidir.

Türkiye’de Türkçülük olsaydı, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Elmalılı Hocaefendi el üstünde tutulurdu.

Fakat Türkiye’de Türkçülük değil Türklükçülük lüpçülüğü hakim olduğu için, yahudi Moiz, Türkiye Cumhuriyeti’nin en mutlu adamlarının başında geliyordu.

Türkiye’de Türkçülük yok, “Ne mutlu Türküm diyene” diyerek Türklüğün cılkını çıkaran Türklükçülük vardır.

İşin tuhafı, Türkiye’deki Türkçüler ya da Türk milliyetçileri neyi savunduklarının farkında değiller.. Türkçü olmakla Türklükçü olmak arasındaki farkın bilincinde oldukları bile söylenemez.

Neyi savunduğunu, neye inandığını bilmeyen bir ezberci şaşkınlar hamulesi..

*

Bir başka şaşkınlık ya da garabet ise, Anayasa’da “Atatürk milliyetçiliği” tabirinin geçiyor olması.

Marx’ın sağ kolu Engels, ustasının sosyalizm anlayışını, bilimselliği kaşla göz arasında yankesici ustalığıyla gasbetmek suretiyle “bilimsel sosyalizm” olarak adlandırmıştı.. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı hazırlayan hukukçu müsveddelerinin hepsini topladığınızda zekâ ve beceriklilik bakımından bir Engels etmiyor olacaklar ki, milliyetçiliklerine “bilimsel milliyetçilik, ilmî milliyetçilik, irfanî milliyetçilik” filan gibi havalı ve artistik bir isim takmayı becerememişler, skolastik zihniyetin hortlaması anlamına gelen bir gericilik ya da irticacılık ile (Selanikli’ye skolastizmle bağlı) bir Atatürk milliyetçiliği icat etmişler.

Demek ki milliyetçilik, adamına göre değişen birşeymiş.. Ortak bir anlamı, sabit bir zemini yokmuş.

Milliyetçilik Selanikli Mustafa Atatürk’te başka, İsmet İnönü’de başka, Fevzi Çakmak’ta başka, Alparslan Türkeş’te başka olabiliyormuş.

Dolayısıyla millet fertlerinin her birinin de kendi kafasına göre bir milliyetçilik icat etmesinin mümkün olduğu sonucuna varmak gerekiyor.

Mesela Çemişgezekli nalbant Hasan Usta’nın başı kel değil, o da bir milliyetçilik icat edebilir.

Böyle olunca millet arasında “Yok senin milliyetçiliğin daha iyi, yok benimki daha iyi, benimki daha taze, seninki bayat, benimki son model, seninki Nuh nebiden kalma” diye tartışma çıkabilir.

O halde bu noktada çare, millete “kayıtsız şartsız hakimiyetsizlik” ve “efendilere kölece itaat” dayatmak, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olmayı yasaklamak, “Milliyetçi olacaksanız onu da size biz efendileriniz öğretiriz lan.. Vıdı vıdı edip durmayın, kafa şişirmeyin!” demek.

Bunu da yapmışlar “netekim”.. Anayasa’ya Atatürk milliyetçiliği kayıt ve şartını eklemişler.

“Sizin kafanız milliyetçiliğe basmaz, Selanikli ne dediyse o” diye göklerden değilse de Ankara semalarından “ilke ve inkılap” indirmişler.

*

Atatürk milliyetçiliğinden kastedilen, Selanikli Mustafa Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı.

Bununla birlikte, kavrama literal/lafzî çerçevede anlam verildiğinde, onu “millet yerine Atatürk’ü eksen alan milliyetçilik” olarak da anlamak mümkün.

Evet, millet milliyetçiliği (milleti baz alan, millet eksenli milliyetçilik) değil, Atatürk milliyetçiliği..

Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlük’ü milliyetçiliği şöyle tanımlıyor: “Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı.”

Demek ki milliyetçilik, “millet” limanında demir atmış değil, seyahate çıkıp “ülke” okyanusuna açılabiliyor.

O halde, “ülke” okyanusunda dolaşırken Atatürk adasına da uğrayabilir.. Tanımı buna müsait.

Dolayısıyla, “Atatürk milliyetçiliği” kavramı, lafzî bir yaklaşımla (ve/veya sözlük anlamıyla) “Maddi ve manevi açılardan Atatürk’ü ve Atatürk’ün görüşlerini her şeyin üstünde tutma anlayışı” olarak değerlendirilmeye açık.

*

Her halükârda Atatürk milliyetçiliğinin amentüsü şu sözden ibaret: “Ne mutlu Türküm diyene!”

“Ne mutlu Türküm diyen” Moiz Kohen durur mu, o da, 1928 yılında yayınlanan “Türk’ün Yeni Amentüsü” kitabı ile bu Türklükçülüğü (Türkçülüğü değil; Türkçülük Moiz’leri denklem dışı yapıyor), bu yeni amentüyü şerh etmiş. 

Ne mi söylemiş?

Mesela şunu:

“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden eden Mustafa Kemal'e, o'nun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, savaşçı analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim.”

Herifin imanı sağlam.

Türkiye için ahiret günü olmadığına, devletin bekasına, ebed-müddetliğe inanıyor.

Ha, bu palavralar İslam nokta-i nazarından küfre ve cehalete, pozitif bilimler açısından ise zır cahilliğe karşılık geliyormuş, dert değil, sonuçta bu “eski amentü” değil, “yeni amentü”.

“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”se de, kayıtsız ve şartsız değil, ilim ancak Moiz Kohen’lerin müsaade buyurdukları yerlerde mürşit.

*

Aslına bakılırsa, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü, dinlere özgü bir anlayışı yansıtmaktadır.

Çünkü, “Ne mutlu Türk’e!” denilmiyor.

Eğer bir Yahudi, Ermeni, Süryani ya da Rum “Türküm” demekle Türk olabiliyorsa, Türk olmak, müslüman olmak gibi bir dinî işlem haline gelmiş olur.

Kendini Türk hisseden herkes Türktür” şeklindeki (galiba Türkeş tarafından da seslendirilmiş olan) palavra da aynı durumda.

Kendini Napolyon, Mehdi, peygamber vs. hissettiğinde sana “Aferin lan, madem böyle hissediyorsun, demek ki öylesin” demiyorlar, duruma göre Bakırköy’de misafir ediliyorsun.

Fakat bu cennet vatanda Bakırköylük bir ideolojik söyleme düşünce harikası muamelesi yapılabiliyor.

Bir toplumda herkes az birazcık Bakırköylük olunca kim kimi Bakırköy’e gönderecek?!

*

Hissetmekle birşey olunsaydı, kendisini hekim hisseden hekim, mühendis hisseden mühendis olurdu.

Sanatçı hisseden sanatçı, edebiyatçı hisseden edebiyatçı, lider hisseden lider, zekâ küpü hisseden de dahi olurdu.

(Ki insanoğlunun, kendisini dünyanın en zekisi sanma gibi bir meziyeti var.. Akıllar pazarda satışa çıkarılmış herkes yine kendi aklını seçmiş derler.. Tipini beğenmeyip estetik ameliyat olan çok da aklını beğenmeyip başkasından akıl isteyen pek yok.)

Şu işe bak, kendini Türk hissediyorsun ve Türk oluyorsun..

Peki ABD, İngiltere, Fransa vs. vizesi için konsolosluklara başvurduğunda “Ben kendimi Amerikalı hissediyorum, İngiliz hissediyorum, Fransız hisssediyorum” diyebiliyor musun?!

*

Evet, milliyetçilik, (özellikle de bugün Türkiye’de anlaşıldığı biçimiyle) ırksal kökenin bir dine dönüştürülmesidir.

Fakat bu dinsellik ne Türkiye’ye özgüdür ne de ilk başlangıç noktası bu topraklardır.. Fransız Devrimi ile başlamış ve dünyanın başına bela olmuştur.

Milliyetçilik, Fransa’da (masonların da katkısıyla) kazandığı bu dinsel karakteri yüzünden, paradoksal olarak hem laikliğe aykırıdır, hem de laikliğe muhtaçtır.

Çünkü milliyetçiliğin ‘devlet’i ele geçirmesi ancak, gerçek ve/veya hak dinin devletten ayrı tutulması ve kendisinin yapay (uyduruk ve batıl) bir din olarak onun yerini doldurmaya kalkışması ile mümkün olabilir.

Laiklik sayesinde gerçek dini tasfiye eder, yerine kendisi oturur.

Bununla birlikte aynı milliyetçilik, laikliği benimseyenlerin temel argümanı açısından savunulamaz birşeydir: Devlet olarak, farklı dinlere mensup vatandaşlar arasında ayırım yapmamak için dinler arasında tarafsız oluyorsan, farklı etnisiteler arasında da tarafsız olman, herhangi bir ırkı öne çıkarmaman gerekir.

Ancak, laik zihniyetliler, (hele bir de Atatürk milliyetçisi olunca) akıl denilen nimeti bozuk para gibi harcayıp idrak bakımından tam takır kuru bakır hale geldikleri için, “Ama bu vatanda falanca ırk mensupları çoğunlukta, onlara ayrıcalık tanınması gerekiyor” diyeceklerdir. 

İdrak fukaralığı gibi kronik bir hastalıktan muzdarip oldukları için, şöyle bir soruyla karşılaşabilecekleri hiç akıllarına gelmez:

“O zaman, bir toplumdaki yüzde 99’luk müslüman kitle ile yüzde 1’lik yamalı bohçayı nasıl aynı kefeye koyabiliyorsunuz?!”

(Devletin laiklik hizmetleri sayesinde bugün bu yüzde 99’luk oran belki 80’lere, 70’lere filan düşmüş olabilir, bilemeyiz.. Aslında Lozan’da İngilizler’in istediği, oranın 100 yıl içinde sıfıra indirilmesiydi.. Kâzım Karabekir’in hatıratında anlattığına göre, Selanikli Mustafa Atatürk ile has adamları bir ara millete Hristiyanlığı da şapka gibi bir devrim olarak dayatmayı düşünmüşler.)

*

Milliyetçiliğin bir din haline getirilmiş ve “Atatürk milliyetçiliği” parantezine hapsedilmiş olmasından dolayıdır ki, bu ülkede resmî kurumlarda, herşeyi işiten ve bilen Allahu Teala’ya “Ey bugünümüzü sağlayan Ulu Allah!” diyerek yakarılması laikliğe aykırı görülürken, cesedi mezarında çürümüş, kendisine bile faydası olmayan, kimseye cevap veremeyen bir ölüye, sanki duyuyormuş, her yerde hazır ve nazırmış gibi “Ey bugünümüzü sağlayan şahıs!” diye seslenilmesinin zorunlu bir ritüel olarak insanlara dayatıldığına şahit olunabiliyor(du).

Ve bu ritüelin “hayatta en hakiki mürşit ilim” açısından hurafe, safsata ve palavraya karşılık geldiği, batıl dinlere ve putperestliğe özgü dinî bir mahiyet taşıdığı gözardı edildi.

Üstelik, ilkçağdaki “tanrı-kral” kültünün modern bir formda yeniden üretilmesi esasına dayanan irticaî bir hareket olduğu dikkatlerden kaçırıldı.

Firavunların kendilerini putlaştırmaları, salt kişisel “dangalaklık”larından kaynaklanmıyordu, aynı zamanda, onlara tapınmaya hazır “devlet görevlileri”ndeki “sınırsız yalakalığın, köle ruhluluğun, şahsiyetsizliğin ve onursuzluğun” ürünüydü.

Bu putperestlik türünün biraz daha inceltilmiş, rafine ve imbikten geçirilmiş biçimi, liderlerin “dokunulması bile ibadet olan” seçilmiş kişiler haline getirilmesidir.

Ve, Firavunluğa meyilli olan liderler, böylelerini, yüzlerine tükürüp yanlarından kovmak yerine, “İstemem, yan cebime koy” politikasıyla ödüllendirirler.

*

Evet, milliyetçilik, laiklik (siyasal dinsizlik) sayesinde gerçek dini tasfiye etmekte, yerine kendisi oturmaktadır.

Mesela Türkiye’de geçmişte yaşanan, yapılmak istenen tam da budur.

Bu gerçeği Lapidus şu şekilde dile getiriyor: 

Türklük düşüncesi, laiklik ve modernizme olan temayülü daha da güçlendirdi. Çünkü bu düşünce, Doğu-Batı kimliklerini birbirleriyle uzlaştırmak gibi bir zahmete gerek kalmaksızın, Türkleri toptan İslam’dan uzaklaştırmayı mümkün kılmaktaydı. Türk kavramı, Türkler’in tarihî kimliğini ifade edebilen, fakat İslamî olmayan; modern olan, fakat Batılı olmayan yeni bir medeniyet tarifi ortaya koyabilmekteydi.” 

(Ira M. Lapidus, Modernizme Geçiş Sürecinde İslam Dünyası, çev. İ. S. Üstün, İstanbul 1996, s. 71.)

Evet, Meşrutiyet’in Türkçülüğü, Cumhuriyet döneminde Kemalizm/Atatürkizm tarafından yeniden yoğuruldu ve “Atatürk milliyetçiliği” adı verilen yeni bir biçime ve görünüme kavuşturuldu.

Böylece Türkçülük, Türklükçülük haline geldi.

Türklükçülük (Atatürk milliyetçiliği), Lapidus’un ifade ettiği gibi “Türkleri toptan İslam’dan uzaklaştırmayı mümkün kılan” bir muhtevaya sahipti.

Moiz’lerin en hızlı Türk milliyetçisi (Türklükçü) olmalarının nedeni de buydu, yeni Türk milliyetçiliği Türkler’e beleşten “İslam’dan uzaklaşma” iksiri sunuyor, hatta bunu zorla içiriyordu.

*

Bununla birlikte, milliyetçiliğin dinin yerini alması durumu ne sadece Türkiye’ye özgü ve ne de sadece Türkler’in başına gelmiş olan bir musibet.

Çağımızda neredeyse her kavim bu beladan payına düşeni almış durumda.

Nitekim Wallerstein, milliyetçiliğin yaşadığımız devirde dinin yerini almış bulunduğuna şu şekilde işaret ediyor:

“Çağdaş dünyada ırk, tek uluslararası statü grubu kategorisidir. En azından MS. 8. yüzyıldan beri bu rolü oynayan dinin yerini almıştır.”

(Immanuel Wallerstein, “Bağımsızlık Sonrası Siyah Afrika’da Toplumsal Çatışma: Yeniden Değerlendirilen Irk ve Statü Grubu Kavramları”, Irk, Ulus, Sınıf-Belirsiz Kimlikler, ed. E. Balibar ve I. Wallerstein, çev. Nazlı Ökten, 2. b., İstanbul: Metis Yayınları, 1995, s. 252.)

Benzer şekilde Balibar da, kişinin kendisini “evindeymiş” gibi düşünmesini sağlayan devlete aidiyet ve bağlılık duygusunun oluşmasını Machiavelli’de olduğu gibi “zor”a ya da Gramsci’nin dediği gibi “eğitim”e ve iknaya bağlayamayacağımızı öne sürerek, ulus-devletin (milli devletin) etkililiğinin en derindeki nedenlerinin bulunması için, vatanseverlik ile milliyetçiliği “bir din” saymak gerektiğini belirtir. (Etienne Balibar, “Ulus Biçimi: Tarih ve İdeoloji”, Irk, Ulus, Sınıf-Belirsiz Kimlikler, s. 120.)

Demek istediği şudur, zorla ya da eğitimle devlete aidiyet duygusu oluşturamazsınız, bu duygunun insanın içinden gelmesi gerekir, bunu da din haline getirilmiş ya da dinin yerini almış milliyetçilik sağlayabilir.

Bu, Mussolini’nin (daha önce de Hegel’in) savunduğu şekilde devletin tanrılaştırılması, putlaştırılmasıdır.

Faşizmdir.

*

Berkeley, Stanford ve Michigan gibi üniversitelerde dersler vermiş olan sosyal bilimci Hayes, Balibar ve Wallerstein gibi isimlerin dikkat çektiği olguyu, “Nationalism: A Religion” (Milliyetçilik: Bir Din) adlı bir kitap yazarak daha güçlü ve açık bir biçimde dile getirmiş durumda.

Evet, Hayes, Türkçe’ye de çevrilmiş olan bu kitabında, bir sosyolog olarak, çağımızda milliyetçiliğin bir din haline gelmiş bulunduğunu belirtmektedir.

Ona göre, “Kitleler, Hristiyanlığın tarihi inanç ve uygulamasından soğudukça, onun yerine, entellektüeller tarafından kendilerine sunulan, en gözdeleri de komünizm ve milliyetçilik olan diğer cazip ikamelere meyletti”. (Carlton J. H. Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, çev. Murat Çiftkaya, İstanbul: İz Yayıncılık, 1995, s. 32.)

Yine ona göre, “İnsanoğlunun din duygusu … çağdaş kömünizmde ve özellikle de modern milliyetçilikte tezahür etmektedir”. (A.g.e., s. 36.)

Milliyetçiliğin (yerlilik-millilik davasının, ya da ulus-devleti putlaştıran devletçilik ideolojisinin) dinlerde olduğu gibi kendi ayin ve ritüellerini geliştirdiğini belirten Hayes, okullarda, stadyumlarda vs. resmî törenler sırasında okunan marşların, bu yeni dinin ilahileri olduğunu anlamamızı sağlamaktadır.

Mitinglerde, gösterilerde koro halinde yüksek sesle tekrarlanan sloganlar, okullarda öğretilen “andımız” seremonileri vs., onun yaklaşımı çerçevesinde, bu yeni din ya da putperestliğin sesli dua ve zikirlerini oluşturuyor.

Okullarda ve resmî kurumlarda hep bir ağızdan sürekli tekrarlanan ulusal antlar dinlerdeki toplu ibadet ve ayinlerin seküler biçimidir.

Ulusal/milli bayramlar, dinî bayramların alternatifi olma işlevini üstlenmiştir.

Millî kahramanlar/kurtarıcılar, milliyetçiliğin (yerlilik/millilik putperestliğinin, devletçiliğin) peygamberleri ve velileri/azizleri olarak arz-ı endam ederler.

Hitler’in Kavgamı, Kaddafi’nin Yeşil Kitab‘ı, Selanikli Mustafa Atatürk'ün Nutuk'u türünden “ulu önder / Führer” kitapları ve nutukları, putperestliğin sorgulanamaz kutsal kitaplarıdır.

Ulusal kahramanların anıt mezarları da dinlerdeki kutsal ziyaret yerlerinin ya da peygamber türbelerinin, evliya yatırlarının bir benzeri durumundadır; fakat ondan daha fazla birşeydirler, bir tür “ahiret hesabı verme” mekânlarıdırlar.

İslam’daki bayram namazlarının yerini, bu yeni putperestlikte, (eşi görülmemiş bir yalancılıkla) “ölümsüz” ilan edilen liderin anıt mezarının milli bayramlardaki “huşu”lu ziyareti alır.

İbadete/tapınmaya kendini fazla kaptıranların bu törenlerde suratlarının asıldığına, gözlerinin buğulandığına da şahit olunabilir.. İşi abartıp ağlayanlara, secdeye kapananlara da rastlanır.  

Hak dindeki Allahu Teala’nın yanılmazlığı ve sorgulanamazlığı inancı, bu putperestlikte, “kurtarıcı lider”in sorgulanamazlığı/hatasızlığı itikadına dönüşmüştür.

Peygamberlerin masumiyeti (günahsızlığı) inancının yerini de, “put liderin tanrısallığı inancının bekasına kendisini vakfetmiş” gizli servislerin (istihbarat teşkilatlarının) “dokunulmazlığı” almıştır.

En temel vatandaşlık haklarından yararlanılması için bile ön şart olarak dayatılan “ölmüş liderlerin ilke ve devrimlerine iman, sadakat ve bağlılık yemini” ise, bu yeni putperestliğin sunduğu “dünya cenneti”nin anahtarı haline getirilmiş laik “kelime-i şehadet“ durumundadır.

*

Ne yazık ki milliyetçilikteki bu dinî boyuta, ondaki dinsel mahiyete ve putperestlik potansiyeline Türkiye’de çok fazla dikkat çeken yok.

Hayes’ler, Balibar’lar, Wallerstein’lar yetiştirme bakımından güdük ve verimsiz bir toplumsal araziye sahibiz.. Lapidus’lar halimize bakıp şaşırıyor, bizdeki duyarsızlık karşısında hayretten ağızları bir karış açık kalıyor.

Türkiye’de revaçta olan, Türklükçülüğe biraz İslam sosu eklenerek ondaki dinselliğin İslam’dan geldiği intibaını verme illüzyonu ve hokkabazlığı.

Onun gerçek mahiyetine dikkat çeken isimlerin sözleri ise, bu çakma düşünürlük ve ideologluk panayırının hançeresi kuvvetli ve çenesi düşük simsarlarının bağırtı çağırtısı arasında kaybolup gidiyor.

Mesela, İslamî tefekkürün müstesna kalelerinden merhum Bediüzzaman’ın şu sözlerini fazla hatırlayan yok:

"Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ederler."

Günümüz diliyle ifade etmek gerekirse, “İslam öncesi dönemlere özgü ırkçılık, birbiriyle dayanışma içine girip yardımlaşan aymazlık, sapıklık, gösteriş ve karanlıktan oluşmuş bir karışımdır ve bunun için milliyetçiler, milliyeti, yani ırk bağını tapınılan bir tanrı kabul ederler”.

Böyle kabul ettikleri için de, herkesin kendi tanrılarına kulluk etmesini beklerler.

Onlar için, farklı bir ırka mensubiyet iddiasında bulunmak, tanrılarını yıkıp parçalamaktan başka birşey değildir, ve mutlaka cezalandırılması gereken bir suçtur.

Milliyet yani etnik köken onların tanrısı olduğu için, Allahu Teala’ya ait “kıdem ve beka” (varlığının zamansal başlangıcı ve sonu olmamak) sıfatlarını milletlerine izafe ederler.

Bu yüzden kendi milletlerinin tarihin en eski kavmi olduğunu savunur ve sonsuza kadar yaşayacağı iddiasında bulunurlar.

“Çakma Tekin Alp” som ve saf Moiz Kohen gibi, kendi milletleri için ahiret diye birşey bulunmadığına iman etmişcesine konuşurlar.


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...