TÜRKİYE’NİN BEDEVÎLERİ:
İSLAMCILIK KARŞITI İMANSIZ
“MÜSLÜMAN”LAR
Dr. Seyfi SAY
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ 5
TÜRKİYE’NİN
İSLAMCILIK KARŞITI İMANSIZ “MÜSLÜMAN”LARI 8
TÜRKİYE’NİN YERLİ VE MİLLİ “MÜSLÜMAN” HARİCÎLERİ
İSLAMCILIĞA KARŞI 16
İSLAMCI OLMAYAN,
HEVA VE HEVESİNİ TANRI EDİNEN BİR MİLLET VE DEVLET 20
BABANZADE AHMED
NAİM BEY’DEN TÜRKÇÜLERE: DOBRA DOBRA İSLAMCI OLUN! 26
İSLAMCILIK VE MİLLİYET KONUSUNDA İSMET ÖZEL’İ İZLEYEN
BİR İSİM: D. MEHMET DOĞAN 34
DERİNLERİN “MÜSLÜMAN”LARI İSLAMCILIĞA SALDIRIRKEN.. 52
İSLAMCILIK KARŞITLIĞI NEDEN KÜFÜRDÜR? 60
SANATI KUTSAYIP
SANATÇILIĞI LANETLEMEK MÜMKÜN MÜDÜR? 63
DEVLETİN YANINDA YER ALIP ALLAHU TEALA’YA SAVAŞ AÇMAK 70
AHMAKLIK VE
EBLEHLİĞİN İSLAMCILIKLA OLAN SAVAŞI 75
HUKUKÇULUK
SAPIKLIK MIDIR? 88
İSLAMCILAR, TÜRKÇÜLER, ATATÜRKÇÜLER VE “DERİN/ÇUKUR
DEVLET” 98
MADEN İYİYSE, MADENCİLİK KÖTÜ OLABİLİR Mİ? 101
TÜRKİYE’DE TEK DİNCİ BEN Mİ KALDIM YOKSA? 104
İSLAMCI OLMAYAN, İMAN EDİP ETMEDİKLERİ ŞÜPHELİ
“MÜSLÜMAN” YAZARLAR 107
İSLÂMCILIK
VE TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ 114
YERLİ-MİLLİLERE “MÜSLÜMANIZ, İSLAMCI DEĞİLİZ” NAKARATINI HRİSTİYAN BATI
EZBERLETTİ 119
İSLÂM-CI
VE MİLLİYET-Çİ 122
NİÇİN İSLAMCILIK? 128
İSLAMCILIĞIN VE ATATÜRKÇÜLÜĞÜN “ONTOLOJİ”Sİ 130
MÜSLÜMAN VE İSLAMCI 139
İSLAMCILIĞI AŞAĞILAMAK KÜFÜRDÜR 141
ŞİZOFREN İSLAMCILIK KARŞITLIĞI 146
İslam-cı’ya
öyle, türk-çü’ye böyle 152
NEDEN
İSLÂMCI DEĞİLMİŞ? 156
İLAHİYAT-ÇI AMA DİN-Cİ YA DA İSLAM-CI DEĞİL 175
PKK, KÜRTÇÜLÜK, VE İSLAMCILIK 181
DUAYEN BİR “NÜFUZ/TESİR AJANI”NA.. 190
DERİN DİNSİZLİĞİN ASKERLERİNİN İSLAMCILIK SAKIZI 193
İSLAMCILIK DÜŞMANLIĞI VE AJANLIK 206
KİBAR BİR İSTANBUL BEYEFENDİSİ YA, MESELA “BÜTÜN
ATATÜRKÇÜLÜKLER SAPIKLIKTIR” DİYE ASLA YAZMAZ 213
İSLAMCILIK DÜŞMANLARI KÜFRÜN ASKERLERİDİR 218
“İSLAMCILIK OLMASIN, ÇÜNKÜ O
İDEOLOJİ, ‘İZM’, MÜRİDİZM OLSUN!” 219
İSLAMCILIĞA KARŞI HAÇLILARLA İTTİFAK 224
MÜSLÜMANIN İSLAMCI OLMAMA SEÇENEĞİ YOKTUR! 227
“İSLAM, İSLAM-CI (KENDİSİCİ) OLMASIN, TÜRKÇÜ OLSUN!” 232
İSLAMCILIK DÜŞMANLIĞI VE DERİN
DEVLETÇİLERİN KUKLALARI 235
İSLAMCI OLMAYAN MÜSLÜMAN OLAMAZ 239
İNGİLİZ İNEĞİNİN LAİKLİK DANASINI
UNUTMUŞ, ÖKÜZÜN ALTINDA BUZAĞI ARIYOR 242
BİR ŞAŞKIN FETHULLAHÇININ TARAF'TAKİ MOMENTİ 246
BİR
DANS MERAKLISINA: BİZ BU FİLMİ GÖRMÜŞTÜK! 250
NİHAT GENÇ’İN BİR YAZISININ ORTAYA KOYDUKLARI 258
T. C.’NİN
İLAHİYATLARI, İSLAMCI OLMADAN TASAVVUFÇU, ŞERİATÇI OLMADAN MÜSLÜMAN OLAN HİLKAT
GARİBELERİ ÜRETTİ 270
İSLAMCILIK SEMPOZYUMU KİTABI VE “YERLİLİK-MİLLİLİK” 281
İTİRAZLAR
VE CEVAPLAR 284
ÖNSÖZ
İslamcılık, Türkiye’de laiklikle birlikte en çok tartışılan
konulardan biri durumunda. Bu ülkede laiklik hakim olmaya devam ettikçe ve
laiklik propagandacıları mevcut oldukça (bazılarının tabiriyle modern bir olgu olarak) İslamcılığın da var olmaya devam edeceğinden
şüphe edilemez.
Evet İslamcılık (bu çağda da var olması
itibariyle) modern bir olgudur, fakat modernist
(modernci) değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır. Fazlur Rahman gibi modernist “ilahiyatçı”lar,
son tahlilde İslamcı değil Batıcıdır,
Batılılaşma yanlısı birer taklitçidir.
Onların görmek istediği İslam, tam da Kemalizm’in reforme edilmiş ve modernizasyona tabi tutulmuş İslam’ıdır. Nitekim
bu tiplerin, Atatürk’ün yaptıklarını
açıkça ya da imalı ifadelerle onayladıkları, hatta onu isim vererek övdükleri de
görülmektedir.
İslamcılık modern bir olgudur, fakat
modernlik parantezi içine
hapsedilemez, o aynı zamanda geleneğin ta kendisidir. İslamcılık, İslam dini
ile yaşıttır, Hz. Adem a. s. ile başlamıştır ve son müslüman hayatta kaldıkça
da devam edecektir. Zaten böyle olmasa, adı İslamcılık olmazdı, başka birşey
olurdu. Elbette İslam’ın fütuhat
dönemlerinde tartışılan konular ile (Moğol
ve Haçlı istilaları ile Osmanlı’nın
çöküş dönemi gibi) gerileme ve çözülme dönemlerinin gündemlerinin aynı
olması beklenemez. Salt bundan hareketle “Eskiye göre üslup da, tartışma
konuları da farklılaştı, demek ki esasa ilişkin bir değişim ve dönüşüm
yaşanıyor” denilemez.
İslam’ın var olduğu her zaman ve
yerde İslamcılık da var olmuştur. Aksi düşünülemez.
*
Ülkemizde İslamcılık hakkında
yapılan tartışmalara bakıldığında basmakalıp klişelerin lüzumsuzca
tekrarlanmakta olduğu ve en basit gerçeklerin bile üstü örtülü kaldığı
görülüyor. İslamcılığın Osmanlı’nın
son döneminde ortaya çıkmış bir düşünce akımı olduğu ezberi de bunlardan.. Bir
misalle izah edelim. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıysanız ve Türkiye’de
yaşıyorsanız, bu ülkede “Ben
Türkiyeliyim” diyerek malumu ilam etmezsiniz. Sadece Kayserili, Konyalı,
Diyarbakırlı vs. olduğunuzu söylersiniz. Bu, Türkiyeli sayılamayacağınız
anlamına gelmez. Ve yabancı bir ülkeye gidip Türkiyeli olduğunuzu
söylediğinizde kendinizi bu şekilde tanıtmanız, mesela Türkiye’de kendinizi
Konyalı olarak tanıtmanızla çelişen bir tavır olarak görülemez.
Osmanlı’nın ilk dönemlerinde
İslamcılıktan söz edilmemesinin altında yatan neden de bundan farklı değildir.
Ortada Batıcılık ya da Türkçülük gibi ideolojiler mevcut
olmadığı için, İslamcılık diye adlandırılabilecek bir söyleme de ihtiyaç duyulmamıştır.
Şayet Şeyhülislam Ebussuud Efendi, İmam Birgivî, Zembilli Ali Efendi, Molla
Güranî, Molla Hüsrev ve Hocazade gibi zatlar Osmanlı’nın sön döneminde
yaşasalardı, o yeni cereyanların mantıksızlık, saçmalık, geçersizlik ve
fikirsizliğini gösteren eserler verirlerdi.
Benzer birşeyi merhum Bediüzzaman Said-i Nursî de söylüyor, “Ben tahmin
ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir Geylani r. a. ve Şah-ı Nakşibend r. a. ve
İmam-ı Rabbani r. a. gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-ı
imaniyenin ve akaid-i İslamiyenin takviyesine (kuvvetlendirilmesine) sarfedeceklerdi”
diyor. Bunu yazdığı sırada Türkiye’de (İslam’ın siyasal hayata hakim olmasına
çalışma anlamında) İslamcılık yapmak hem mümkün değildi, hem de bu, ehemmi
bırakıp mühimle uğraşmak anlamına gelirdi.
İslam-İslamcılık
ayrımı yapan ve buna bağlı olarak İslamcı-müslüman ayrımından söz eden Batılı
akademisyenlerin ve onların yerli taklitçi ve işbirlikçilerinin İslam’a “din”
olarak yükledikleri anlam, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin Mekke dönemindeki tebligatıyla sınırlı
kalıyor. Medine döneminde yapılanlar
ve vaz’ edilenler ise İslamcılık (ya da Siyasal İslam) olarak nitelendirilme
durumunda.
Olaya bu ayrım
çerçevesinde bakanların, ashab-ı kiramın Mekke döneminde müslüman olduklarını, Medine döneminde ise birer İslamcıya dönüşmüş bulunlduklarını düşünüyor
olmaları beklenir. Müslümanlara yönelik algı operasyonu ve manipülasyon
faaliyetinin kavramsal araçları olan İslam-İslamcılık
ve İslamcı-müslüman ayrımlarını
benimseyen ve bu kavramlar arasında bir karşıtlık ilişkisi kuran parçalanmış
bir zihnin başka bir sonuca varması mümkün değildir.
*
Bu
kitap, böylesi konuları tartışıyor. Bununla birlikte konuyu “Siyasal İslam”
kavramı eksenli bir başka çalışmada da ele alacağız inşallah.
Allahu
Teala’dan, bu kitabın hayırlara vesile olmasını niyaz ederim.
*
TÜRKİYE’NİN İSLAMCILIK
KARŞITI İMANSIZ “MÜSLÜMAN”LARI
Türkiye’de
sürdürülen İslâmcı-müslüman tartışmasında “müslüman” kavramının bayraktarlığını
yapan isimlerin en azından bir bölümünün, Hz. Ali’nin ifadesiyle, hak söz ile
batılı kastettikleri söylenebilir.
Bunlara
göre, İslâm başka, İslâmcılık başka.. Müslüman olmak başka, İslâmcı olmak
başka.. Müslüman olmak iyi, İslâmcı olmak kötü..
“İslâmcı
olmak neden kötü?” sorusuna verdikleri cevap ise, “Biz İslâm satmıyoruz ki..” şeklinde demagoji yapmaktan ibaret.
Ciddiyetten
biraz daha fazla nasibi olanlar ise, geleneksel terminolojide bu kavramın yer
almıyor olmasını gerekçe gösteriyorlar.
*
On yıl kadar önce İslamcılık konusu Türk medyasında
yoğun bir biçimde tartışılırken, Fethullah
Gülenciler, tahmin edilebileceği gibi, İslamcılık karşıtı cephede yer
almışlardı.
Şiir diye yazdığı tekerlemeler lüzumsuz yere
“şişirilen” “derin görevli” şairin biri de, İslamcı olmadığını şımarıkça ilan
eden isimler arasında yer alıyordu.. “İslâmcı olmak neden kötü?” sorusuna
verdiği cevap, “Biz İslâm satmıyoruz ki..”
şeklindeydi.
“İslâm satmadığını” söyleyen o tip gibiler belki
İslâm satmadılar, ama insanların onlara yönelik
“İslâmcı olma” hüsnüzannını tepe tepe kullandılar,
pazarladılar, sattılar, maddî kazanca ve asla hak etmedikleri bir itibara
dönüştürdüler.
Ki o (şiirleri şiire benzemeyen tekerlemelerden
ibaret) şair bozuntusu, Millî Gazete’deki son yazısında, insanların iyi
niyetini suistimal ya da istismar ettiğini açıkça beyan etmişti.
4 Ağustos 2003 tarihli son yazısında şöyle
diyordu:
“Yirmi altı sene önce bir yandan inancıma ortak saydığım kimselere laf
anlatmak, diğer yandan geçim derdiyle şoför mahalline bir şekilde oturduğum bu
arabayı sürmem için hiçbir ahlâki gerekçe kalmadı artık.”
*
Evet, “İslâm
satmadığını” söyleyen şiirsiz şair İsmet
Özel gibiler belki İslâm satmadılar, ama insanların onlara yönelik “İslâmcı
olma” hüsnüzannını tepe tepe
kullanıp sattılar. (Hakkını yemeyelim, şiir diye yazdığı karalamalardan üç beş
mısrada bir şiiriyet var, gerisi takır tukur anlamsız laflar.)
Aslında ahlâkî gerekçesi değil, “cüzdanî” gerekçeye
eşlik eden “derin görevi” kalmamıştı..
Yeni görevine doğru yelken açmış, Türklük
(ırkçılık) odaklı (ve resmî ideolojiye endeksli) yeni inancını deklare etmişti.
Son yazısında, inancına ortak olanlardan
değil, ortak saydıklarından söz etmesi,
samimiyetsizliğini belgeliyordu.
Altı ay değil, altı yıl değil, 16 yıl değil, tam 26
yıl, çeyrek asır boyunca “rol” yapmış, birilerini “ortak inanç sahibi”ymiş gibi kandırmıştı.
Ve, ahlâkî düzeyi bu olan adam, son yazısında utanmadan
“ahlâkî gerekçe” edebiyatı yapıyordu.
*
İslâmcı
tabirinin geleneksel ıstılahlar arasında yer almamasına gelince.. Böylesi bir
hassasiyeti bulunan kimselerin, şayet ne dediklerinin farkında iseler, Hanefî, Malikî, Nakşî, Kadirî vs. gibi
tanımlamaları da reddetmeleri gerekir.
Bu
beyzadelerin zannının aksine, “Müslümanım” demek tek başına meseleyi çözmeye
yetmez..
Evet,
ayet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:
“Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘Kuşkusuz ben müslümanlardanım’ diyenden
daha güzel sözlü kimdir?” (Fussilet, 41/33)
Allah’a çağırmadan, salih
amel işlemeden “Ben müslümanım” demek çok fazla bir
anlam ifade etmez..
Allah’a çağırmak ise,
Allah’ın kitabına, şeriatine, Peygamberi’nin sünnetine
çağırmaktır.
Salih amel işlemek,
İslâm’ın emir ve yasaklarına, Şeriat’in
hükümlerine ihlasla uymaktır, müttekî olmaktır.
Allah’a
çağırmadan, salih amel işlemeden “müslüman olma” edebiyatı yapmak, “bedevîlik” anlamına gelebilir.
Allahu
Teala, Hz. Peygamber s.a.s. zamanının bedevîlerini “mümin” sıfatına layık görmemiş, onlardan “müslüman” olduklarını söylemelerini istemiştir.
“Ben Müslümanlardanım” diyenler, “güzel sözlü”dürler, bu kesin; fakat bunu söylemeleri,
her zaman, “iman” etmiş olmalarını garanti etmez:
“Bedevîler
‘İman ettik’ (Mümin olduk) dediler. De ki: ‘İman etmediniz. Fakat “Müslüman
olduk (Eslemnâ)” deyin.' Henüz iman kalplerinize girmedi.” (Hucurat, 49/14)
*
Müslüman
kelimesi, Muhammed isminin Mehmed şeklinde bozularak Türkçeleştirilmesi gibi, “muslim” (teslim olan) kelimesine
karşılık gelmektedir. İslâm, “esleme” mazi fiilinin masdarıdır (esleme,
yuslimu, islâmun).
Bedevîler iman etmemişlerdi, ama “müslüman”
olmuşlardı. Günümüzün “müslümanlar”ının da büyük çoğunluğunun iman etmemiş
oldukları görülmektedir.
Onların, Asr-ı Saadet’in bedevîlerinden daha iyi
durumda oldukları söylenemez.
Bir ülke ki, orada “Şeriat’in uygulanmasını istiyor
musunuz?” şeklinde anketler yapılıyor ve halkın ancak yüzde 12’si
civarındaki bir bölümünün “Evet” cevabı verdikleri görülüyorsa, bu
insanların değil iman etmek, müslüman oldukları bile tartışılabilir.
Çünkü bedevîlerin iman etmeyip müslüman olmaları, Şeriat’in hükümlerine teslim olmaları ve boyun
eğip kabullenmeleri anlamına geliyordu.
Onlar, “Hayır, Şeriat’in uygulanmasını istemiyoruz”
demiyorlardı.
Günümüzün müslümanlığı, ne yazık ki, sıkça, “iman”sız “bedevî müslümanlığı”ndan
bile berbat bir “inanc”a karşılık gelmektedir.
Bugün birçoklarının Türk İslamı/Müslümanlığı adı altında savundukları komik garabet
aslında hiç de “yerli ve milli”
değildir, patenti Arap bedevîlere aittir.
*
Yıllar önce, YÖK eski başkanı Kemal Gürüz’le yapılmış
bir röportajda onun kendisini “sosyolojik müslüman”
olarak tanımladığını okumuştuk.
Doğal olarak bu, “İslam’a göre müslüman”
olmadığını, “imansız müslüman” olduğunu
söylemek anlamına geliyordu.
Böylesi “bedevî tarzı müslümanlık”ı
bile mumla aratan zamane müslümanlarının ayırıcı
özelliklerinden biri, asla İslâmcı olarak
nitelendirilmek istememeleridir.
İstememelerini geçtik, kimi zaman Haçlı Seferleri’ne özgü bir kendinden geçmişlikle İslamcılığa
saldırdıklarına da şahit olunuyor.
Gerçekte İslâmcı tabirini uyduranlar da bunlardır.
Kendilerini “müslüman” olarak nitelendiren bedevî zihniyetli bu
kişiler, Kur’an ve Sünnet’in istediği şekilde “iman etmiş”
kimseleri İslâmcı olarak nitelendirdiler ve aşırılıkla yaftaladılar.
Türkiye’de İslâmcı kavramının ilk önce Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi gibi İslâm’ı savunan isimler için muhalifleri tarafından
kullanılmış olması tesadüf değildir.
*
Batılılar’ın “Müslümanlar’la bir dertlerinin
olmadığını, onların sorununun sadece İslamistlerle olduğunu”
söylemeleri, bu bedevî usulü müslümanları İslamist
(İslâmcı) dedikleri kesime karşı kışkırtmak ve kullanmak istemelerinden
kaynaklanmaktadır.
Ve bu imanı içine sindirmekte
zorlanan “bedevî tarzı müslümanlar”, Batı’nın “yerli ve milli acentaları”nın güdümünde,
Haçlılar’ın işbirlikçileri ve öncü birlikleri olarak İslâmcılar’a savaş
açıyorlar.
Bu “kukla ve piyon” “bedevî”lerden bazılarının, gerçek
iman ehlini “sapık” ilan edebilecek kadar küstah ve pervasız konuşup
yazabilmesi ise, ahir zamana yakışan bir durum.
*
İslâmcı
olduklarını söyleyenlerde birtakım kusurların bulunması başka birşey, Batılılar
ile birlikte “imansız bedevî müslümanlığı” propagandası yapıp
İslâmcılık adı altında dolaylı olarak “iman”a savaş açmak başka birşeydir.
Evet,
Türkiye’de “eski İslâmcılar”ın çok büyük bir bölümünün bugün “muhafazakâr demokratlık” limanında
demir attıkları ve önceki sahte mücahitliklerinin
yerini müteahhitliğin aldığı bir
gerçektir. Bunların doğrudan ya da dolaylı olarak laikliği de savundukları görülmektedir.
Onların
İslâmcılığa ihanet etmesi, İslâmcılığın kötü olduğunu mu gösterir?!..
“Müslüman
olduk” diyen bedevîlerin çok büyük bir bölümünün, Hz. Peygamber s.a.s.’in
vefatı üzerine irtidat etmeleri,
“müslüman olma”nın kötü birşey olması anlamına mı geliyordu?!
Müslüman-İslâmcı
edebiyatı yapıp hak sözle batılı kastedenler, kimlerin safında yer aldıklarına
bir bakmalıdırlar.
*
[Cibrîl
hadîsi de İslam ile imanı ayırmaktadır. Bununla birlikte İmam-ı Azam Ebu Hanife Fıkh-ı Ekber‘inde, İmam Matüridî de Kitabü’t-Tevhîd‘inde, İslam ile imanın, yani mümin
olma ile müslim olmanın aynı şey olduğunu ifade etmişlerdir. Bu yorum, Nesefî Akaidi‘nde de aynen tekrarlanmaktadır.
İmam
Matüridî, bu konudaki değerlendirmesini ayrıntılı bir biçimde anlatmakta, başka ayetlerden deliller getirerek İslam ile
imanın birbirinden ayrılamayacağını savunmaktadır. Hucurat suresindeki ayeti bu
çerçevede tevil ediyor ve buradaki “müslim olma, teslim olma”
ifadesinde müslümanlık (İslam) kavramını, terim değil sözlük anlamıyla yani salt boyun eğme olarak ele alıyor.
Allame Taftazanî de Şerhu’l-Akaid‘de bu yorumu dile getirmektedir.
Bu
yorum makuldür, çünkü imansız bir müslümanlık, gerçek bir müslümanlık değil,
görünüşteki bir müslümanlık ve boyun eğme olur.
Ayrıca
Taftazanî, Zariyat Suresi’nin 35’inci ve 36’ncı ayetlerinde müslüman olma ile
mümin olmanın aynı anlamda kullanılmış olmasına
dikkat çekmektedir.
Ancak
bu, Hucurat Suresi’nde belirtilen gerçeği ortadan kaldırmaz. İşte o yüzden,
Taftazanî, “Bizim maksadımız, şeriatta muteber olan İslam’dır” kaydını
düşmektedir. İşte burada bir Eş’arî ya
da selefî meşrepli biri, Hucurat Suresi’nde belirtilen anlamda İslam-iman
ayrımı yapabilir, ve onların Ehl-i Sünnet dışı olduğunu söyleyemezsiniz.
Çünkü
zimmîlik de bir boyun eğiştir ama bu, sonunda imanın kalbe yerleşmesi
umulan bir müslümanlık olarak adlandırılmaz.
Öte
yandan, Hanefî-Matüridî çizgisi, iman ile ameli ayırır, imanı “kalp ile tasdik ve dil ile
ikrar” olarak görür. Amel, imanın
kemâlinden kabul edilir, dışarıda bırakılır. Aslında, iman ile İslam’ı aynı şey olarak nitelendiren anlayış
(Hanefî-Matüridî çizgi), (teslim olmayı / İslam olmayı
ifade eden) ameli de imandan bir parça olarak
görmeye elverişlidir.
Bununla
birlikte, Allahu Teala kalpleri bildiği için, kulları
hakkında “İman etmediniz, İslam oldunuz” diye hüküm verebilir, fakat biz kullar
birbirimiz hakkında bu şekilde konuşamayız. Fakat
birinin söz ve amelleri kesin bir
biçimde küfür anlamına geliyor,
müslümanlık iddiasıyla açıkça ve tevil edilemez
biçimde çelişiyorsa, ve bundan rücu da etmiyorsa, o başka.
Burada
da hüküm, kalp ile değil, zahirî söz ve
amelle ilgilidir. Bir başkası, “Onun kalbine bak, niyeti iyi” de diyemez.
Dolayısıyla
(ayette geçen) “müslüman olduğunu söyleyip de iman etmeme” anlamında İslam-iman ayrımı bizim için dünya
hayatında pratik açıdan önem
taşımamakta, bizim, hakkında konuşabileceğimiz bir mesele olmaktan çıkmaktadır.
Çünkü biz, insanların ancak sözleri ve amelleri hakkında konuşabiliriz,
kalpleri hakkında konuşamayız.
O,
Allahu Teala’ya mahsustur.
Bu
nedenle, Şeriat (yani
dünyevî/dünya hayatındaki ahkâm) açısından müslüman olma, mümin olma anlamına
gelmektedir. O yüzden Taftazanî, “Sonuç olarak şeriatta bir kimsenin mümin ama müslüman olmadığına veya müslüman ama mümin olmadığına hükmetmek doğru olmaz” demektedir.
Ancak
bu, salt dünyevî/dünyadaki hüküm, yani Şeriat bakımından
böyledir. O yüzden, küfrünü açıkça ortaya koymayan münafıklar şer’î hükümler
bakımından dünyada mümin muamelesi görürler.]