MİLLETİ SÜRÜLEŞTİREN ATATÜRKİST DİKTATÖRLÜĞÜN MİLLET İRADESİ NİNNİSİ

 




1924 Anayasası demokratik bir ruha sahip olmakla beraber, bu, çoğulcu demokrasi değil, çoğunlukçu demokrasi anlayışını yansıtıyordu. 

Köklerini Rousseau’nun genel irade görüşünden alan çoğunlukçu demokrasi anlayışı, "genel irade veya millî irade olarak adlandırılan çoğunluk iradesinin daima kamu iyiliğine yöneleceği, çünkü çoğunluğun çıkarlarıyla toplumun genel çıkarlarının hiçbir zaman çatışamayacağı" varsayımından ya da ön kabulünden hareket eder.

Rousseau’nun ifadesiyle genel irade (millet iradesi) yanılmaz niteliktedir.

Tabiî ki bu varsayım, İslam’a, akla ve mantığa aykırı.

Yanılmaz olan sadece, herşeyin yaratıcısı olan Allahu Teala’dır.

Bırakın diğer insanları, peygamberler bile ufak tefek yanılgılara düşebilirler.

Öte yandan, Leon Duguit gibi hukukçular gerçekte millî irade diye birşeyden söz etmenin mümkün olamayacağını dile getirmiş bulunuyorlar.. O, siyasal gücü bir şekilde ele geçirmiş olan kişilerin iradesidir. 

*

Bu genel iradeye ya da millî iradeye Allahu Teala’nın yanılmazlık vasfını izafe eden Rousseau’cu yaklaşım doğru kabul edilirse, yani çoğunluk iradesinin daima kamu iyiliğine yöneldiğini, hiçbir zaman yanılmadığını kabul edersek, "bu iradeyi sınırlayacak, azınlıkta kalanların haklarını koruyacak tedbir ve kurumlara da gerek yok" diye düşünmemiz, hatta bunları zararlı kabul etmemiz gerekir.

Çoğunlukçu demokrasi anlayışının böyle bir tekelci ve despot yanı var.

Çoğulcu demokrasi anlayışı ise, bu çoğunlukçu demokrasi anlayışından farklı olarak, demokrasiyi mutlak ve sınırsız bir çoğunluk yönetimi olarak kabul etmez.

Gerçekten de, çoğunluğun daima kamu iyiliğine yöneleceği, ispatlanması mümkün olmayan, yanlışlığı ise ispat gerektirmeyecek kadar açık bir iddiadır.

Çoğulcu demokrasi anlayışına göre, toplum içindeki çeşitli grupların varlığı ve bunlar arasındaki fikir ayrılıkları, özgür tartışma ve pazarlıklar, kamu iyiliği için gereklidir. ("Ümmetin ihtilafının rahmet olması" gibi.)

Böyle olunca da çoğunluk iradesini sınırlayıcı tedbirler ve kurumlar, demokrasinin özüne aykırı değil, uygundur.

Gerçekten de, ancak kamuoyunun serbestçe oluşabildiği, farklı grupların ve fikirlerin hür bir şekilde kendisini gösterebildiği bir toplumda, çoğunluk iradesi özgür olarak belirebilir.

Çoğulculuğun olmadığı yerde, çoğunluk, farklı fikirlerden habersiz olarak şartlandırılan ve güdülen bir sürü haline gelir.

Türkiye'de eğitim kurumlarında ilkokuldan itibaren belli bir zihniyetin resmî ideoloji olarak empoze edilmesi, tek yanlı bir tarih okumasının ezberletilmesi, evrim teorisi gibi sakat teorilerin mutlak hakikatmiş gibi gösterilmesi bunun sonucudur.

*

1924 Anayasası, “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır” (m.3 ve 4) demek suretiyle, çoğunlukçu demokrasi anlayışına uygun bir formül getirmiştir. 

Bu, kendi kendisiyle çelişen aptalca bir ifadedir.

Hem “kayıtsız şartsız”lıktan söz ediyor, hem de hemen ardından “ancak” diyerek kayıt ve şart getiriyorsun.

Milletin egemenliği (hakimiyeti) kayıtsız ve şartsız ise, temsil için niye sana mahkum ve mecbur olsun ki!

Milletin egemenliğini kaşla göz arasında çalıyor, gasbediyor, sonra da “Millet adına egemenlik hakkını yalnız TBMM kullanır” diyorsun.

Al sana yağlı kazıktan mamul bir “şart ve kayıt”!

Aslında bu, milleti aldatmaktan, onu masal anlatıp uyutmaktan başka birşey değildir.

Millete denilen şu: “Tamam tamam, sen ağasın paşasın, ama sen orda otur, ben senin yerine egemenliği kullanırım.. Ha, şunu da unutma, egemenim diye şımarıp da ‘Benim egemenlik hakkımı filan (mesela Osmanlı padişahı) kullanabilir’ de demeyeceksin.. Egemenlik hakkını senin adına sadece ben kullanırım.. Hatta o haktan dolayı seni gerekirse asar keserim.. İhtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Bu, Selanikli Mustafa Atatürk’ün, İstanbul’dayken İngiliz Gizli Servisi’nin (istihbarat teşkilatının) İstanbul şefi Robert Frew’dan aldığı akılla milletin başına ördüğü bir çoraptı.

Millet, TBMM’nin kurulmasından maksadın vatanın işgalci gâvurlardan kurtarılması olduğunu zannediyordu, fakat asıl gaye, vatanı Osmanlı Devleti’nin elinden almaktı..

Dertleri vatanı kurtarmak olsaydı sadece ellerindeki yetki ve unvanlarla orduyu takviye etmeleri yeterliydi.

*

Meclis iradesi, uygulamada, istisnasız bütün fertleriyle topyekün milletin değil, çoğunluğun iradesi olarak belireceğine göre, Meclis’te çoğunluğu elinde bulunduran parti veya grup, bu çoğunlukçu demokrasi anlayışı çerçevesinde, dilediğini yapmakta serbest olacaktır. 

1924 Anayasası, kamu hürriyetlerinin sınırlarını Meclis çoğunluğunun keyfî iradesine bırakmak suretiyle, çoğunluk yönetimi ilkesini daha da pekiştirmiş, azınlıkta kalanların haklarını ise büsbütün güvencesiz hâle getirmiştir.

Bütün bunlara ek olarak, Tek Parti rejimi sırasında seçimler göstermelik olmaktan öteye gitmemiş, milletvekilleri tek parti yöneticileri (özellikle Selanikli) tarafından belirlenmiştir.

Böylece sözde millî iradenin sahibi millet, kendisinin sözde temsilcilerinin parlamentodaki çoğunluğu karşısında korunmaya muhtaç hale gelmiştir

Pratikte Tek Parti rejimi, çoğunluğu temsil etme iddiasındaki azınlığın, göstermelik millî irade kavramı altında, gerçek çoğunluğa tahakkümde bulunmasından başka birşey değildi. 

*

Tek Parti kafası, Demokrat Parti ile birlikte millî irade denilen demokratik tercihler parlamentoda bir ölçüde karşılık bulmaya başlayınca, Türkiye’nin çoğunlukçu değil, çoğulcu demokrasiye ihtiyaç duyduğunu keşfetmeye başladı.

1960 darbesiyle anayasanın değiştirilmesinin nedenlerinden biri budur. 

Darbeciler, demokrasinin izinin tozunun bulunmadığı Tek Parti diktatörlüğü döneminde değil, çok partili rejimin mevcut bulunduğu ve demokrasinin yerleşmeye başladığı bir zamanda güya demokrasi için darbe yaptılar.

Demokrasi için darbe yapacaktıysalar, bunun öncelikle Selanikli Mustafa Atatürk’e karşı yapılması, Menderes yerine onun idam edilmesi gerekirdi.

Menderes’teki kişisel zaaf ve günahların hepsi Selanikli’de kat be kat fazlasıyla mevcuttu.

Kişisel serveti dersen, haddi hesabı yoktu, memleketi adeta yalayıp yutmuştu.

Demokrasi dersen, Meşrutiyet dönemindeki (İngiltere Krallığı’ndaki demokrasiyi hatırlatan) Osmanlı demokrasisinin yerini, Selanikli’nin “şapka için adam asacak” kadar çılgınlaşmış diktatörlüğü almıştı.

Demokrasi için darbe ona karşı yapılmalıydı.

*

1961 Anayasası, darbe ile oluşturulan Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu raporundaki ifade ile, “Kuvvetlerin yumuşak ayrılığını” benimsemiştir.

Rapora göre “Bu tasarıda benimsenmiş olan parlamenter rejim, Millî hâkimiyete dayanan Devletimizin tarihinde tamamen bir yenilik ifade eder. Zira Meclis Hükûmeti’nin dayandığı kuvvetler karışımı değil, yumuşak bir kuvvetler ayrımını esas almıştır”. 

Böylece 1961 Anayasası, devlet gücünün çeşitli merkezler (yasama, yürütme yargının yanı sıra özerk kurumlar) arasında bölüşülmesini, paylaşılmasını, dengelenmesini gerektiren çoğulcu demokrasi sistemini yerleştirmeyi amaçlamış, hatta TBMM’yi ve hükümeti zayıflatmak için yeni bazı kurumlar ihdas etmiştir.

Çünkü Tek Parti diktatörlüğü çerçevesinde yaşanmış olan "millî iradeyi, aslında milleti temsil etmeyen kişilerin sözde temsili" dönemi, Demokrat Parti ile başlayan ağır aksak demokratikleşme ile son bulmaya yüz tutmuştu.

Bu yüzden, Millet Meclisi’nin yanı sıra ikinci bir meclis, (büyük ölçüde “seçilmiş değil atanmışlardan” oluşan) Cumhuriyet Senatosu oluşturuldu, yürütme görevinin (hükümetin, bakanlar kurulunun) yetki alanına giren birçok konuda özerk veya yarı özerk kurum ve kuruluşlar meydana getirilerek siyasal iktidarın etkinliği sınırlandırıldı.

Bu özerklik uygulamasından maksat, halkın oylarıyla iş başına geçen siyasal iktidarı bürokratik vesayet ile baskı altında tutmaktı.

*

1924 Anayasası’ndan farklı olarak 1961 Anayasası, egemenliğin kullanılışı bakımından hayli farklı bir formül benimsemiştir. Milletin, egemenliğini, “Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle” kullanacağı belirtilmiştir (m. 4).

Böylece TBMM, egemenliğin kullanılışında tek yetkili organ olmaktan çıkarılmış, egemenliğin kullanımı anayasada belirtilen diğer devlet organları ile paylaşılır olmuştur.

1961 Anayasası, Atatürkist bir askerî müdahale ürünü olmasının sonucu olarak, önemli vesayetçi izler taşıyordu. 

Demokratik seçimlere dayanan siyaset kurumunun ve siyasetçilerin gücünü azaltmayı, belli bürokratik denetim mekanizmaları ile siyaset alanını Atatürkizm diktatörlüğü zihniyeti çerçevesinde denetlemeyi ve sınırlandırmayı amaçlıyordu.

Yani atanmışları, seçilmişler karşısında güçlü hale getiriyordu. Mesela, askerî müdahaleyi gerçekleştiren subaylar ömür boyu, yani ölene kadar Cumhuriyet Senatosu’nun tabiî üyesiydi.

Ayrıca, Cumhurbaşkanı’na on beş üye seçme hakkı tanınmıştı. Cumhurbaşkanları Cemal Gürsel, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk’ün siyaset dışı ve asker kökenli oluşu, bir tesadüf eseri değildir.

*

Ayrıca 1961 Anayasası, askerî otoritenin sivil otorite karşısındaki konumunu güçlendirecek hükümler kabul etmiştir.

1924 Anayasası döneminde Millî Savunma Bakanı’na karşı sorumlu olan Genelkurmay Başkanı, Başbakan’a karşı sorumlu kılınmıştır (m.110).

Daha önemlisi, Millî Güvenlik Kurulu’nun (MGK) bir anayasal organ olarak kurulmasıdır.

Kurul görünüşte istişari nitelik taşımakla birlikte, gerek dönemin siyasi konjonktürü, gerekse uygulamada millî güvenlik kavramının çok geniş yorumlanması, Kurul’a anayasa metninin çağrıştırdığından çok daha büyük güç kazandırmıştır. 

Milli Güvenlik Kurulu, 28 Şubat’ta postmodern darbe olarak adlandırılan darbenin de uygulayıcısı olmuştur.

*

1982 Anayasası, büyük ölçüde 1961 Anayasası’nın izinden gitmiştir.

Her iki anayasa da aşırı düzenleyici nitelikte katı/sert anayasadır, sadece genel ilkeleri ortaya koyup, bunların uygulanma biçimlerini kanunlara bırakma amacını güden çerçeve anayasa anlayışının dışındadır.

Her iki anayasada da hürriyetçi demokrasilerin büyük bölümünde kanunlara veya yasama meclisleri içtüzüklerine bırakılan bazı konuların düzenlenmesine girişilmiştir.

Türkiye’de bugün sürekli anayasa tartışmalarının yaşanıyor olmasının nedeni, mevcut anayasada genel ilkelerle yetinilmemiş, ayrıntıya girilmiş olmasıdır.

Bunun ardındaki etken ise, “dış güçler”le zihniyet ve kader ortaklığı içindeki Atatürkist darbecilerin “Kızı kendi haline bırakmaya gelmez, ya davulcuya varır ya zurnacıya” hesabı “Milleti kendi haline bırakmaya gelmez, bakarsın irticaya bulaşır” diye düşünmüş olmalarıdır.  

Oysa, tarihte en uzun ömürlü olmuş anayasalar, ABD Anayasası gibi kısa, çerçeve anayasalardır.

1982 Anayasası 1961 Anayasası’ndan daha katı niteliktedir. 1982 Anayasası’nda, “hiç bir şekilde değiştirilemeyecek ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek hükümlerin” kapsamı genişletilmiştir. 

Anayasa değişikliği sürecine de fazladan bir onay safhası eklenmiştir. Cumhurbaşkanı, onaylamadığı Anayasa değişikliklerini halkoyuna sunma yetkisine sahip kılınmıştır.

*

1982 Anayasası’nı hazırlatanlar, 1961 Anayasası’nın “devlet otoritesi – vatandaş hürriyeti dengesini devlet otoritesi aleyhine bozmuş ve devleti güçsüz kılmış” olduğunu düşünüyorlardı.

Bu yüzden 1982 Anayasası hem devlet otoritesine daha çok ağırlık vermiş, hem de cumhurbaşkanlığı makamı, eskiye göre, bakanlar kurulu karşısında güçlendirilmiştir. Ayrıca cumhurbaşkanına Anayasa’da belirtilen durumlarda TBMM seçimlerini yenileme yetkisi verilmiştir.

Ve 1982 Anayasası, 1961 Anayasası’nda izleri görülen vesayet anlayışını çok daha güçlü hale getirmiştir. 

Öyle ki, MGK’nın konumu, 1961 Anayasası’ndaki ile kıyaslanamayacak derecede güçlendirilmiş, Kurul kararlarının Bakanlar Kurulu’nca “öncelikle dikkate alınacağı” hükme bağlanmıştır. Kurulda sivil ve asker üyelerin sayıca eşitliği öngörülmüştür. (Bu hükümlerde nisbî bir iyileştirme, 2001 Anayasa değişikliği ile sağlanabilmiştir.)

Anayasa, adeta, demokrasiye aykırı bir vesayet düzeni kurarak, askerlerin sivil siyasete darbe yaparak müdahale etmesi yerine, darbelerle ulaşılmak istenen gayelerin kurumsallaşmasını istemiştir.

Yani darbe yapmaya gerek kalmayan bir müdahale sistemi oluşturulmuş, darbeye ihtiyaç bırakmayan bir vesayet düzeni kurulmuştur. 

28 Şubat’ta klasik bir darbenin gerçekleşmemiş, postmodern darbe olarak adlandırılan bir sürecin yaşanmış olmasının temel sebebi budur.


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...