KENDİNİ "ZAMANIN RABLERİ"NİN İRFANINDAN, NAZARINDAN, İRŞADINDAN SAKIN!

 




“Zamanın imamı” konulu önceki yazılarda bir Şiî yazarın mugalata ve çarpıtmaları üzerinde durmuştuk.

Evet, Şiîler’in birçoğunun bu meselede doğrularla yanlışları harmanladıkları görülüyor.

Mesela Ayetullah Kemal Haydarî’nin söyledikleri..

Medyasafak.net adlı internet sitesinde, onunla yapılmış uzun bir röportajın (Cevher Caduk imzasıyla yapılmış) tercümesi beş bölüm halinde yayınlanmış bulunuyor.

Haydarî, ilk bölümde önce Mehdîlik meselesi üzerinde duruyor.

Burada tartıştığı konulardan biri, ‘‘Mehdî-i Muntazar'ın (Beklenen Mehdî’nin) masumiyeti..

Şîa açısından çok önemli olan bu meseleyi Haydarî şu şekilde sorunsallaştırıyor: Mehdî, (bir peygamber gibi) masum mudur, yoksa (ümmetin büyük uleması gibi) müçtehit mi?

Sözleri şöyle:

İkinci konu, ‘‘Mehdî Muntazar'in (a.f.) masumiyeti'' meselesidir. Hakkında görüş ayrılığının gerçekleştiği konulardan biri de … ittifak bulunduğu şekliyle ve anlamıyla İmam Mehdî-i Muntazar'ın … yönetim ve şeriatı tatbik seviyesinde masumiyet derecelerine sahip olup olmadığıdır. Söz konusu masumiyet, Ehl-i Beyt Okulunun inancını oluşturan en üst düzeydeki masumiyetten ayrıdır. Şia'nın masumiyet anlayışı ve algılayışı ayrı bir konudur. Diğer bir ifadeyle İmam Mehdî-i Muntazar siz Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği ve inandığı bir şekilde masumiyete sahip midir, değil midir? Bu masumiyet İslam âlimleri arasında ittifak edilen tebliğ ve tatbik düzeyinde bir masumiyettir. Öyleyse masumiyet deyince kimsenin aklına Ehl-i Beyt Okulunun bu kavrama yüklediği anlam gelmesin. ‘‘Masum'' kavramıyla bilinen ve kabul edilen anlamı kastediyoruz. Bir diğer ifadeyle, Hz. Peygamber'in (s.a.a.) masumiyetinin kapsadığı anlamı kastediyoruz. Ancak bu masumiyetin sınırları dahi Ehl-i Beyt Okulu ile diğer Okullar arasında ihtilaflıdır. Hatta bu konu, diğer okulların / mezheplerin kendi aralarında da ihtilaflıdır. Öyleyse ihtilafların çıktığı ikinci konu -İmam Mehdî-i Muntazar'ın hayatta olduğu ispatlandıktan veya ileride zuhur edeceği ortaya konulduktan sonra- O'nun masumiyete sahip olup olmamasıdır. Acaba İmam Mehdî (a.s.) masum bir imam mıdır yoksa diğer müctehidler gibi bir müctehid midir? Nitekim kimileri O'nun müctehid olduğunu, bazen yanılıp bazen isabet ettiği görüşünü benimsemişlerdir.

… Eğer durum bu şekildeyse masumiyetine inanmayanlar O'nun Mehdî-i Muntazar olduğunu ispat etmek için ne tür delillere sahip olduklarını takdim etmelidirler. O da diğer müctehidler gibi bir müctehid ise diğerlerinin O'na uymasını zorunlu kılan nedenler nelerdir? Bu biat neden zorunlu ve vacip olsun ki? Ümmetin bu müctehide itaat etmesi neden vacip olsun? Irak'ta, İran'da, Mısır'da, Arap Yarımadası'nda özetle İslam Dünyasının bütün coğrafyalarında günümüzde de büyük müctehidler bulunmuyor mu? Bunlar da büyük âlimlerdir, kuruluşlar ve müesseseler tesis etmişlerdir.

Bütün herkesin bu İmama itaat etmesinin vacip oluşunun gerekçesi nedir? Yani bunların İmam Mehdî'nin diğer geriye kalan müctehidlerden ayırt edilebilmesi için ileri sürdükleri kriterler nedir? Gerçi bazıları ‘‘O, adaleti ve hakkaniyeti ikame edince Mehdî olduğu anlaşılacaktır. İnsanlar bu özelliğiyle O'nun Mehdî-i Muntazar olduğunu anlayacaklardır'' demektedirler. Bu cevap açık olduğu üzere devri (kısır döngüyü) [totoloji] gerektirir. Çünkü dünyaya adalet ve hakkaniyeti hâkim kılmadan önce insanlar O'na itaat ve biat edebilmek için O'nu nasıl tanıyacaklardır?

Özetle … O, masum mudur yoksa bazen yanılan bazen doğruya ulaşan bir müctehid midir?

(https://www.medyasafak.net/haber/2920/ayetullah-kemal-haydari--c%C3%A2hiliye-olumu-1)

*

Haydarî’nin burada dile getirdiği meseleler ve yönelttiği sorular önem taşıyor.

Bizim açımızdan Mehdî’nin müçtehit olması yeterlidir, masum olup olmaması ehemmiyet arzetmiyor..

Çünkü, içtihat ehliyetine ve yeterliliğine sahip bir alim içtihadında yanılsa bile “bir sevap” alıyor.. İsabet ederse iki sevap..

Bu noktada fetva ile kaza arasındaki farkı hatırlamak yararlı olur. Bir meselede (ehil alimler tarafından) farklı içtihatlar ve fetvalar serdedilebilir, fakat kaza (mahkemede verilen hüküm) tek olmak zorundadır. İşte orada, hâkimin/kadı’nın tercih ettiği içtihat (fetva) geçerli olur.. O hükme (kazaya) farklı bir içtihatla (fetva ile) itiraz edilemez.

Mehdî devlet başkanı olduğunda, onun içtihadı (emirleri) başkaları için bağlayıcılık taşır.. İçtihat seviyesine gerçekten ulaşmış bir başkasının farklı bir içtihat ile aykırı kanaat izhar etmesi önem arzetmez..

*

Türkiye’deki tarikatları, cemaatimsileri, grupları vs. bu açıdan sorgulamak gerekli gibi görünüyor.

Liderlerini, “zamanın imamı” kabul ettikleri hocalarını, şeyhlerini, mürşitlerini vs. ne olarak görüyorlar?

Şîa’nın Mehdî’si gibi masum mu görüyorlar, onlara yanılmazlık mı izafe ediyorlar, yoksa (yanılsalar bile “bir sevap” alan içtihat seviyesindeki) birer müçtehit olduklarını mı düşünüyorlar?

Aralarında, “Hocamız, liderimiz, şeyhimiz, mürşidimiz, ağamız, paşamız, abimiz, önderimiz ne masum, ne de müçtehit, iç güveysinden hallice bir okumuş yazmış çenesi kuvvetli âdem, bazen gaf yapabiliyor” diyenler de var mı?

*

Ne yazık ki birçok topluluk bu noktada Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetinde belirtilen “alimlerini rab edinme” hatasına düşme durumundalar.

Hatta, bırakın alimleri, cahilleri bile rab edinebiliyorlar.

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Hak Dini Kur’an Dili’nde bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken şu uyarıları yapıyor:

31- “Onlar, Allah'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.”

Allah'dan başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler". Allah'ın emrine, Hakk’ın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine [bazen de ”milli irade”ye] tabi oldular. Onlara Allah'a tapar gibi taptılar, hatta Allah'ı bırakıp onlara taptılar, Allah'ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah'ın emirlerine ters düşen keyfî arzularına itaat eylediler. Allah'ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helâl gördüler. Allah'ın "yapmayın" dediği şeyleri yaptılar, "yapın" dediklerini de yapmadılar. Allah'ın emir ve yasaklarını değil de onların emir ve yasaklarını dinlediler. Onlara, Allah'ın emirlerini uygulayan, O'nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz'etmeye (koymaya), dinî hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine heva ve heveslerine uydular. Nitekim bu âyetin mânâsı hakkında meşhur Hatim-i Tâî'nin oğlu Adiy demiştir ki: "Resulullah'a geldim, boynumda altından bir haç vardı”, ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve hıristiyandı, “Resulullah Berâetün (Tevbe) Sûresi'ni okuyordu, bana ‘Ya Adiy şu boynundaki veseni (putu) at’ buyurdu. Ben de çıkardım attım. (Sureyi okurken) ‘Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler’ anlamına olan âyetine geldi, ben, ‘Ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi’ dedim. Resulullah buyurdu ki: ‘Allah'ın helal kıldığına haram [çağa uymayan, tarihsel, makasıd-ı Şerîa açısından devri geçmiş yanlış iş] derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram kıldığına [Ezmanın tegayyürüyle ahkâm değişir vs. şeklinde kulplar takarak, dinin güncellenmesi gerektiği düşüncesiyle] helâl derler, siz de helâl saymaz mıydınız?’ Ben de ‘Evet’ dedim. ‘İşte bu onlara ibadettir’ buyurdu.”

Rebi' demiştir ki, "Bu rablık İsrailoğulları'nda nasıl idi?" diye Abdul'âliye'ye sordum. O da "Genellikle Allah'ın kitabında (Tevrat’ta) hahamların sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı" dedi.

Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona "rab" adını vermiş olmak şart değildir. Allah'ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah'ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir. Şu halde burada din âlimlerine, ulul'emr adı verilen devlet başkanlarına itaat etmek, Allah'ın emri olan bir farz değil midir? O halde yahudilerle hıristiyanların kendi âlimleri ve yöneticileri demek olan "ahbar" ve "ruhban"a itaat etmeleri niçin muaheze olunuyor? Şeklinde düşünmeye gerek yoktur. Çünkü burada sözü edilen şey, Allah için itaat ve teslimiyet değil, "min dunillah" olan, yani Allah'ın emrine ters düşen itaattir. Gerçekten de ilmî hakikatleri kabul ve âlimlere itaat etmek ve saygı göstermek Allah'ın emridir. Ve Allah'ın emrine itaat de Allah'a itaattır. Fakat bu doğrudan doğruya değil "Allah'a, Resul’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz." (Nisa 4/59) âyetinde de işaret buyurulduğu üzere Allah'a ve Resulü'ne itaatın bir bölümü olarak ve ona bağlanarak yapılacak olan bir itaattır, Allah'a ve emirlerine rağmen bir itaat değildir. Allah için bir itaat demek, Allah'ın emirleri doğrultusunda olan, en azından mahluka itaatte Yaratıcı'ya isyan bulunmayan bir itaat demektir. Böyle bir itaat Halık’a (Yaratan’a) isyan bulunmamak şartıyla meşru olur. İlmin hükmünün hak (ilim adına söylenenin doğru olması), emrin de maruf (Kitap ve Sünnet’le çelişmiyor) olması şartına bağlıdır. İlmin hakkı, hak ve hakikatı izlemesinde, gerçekle olan ilişkisinde, Hakk’ın emrine uygun düşmesinde ve daima Allah’ın rızasını araştırmasında [Doktor olacağız, doçent olacağız, prof. olacağız, sempozyumlarda tebliğ sunarak artistlik yapacağız, akademi tarihine adımızı yazdıracağız diyerek şunun bunun keyfine göre saçmalamasında değil], Hakk’ın ahkâmını tanıyıp kavramasında, hasılı Allah için olmasındadır. Yoksa gerçekle uyum sağlamayan, hak temeli üzerinde yürümeyen, Allah'ın hukukuna aykırı olan, Allah'ın koyduğu kanun ve kurallara karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir. Ve âlimlerin değeri, ilim zihniyetine ve haysiyetine bağlılıkları ile ölçülür. Ulu'l-emr olmaları sırf bilgileri ve ilmî haysiyetleri bakımındandır. Yani emredilen marufu tanımaları, uyulacak âyetin hükmünü iyi bilmeleri ve ondan elde edilecek mânâyı iyi kavramaları sebebiyledir: "Bunların hüküm çıkarmaya gücü yetenleri elbette onu anlarlardı" (Nisâ, 4/83), "Allah'ın kulları içinde O'ndan en çok korkanlar âlimlerdir" (Fâtır, 35/28) özelliklerini taşımaları ve "Eğer bilmiyorsanız, ilim ve hikmet ehline danışınız. (Nahl 16/43) buyurulduğu üzere, âlimlerin ehl-i zikir olmaları bakımındandır. Âlim, bilgi sahibi olması bakımından hiçbir şeyin değil, ancak Hakk’ın kuludur. Delillerin ve Hakk’ın âyetlerinin emrindedir. Lâkin delilin şerefi bizzat kendinden değil, medlulü olan (delalet etmekte olduğu) hakka delalet etmesi ve hakkın açığa çıkmasına yardımcı olması yüzündendir. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ise ilmî haysiyetten mahrum birer tağutturlar. İlme ve ilmin ortaya koyduğu verilere, Hak Teâlâ tarafından yaratılmış gerçekler olmaları bakımından itaat, Allah'ın emrine itaat ve hakkın farizasını yerine getirmektir. Hakka bağlı olduğu müddetçe ilme ve âlime uymamak ilim ve ulema düşmanlığıdır. Ancak âlimlerde Allah'ın emirlerini gözardı ederek velev cüz'î bir hüküm vaz’ etme yetkisi bulunduğunu, hatta bir zerrenin bile hükmünün [Ezmanın tegayyürü ile ahkâm değişir, zamanlardaki farklılık hükümleri değiştirir diyerek] yerini değiştirmeye yetkili olduklarını kabul ve teslim eylemek Allah'dan başkasına bir rablık hissesi vermektir, onları "min dunillah" (Allah'ın gerisinde) rab edinmektir. Şeytanlara, Tağutlara, Nemrudlara, Firavunlara, putlara ve evsana tapmak nasıl bir şirk ve küfür ise âlimlere de haddinden fazla kıymet vermek öyledir. Mesela; doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırmaksızın hak ilminin gereği olmayan fikirlerini, sözlerini, Hakk’ın emrine dayanmayan, ondan kaynaklanmayan şahsi görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfi fetvalarını ve iradelerini üstün tutmak, sanki onlarda Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kılma yetkisi varmış gibi, hakkı değiştirebilecek bir hakları varmış gibi, kasıtlı sapıklıklar şöyle dursun, Allah'ın emrine aykırı olduğu açık olan [istemsiz, gaflet ürünü, kötü niyet taşımayan] hatalarına bile itaatı caiz görmek, hasılı Allah bu konuda ne buyuruyor, diye düşünmeden, Allah'ın emrine uymak gerektiğini hesaba katmadan, onlara itaat dahi öyle bir şirk ve küfürdür. Allah'ı bırakıp başkalarına tapmak demektir. Maalesef yahudiler ve hıristiyanlar işte böyle yapmışlardır: Ahbar ve Ruhbanlarını Rab edinmişlerdir. Onlara gerçekten Rab dememişlerse bile Rab yerine koymuşlardır. Dinde hüküm koyabilme haklarının olduğuna inanmışlardır. Hele Hıristiyanlık tarihinde ruhban sınıfının kutsal tanınması ve papaların hata etmez sayılması daha fazla resmiyet kazanmış olan çok açık bir durumdur. Bunların din işlerinde yetkili ve dinde her türlü tasarrufa salahiyetli olduklarını, ruhani meclislerin kararlarıyla ve papanın emriyle dinin ahkâmının ve kitabın kesin emirlerinin değiştirilecek derecede te'vil ve tebdil, hatta tahrif olunabileceğini, namaz ve oruç gibi temel ibadetlerin, haram ve helâl ile ilgili bütün kuralların ve meselelerin istenilen şekle konulabileceğini, her türlü günahın [kullar tarafından] affedilebileceğini, hatta cennet ve cehennem anahtarlarının papazların elinde olup, bunların isteyene satılabileceğini ve bütün bunlara hiç kimsenin itiraza hakkı bulunmadığını iddia ve kabul edecek kadar imtiyazlar tanımışlardı ki, bu âyet işte bütün bunları hatırlatmakta, muaheze etmektedir. Adiy ile ilgili olan hadisi şerif de bunun asgari ölçüde bir bakıma tefsiridir. Hıristiyanlıkta ruhban sınıfının böyle bir imtiyaz ve hakimiyetle "min dunillah" (Allah'ın gerisinde) Rab edinilmelerine "klerikalizm" adı verilir. Daha sonra bundan şikayetle Protestanlık zuhur etmiştir. Mâide Sûresi (âyet 64, 65)'ne bakınız. Daha sonra bu Rablık imtiyazı, ruhban sınıfının elinden çıkmış, parlamenterlere (milletvekillerine) geçmiştir....

(http://www.enfal.de/telmalili/tevbe.htm)

*

Haydarî’nin yönelttiği sorular üzerinde bir sonraki yazıda duralım inşaallah.


“LORD CURZON – SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK KUMPANYASI”NIN “SARAYDAN VAHDETTİN KAÇIRMA” OPERASI

 






UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 28

 

İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un açıklamaları ışığında “Lozan’a giden süreci” konuşuyorduk.

Vikipedi’nin “Lozan Antlaşması” maddesinde şu ifadeler yer alıyor:

“İngiliz ile Fransız murahhas heyetleri, ABD'nin bölgede herhangi bir manda yönetimi üstlenmemesi sonrası yapılan 22 Aralık 1919'daki ikili görüşmelerde, başkentin İstanbul'dan Anadolu'ya taşınması üzerinde anlaşmaya vardılar. İtalyanların ve Yunanların çekilmeleri ile Anadolu, herhangi bir manda yönetimi olmadan Türklerin eline bırakılacaktı. Toplantıda, Boğazlar'da kurulacak uluslararası komisyonun detayları belirlendi. Ayasofya için ise, dinî ibadet amacıyla kullanılmaması gereken eski bir anıt olması kararlaştırıldı.”

(https://tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antla%C5%9Fmas%C4%B1)

Söz konusu maddede bunlar söylenip geçiliyor değil, birkaç dipnotla, ilgili birincil kaynaklara atıfta da bulunuluyor.

Görüldüğü gibi, İngiltere ile Fransa’nın anlaştığı tarih, 22 Aralık 1919..

Evet İngiltere, Fransa ile elele vererek Türkiye’nin İstiklal Harbi’ni (Kurtuluş Savaşı’nı, Millî Mücadele’yi) o tarihte başlatmış durumda..

İngiliz “millî iradesi / millet iradesi”; “Hakimiyet kayıtsız şartsız İngiliz milletinindir” diyerek Anadolu’daki bir şehrin başkent olmasına karar vermiş.

İstanbul zinhar olamaz.. İngiliz millî iradesi böyle istiyor.

*

O “millî irade”, “kayıtsız şartsız millet iradesi” Türkiye'de gelecekteki anayasalara da yansıyacak, başkentin tekrar İstanbul olmaması için, Anadolu’daki yeni başkent, “devletin değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez temel nitelikleri”nden biri ilan edilecektir.

22 Aralık 1919 gerçekten büyük gün..

O gün İngiliz millî iradesi, diplomatik millî mücadelesi ile Anadolu’yu Türkler hesabına İtalyanlar’dan ve Yunanlar’dan kurtarmaya karar vermiş bulunuyor.

Türkiye’de herhangi bir manda yönetiminin bulunmasına da razı değil.

Peki niye (önceki bölümlerde anlattığımız gibi) 19 Mayıs 1919 tarihinden itibaren bir Amerikan mandası teklifi ortaya attılar diyecek olursanız, cevap belli:

Vize vererek Samsun’a gitmesine müsaade ettikleri Selanikli’nin, bir direniş hareketi lideri olarak sivrilmesini sağlayacak şekilde kongreler düzenlemek için zamana ihtiyacı bulunuyordu.

*

Evet, İngiliz, “Kervan yolda düzülür” de demiyor, herşeyi inceden inceye planlıyor. O kadar ki, Boğazlar’da kurulacak uluslararası komisyonun “detaylarını” bile belirliyor..

Detaylarını bile..

Belirliyor ki, İstanbul’da (İngiliz Gizli Servisi’nin İstanbul şefi Frew vasıtasıyla) anlaşmış oldukları Selanikli Mustafa Atatürk’e gelecekte fazla iş düşmesin, garibim fazla yorulmasın..

Yol haritası elinde bulunsun, daima ne yapacağını bilerek hareket etsin..

Ayasofya meselesi de kafasını kurcalamasın, orayı ibadete kapatsın, müze yapsın..

Evet, egemenlik kayıtsız şartsız milletin.. İngiliz milletinin..

Millî irade böyle istiyor: Ayasofya’da ezan okunmasın, namaz kılınmasın, Kelime-i Tevhid söylenmesin.

Gelecekte İstanbul’da Kelime-i Tevhid bayrağıyla kimse yürümesin..

Yürüyen olursa “bedenen Türk, ruhen İngiliz” magandalar onların burnunu kırsın, kan revan içinde bıraksın.

*

Boğazlar için kurulacak uluslararası komisyonun (Ki Montrö Antlaşması’na kadar varlığını sürdürmüş, sonra İngilizler’in onayıyla kaldırılmıştı) ayrıntılarını bile belirleyen İngiliz, Türkler’e bırakmaya karar verdiği Anadolu’da ihdas edilecek yeni rejiminin “detaylarını” herhalde şansa bırakacak değildi.

Burada kilit isim, İstanbul’da anlaşmış oldukları Selanikli idi..

Peki, İngiltere’nin Fransa ile anlaştığı 22 Aralık 1919’da Selanikli ne yapıyordu?

Yoldaydı..

Sivas’tan Ankara’ya doğru yaptığı dokuz günlük yolculuğun ortasındaydı.

Beş gün sonra, 27 Aralık’ta Ankara’ya varacaktı.

Ve aynı gün, Lord Curzon’un yeğeni Yarbay Rawlinson, Erzurum’da Kâzım Karabekir ile görüşecek, Curzon’un mesajlarını ona iletecekti.

*

Rawlinson'un Karabekir'e söylediğine göre, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Türkler ile yapılacak bir barış antlaşmasında Türkler’i temsil eden ismin Mustafa Kemal (ya da onun adına konuşan biri) olmasını istiyordu.

Selanikli Mustafa Atatürk, Erzurum ve Sivas Kongrelerindeki performansıyla rüşdünü ispat etmiş, TBMM’yi kuracak bir Heyet-i Temsiliye oluşturarak başkanlığını uhdesine almayı başarmıştı.

Evet, daha ortada hiçbir şey yokken Boğazlar’da kurulacak uluslararası komisyonun ayrıntılarını bile belirleyen İngiltere, Anadolu’da kurulacak yeni “düzen”in başında bulunacak adamı da belirlemişti: Selanikli Mustafa Atatürk.

İngiliz millî iradesi, kayıtsız şartsız millet hakimiyeti, Selanikli’yi Türkiye’nin başında görmek istiyordu.

*

Selanikli’ye düşen de, Ankara’da TBMM’yi kurup, Türk millî iradesinin İngiliz millî iradesinin türevi olarak tecellisini sağlamaktı.

Hakimiyet kayıtsız şartsız milletin olmalıydı..

Burada millet kelimesi yerine İngiliz yazsan da oluyordu, Türk yazsan da..

Sonuçta ikisi de millet olduğu için bu söz her halükârda gerçeği yansıtıyordu.

*

İngiltere, Selanikli liderliğindeki Ankara güçleriyle asla çatışmaya girmedi, hatta (Kurtuluş Savaşı’nın Sansürsüz Tarihi kitabımızda örneklerini verdiğimiz gibi) yardımcı oldu.

İtalyanlar, işgal ettikleri yerlerden (geride pekçok silah ve mühimmat bırakarak) kendiliklerinden çekildiler.

Fransızlar da 20 Ekim 1921’de Selanikli ile Ankara Antlaşması’nı yaparak onu “resmen” tanımakta olduklarını gösterdiler. Onunla herhangi bir çatışma içine girmediler.

Ancak, Yunan cephesinde sorun yaşandı. Falih Rıfkı’dan dinleyelim:

“Haziran’da [1921] İngiliz nazırları (bakanları), Türk – Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağı için de teminat vermişlerdir. Daha ileri giderek, Yunanlıların işi artık müttefiklere [İngiltere, Fransa ve İtalya’ya] emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 82.)

Sorun yaşanmasının nedeni, Yunanistan’da yönetimin değişmiş olmasıydı.

1920 yılında, seçimleri kaybetmiş olan Venizelos hükümeti düşmüş bulunuyordu.

Ayrıca kral değişikliği yaşanmış, Alman kökenli olduğu için İngiltere’nin her lafına evet demeyen eski kral Konstantin tekrar tahta geçmişti.

Asıl sorun Konstantin’in bir kuyruk acısının bulunuyor olmasıydı. İngiltere’nin safında yer almak isteyen Başbakan Venizelos’un aksine Birinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmak istemiş, 1917 yılında İngiltere ile müttefiklerinin Atina’yı bombalama tehditleri üzerine ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı.

*

Venizelos iktidarda kalmaya devam etseydi, işi Müttefikler’e emanet eder ve böylece Selanikli (İstiklal Mahkemeleri vasıtasıyla bastırdığı iç isyanlar dışında) herhangi bir zorluk yaşamadan arzusuna nail olurdu.

TBMM’nin 23 Nisan 1920’de toplanmasının hemen akabinde çıkarılan Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na göre, TBMM’nin ve başındaki Selanikli’nin “hakimiyet”ini tanımayan, Osmanlı Devleti tebası olduğunu ileri süren “millet” fertleri vatan hainiydi ve asılmayı hak ediyorlardı.

Selanikli ve ardındaki İngilizler, millete karşı İstiklal Mahkemeleri vasıtasıyla verilen milli mücadele ile herşeyin biteceğini hesaplamışlardı fakat işler umdukları gibi gitmemişti.

Konstantin İngilizler’in ve Selanikli’nin arabasının tekerine çomak sokmuştu.. Venizelos’suz Yunanistan çok kötüydü.

*

İşler ters gitmekteydi, Konstantin savaşı bizzat idare etmek için Anadolu’ya geçti ve Eskişehir yenilgisi yaşandı. 

Yine Falih Rıfkı’dan dinleyelim:

“Nihayet Temmuz [1921] sıcaklarında Kral Konstantin zarını attı. Umumî seferberlik yapmıştı. Pek ciddî İngiliz yardımı da görüyordu. Bizim ordumuz, taarruz edecek Yunanlıların üçte biri kadar bir şeydi. Kral ordulariyle Ankara’ya gidecek ve zaferini orada Mustafa Kemal’e dikte edecekti.

“Yine kara günler geldi. İlk çarpışmalarda ordumuzu yendiler. Eskişehir düştü.”

(Atay, Çankaya III, s. 83.)

Tabiî “pek ciddi İngiliz” yardımı kısmı kuyruklu yalan.. 

Utanmaz ve uslanmaz Kemalist/Atatürkçü Cumhuriyet yalancılığı ve palavracılığı bu tür yalanları “psikolojik savaş” ve “algı operasyonu” gibi adlar altında “kutsal ibadeti” bellemiş durumda, fakat doğru olan, İkinci Adam İsmet İnönü’nün söylediği:

"İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

İngilizler Yunan’a değil fakat Selanikli’ye yardım ediyorlardı.

Nitekim, Talat Paşa’nın koruma polisliğini de yapmış olan eskinin İttihatçısı, sonrasının Atatürkçüsü bir Alevî-Bektaşî emniyet görevlisi, Ali Rıza Öge (1877-1957), hatıratında şunları yazacaktı:

“… 0 gün de İnebolu’ya dört direkli bir ingiliz gemisi ile top mermileri geli­yordu. Ne gariptir ki, bir yandan İstanbul [ve Osmanlı Hükümeti] işgale uğramış ve İngilizler’in ağır baskıları altında inlerken, diğer taraftan İngiliz sancaklı bir motorlu tek­ne ile İnebolu’ya [Ankara’ya götürülmek üzere] mermi çıkartılıyordu.

“Bunu anlamak benim için de kolay olmuyordu. Cesur ve gözüpek İnebolulular kısa bir sürede tekneyi fırtınaya rağmen boşaltıverdiler. …”

(Ali Rıza Öge, Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Polis Şefinin Anıları, Bursa: Günlük Ticaret Gazetesi Tesisleri, 1982, s. 343.)

*

Evet, Eskişehir düşmüştü..

Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, 70 bin kişilik Türk ordusu yenilgiye uğrayıp darmadağın olmuş ve sadece 30 bin kişilik bir kuvvet Sakarya’nın doğusunda mevzilenebilmişti (Atay, Çankaya III, s. 492-3).

Düşman Polatlı’ya kadar gelmişti.

Selanikli, psikolojik olarak pekçok şeye hazırdı, hazırlanmıştı, fakat buna değil..

Evdeki (İngiliz Büyükelçiliği’nin rahibi kisvesi altında İngiliz Gizli Servisi’nin İstanbul şefliğini yapan Frew’nun evindeki) hesap, çarşıya uymamıştı.

Selanikli, kaçma ve ricat konusunda talimliydi, Filistin’deki gibi kirişi kırıp Kayseri’ye çekilmeyi kararlaştırdı.. Fakat, TBMM kabul etmedi.

Selanikli’ye, “Kayseri’ye kaçmakla vatan kurtarılmaz, ya istiklâl, ya ölüm! Sen istersen git, biz bir yere gitmiyoruz” dediler.

*

Selanikli baktı ki kendisi Kayseri’ye gitse TBMM gitmiyor, Kayseri’de dımdızlak ve cascavlak Sarı Çizmeli Mustafa Ağa olarak kalacak, Ankara’da durmaya çarnaçar razı oldu..

Fakat TBMM’nin talepleri bitmiyordu, ona, “Cepheye git, ordunun başına geç, hünerini göster, Ankara’da oturup nutuk atmakla bu iş olmaz” diyorlardı.

Selanikli ise Kayseri’ye güle oynaya gitmeye razıydı, fakat Sakarya tarafına gitmeyi canı hiç istemiyordu.

TBMM’de tam dört gün “Gidersin, gitmezsin” tartışması yaşandı. Tam dört gün..

Sonunda cepheye gitmeyi kabul etti, fakat, iki şartla:

Birincisi, TBMM bütün yetkilerini onun şahsına devredecekti, yani resmen diktatör olacaktı.

İkincisi de, bir yenilgi durumunda kendisi asla bu yenilginin sorumlusu kabul edilmeyecek, hesaba çekilmeyecekti.

Yani zafer kazanılırsa sahibi Selanikli olacaktı, yenilgi olursa sorumlusu başkaları..

*

Diktatörlüğü ve “sorumsuz yetki”yi yan cebine koyan Selanikli, Sakarya Savaşı’na katıldı, fakat orada da yine (Kâzım Karabekir ile Rıza Nur’un yazdığına göre) ricat/kaçış emri verdi.

Neyse ki Fevzi Çakmak’ın bu emrin duyurulmasını ertelemesi ve bu arada (gıdasızlık ve ishal salgını yüzünden sıkıntı çeken) Yunan ordusunun çekilmeye başlaması sayesinde kılpayı zafer kazanılmış oldu.

Ankara’ya zafer kazanmış komutan olarak dönen Selanikli (tarihte görülmemiş şekilde) üç rütbe birden atlayarak mareşal unvanını aldı.

Diktatörlüğü de bir daha hiç bırakmadı.. Tadına doyamamıştı.

Dalkavuk tufeylî taifesi ise hemen “bir vuruşta yedi can alan (yedi sinek öldüren)” cesur terzi masalından ilham alarak Selanikli’yi “yedi düvelle (devletle) savaşıp zafer kazanan kahraman” ilan ettiler.

Güya yenilmiş olan “yedi düvel”in (yedi devletlerin) İngiliz’i ise gözlerindeki hin bakışı saklamaya çalışarak bıyık altından gülüyordu.

Çünkü “Saraydan Vahdettin Kaçırma” operasının devamını, Ayasofya’nın müze yapılmasına varıncaya kadar satır satır biliyordu.

Çünkü metinleri yazan da, besteleyen de, sahneleten de kendisiydi.

*

Ne yazarsak yazalım, ne söylersek söyleyelim, dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta, İkinci Adam İsmet İnönü’nün abidevî cümlesinden başka birşey olmuyor..

Ne kadar yalan söylenirse söylensin, ne kadar masal anlatılırsa anlatılsın, herşey aşikâr, herşey belli..

Kahramanlık hikâyeleri, palavra şiirler ve marşlar, perde arkasındaki asıl gerçeği gözlerden saklamaya yetmiyor.

Şairin dediği gibi, herşey ortada:

“Bütün şiirlerde söylediğim sensin

“Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin

“Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkis'in

“Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın sen bellisin."

Şair, o “sen” belli olduğu için adını vermemiş..

İkinci Adam İsmet İnönü ise, aramızdaki aptallara değilse bile, aptal numarası yaparak milleti aptal yerine koyan düzenbazlara “lafın tamamını” söylemiş, isim vermiş:

"İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...