“Zamanın
imamı” konulu önceki yazılarda bir Şiî yazarın mugalata ve çarpıtmaları
üzerinde durmuştuk.
Evet,
Şiîler’in birçoğunun bu meselede doğrularla yanlışları harmanladıkları
görülüyor.
Mesela
Ayetullah Kemal Haydarî’nin söyledikleri..
Medyasafak.net
adlı internet sitesinde, onunla yapılmış uzun bir röportajın (Cevher Caduk
imzasıyla yapılmış) tercümesi beş bölüm halinde yayınlanmış bulunuyor.
Haydarî,
ilk bölümde önce Mehdîlik meselesi üzerinde duruyor.
Burada tartıştığı konulardan biri, ‘‘Mehdî-i Muntazar'ın (Beklenen Mehdî’nin) masumiyeti..
Şîa açısından çok önemli olan bu meseleyi
Haydarî şu şekilde sorunsallaştırıyor: Mehdî, (bir peygamber gibi) masum
mudur, yoksa (ümmetin büyük uleması gibi) müçtehit mi?
Sözleri şöyle:
İkinci
konu, ‘‘Mehdî Muntazar'in (a.f.) masumiyeti'' meselesidir. Hakkında
görüş ayrılığının gerçekleştiği konulardan biri de … ittifak bulunduğu şekliyle
ve anlamıyla İmam Mehdî-i Muntazar'ın … yönetim ve şeriatı tatbik
seviyesinde masumiyet derecelerine sahip olup olmadığıdır. Söz konusu
masumiyet, Ehl-i Beyt Okulunun inancını oluşturan en üst düzeydeki masumiyetten
ayrıdır. Şia'nın masumiyet anlayışı ve algılayışı ayrı bir konudur. Diğer bir
ifadeyle İmam Mehdî-i Muntazar siz Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği ve inandığı bir
şekilde masumiyete sahip midir, değil midir? Bu masumiyet İslam âlimleri
arasında ittifak edilen tebliğ ve tatbik düzeyinde bir masumiyettir.
Öyleyse masumiyet deyince kimsenin aklına Ehl-i Beyt Okulunun bu kavrama
yüklediği anlam gelmesin. ‘‘Masum'' kavramıyla bilinen ve kabul edilen anlamı
kastediyoruz. Bir diğer ifadeyle, Hz. Peygamber'in (s.a.a.) masumiyetinin
kapsadığı anlamı kastediyoruz. Ancak bu masumiyetin sınırları dahi Ehl-i Beyt
Okulu ile diğer Okullar arasında ihtilaflıdır. Hatta bu konu, diğer okulların /
mezheplerin kendi aralarında da ihtilaflıdır. Öyleyse ihtilafların çıktığı
ikinci konu -İmam Mehdî-i Muntazar'ın hayatta olduğu ispatlandıktan veya
ileride zuhur edeceği ortaya konulduktan sonra- O'nun masumiyete sahip
olup olmamasıdır. Acaba İmam Mehdî (a.s.) masum bir imam mıdır yoksa diğer
müctehidler gibi bir müctehid midir? Nitekim kimileri O'nun müctehid
olduğunu, bazen yanılıp bazen isabet ettiği görüşünü benimsemişlerdir.
… Eğer durum bu şekildeyse masumiyetine
inanmayanlar O'nun Mehdî-i Muntazar olduğunu ispat etmek için ne tür delillere
sahip olduklarını takdim etmelidirler. O da diğer müctehidler gibi bir
müctehid ise diğerlerinin O'na uymasını zorunlu kılan nedenler nelerdir? Bu
biat neden zorunlu ve vacip olsun ki? Ümmetin bu müctehide itaat etmesi
neden vacip olsun? Irak'ta, İran'da, Mısır'da, Arap Yarımadası'nda özetle
İslam Dünyasının bütün coğrafyalarında günümüzde de büyük müctehidler
bulunmuyor mu? Bunlar da büyük âlimlerdir, kuruluşlar ve müesseseler tesis
etmişlerdir.
… Bütün herkesin bu İmama
itaat etmesinin vacip oluşunun gerekçesi nedir? Yani bunların İmam
Mehdî'nin diğer geriye kalan müctehidlerden ayırt edilebilmesi için ileri
sürdükleri kriterler nedir? Gerçi bazıları ‘‘O, adaleti ve hakkaniyeti
ikame edince Mehdî olduğu anlaşılacaktır. İnsanlar bu özelliğiyle O'nun Mehdî-i
Muntazar olduğunu anlayacaklardır'' demektedirler. Bu cevap açık olduğu üzere
devri (kısır döngüyü) [totoloji] gerektirir. Çünkü dünyaya adalet ve
hakkaniyeti hâkim kılmadan önce insanlar O'na itaat ve biat edebilmek için O'nu
nasıl tanıyacaklardır?
Özetle … O, masum mudur
yoksa bazen yanılan bazen doğruya ulaşan bir müctehid midir?
(https://www.medyasafak.net/haber/2920/ayetullah-kemal-haydari--c%C3%A2hiliye-olumu-1)
*
Haydarî’nin burada dile getirdiği meseleler ve
yönelttiği sorular önem taşıyor.
Bizim açımızdan Mehdî’nin müçtehit
olması yeterlidir, masum olup olmaması ehemmiyet arzetmiyor..
Çünkü, içtihat ehliyetine ve yeterliliğine
sahip bir alim içtihadında yanılsa bile “bir sevap” alıyor.. İsabet
ederse iki sevap..
Bu noktada fetva ile kaza arasındaki farkı
hatırlamak yararlı olur. Bir meselede (ehil alimler tarafından) farklı içtihatlar
ve fetvalar serdedilebilir, fakat kaza (mahkemede verilen hüküm)
tek olmak zorundadır. İşte orada, hâkimin/kadı’nın tercih ettiği içtihat
(fetva) geçerli olur.. O hükme (kazaya) farklı bir içtihatla (fetva ile) itiraz
edilemez.
Mehdî devlet başkanı olduğunda, onun içtihadı
(emirleri) başkaları için bağlayıcılık taşır.. İçtihat seviyesine gerçekten ulaşmış
bir başkasının farklı bir içtihat ile aykırı kanaat izhar etmesi önem arzetmez..
*
Türkiye’deki tarikatları, cemaatimsileri,
grupları vs. bu
açıdan sorgulamak gerekli gibi görünüyor.
Liderlerini, “zamanın imamı” kabul
ettikleri hocalarını, şeyhlerini, mürşitlerini vs. ne olarak görüyorlar?
Şîa’nın Mehdî’si gibi masum mu görüyorlar, onlara yanılmazlık
mı izafe ediyorlar, yoksa (yanılsalar bile “bir sevap” alan içtihat
seviyesindeki) birer müçtehit olduklarını mı düşünüyorlar?
Aralarında, “Hocamız, liderimiz, şeyhimiz, mürşidimiz, ağamız, paşamız, abimiz, önderimiz ne masum, ne de müçtehit, iç güveysinden hallice bir
okumuş yazmış çenesi kuvvetli âdem, bazen gaf yapabiliyor” diyenler de var mı?
*
Ne yazık ki birçok topluluk bu noktada Tevbe
Suresi’nin 31’inci ayetinde belirtilen “alimlerini rab edinme” hatasına
düşme durumundalar.
Hatta, bırakın alimleri, cahilleri bile rab edinebiliyorlar.
Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
Hoca, Hak Dini Kur’an Dili’nde bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken
şu uyarıları yapıyor:
31- “Onlar,
Allah'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler,
Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan Allah'a ibadet etmekle
emrolunmuşlardı. Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak
koştuğu şeylerden de münezzehtir.”
“Allah'dan
başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine
rab edindiler". Allah'ın emrine, Hakk’ın hükmüne değil, onların
hükümlerine, onların iradelerine [bazen de ”milli irade”ye] tabi
oldular. Onlara Allah'a tapar gibi taptılar, hatta Allah'ı bırakıp onlara
taptılar, Allah'ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah'ın emirlerine ters düşen
keyfî arzularına itaat eylediler. Allah'ın haram kıldığı şeyleri onların
emriyle helâl gördüler. Allah'ın "yapmayın" dediği şeyleri yaptılar,
"yapın" dediklerini de yapmadılar. Allah'ın emir ve yasaklarını
değil de onların emir ve yasaklarını dinlediler. Onlara, Allah'ın
emirlerini uygulayan, O'nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler
gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar
koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat
vaz'etmeye (koymaya), dinî hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer
müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine heva ve heveslerine uydular. Nitekim
bu âyetin mânâsı hakkında meşhur Hatim-i Tâî'nin oğlu Adiy demiştir ki: "Resulullah'a
geldim, boynumda altından bir haç vardı”, ki Adiy o zaman henüz müslüman
olmamıştı ve hıristiyandı, “Resulullah Berâetün (Tevbe) Sûresi'ni okuyordu,
bana ‘Ya Adiy şu boynundaki veseni (putu) at’ buyurdu. Ben de çıkardım attım. (Sureyi
okurken) ‘Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler’ anlamına
olan âyetine geldi, ben, ‘Ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi’ dedim.
Resulullah buyurdu ki: ‘Allah'ın helal kıldığına haram [çağa uymayan, tarihsel, makasıd-ı Şerîa açısından devri geçmiş yanlış iş] derler, siz de haram tanımaz
mıydınız? Allah'ın haram kıldığına [Ezmanın tegayyürüyle ahkâm değişir vs.
şeklinde kulplar takarak, dinin güncellenmesi gerektiği düşüncesiyle] helâl derler, siz de helâl saymaz mıydınız?’ Ben
de ‘Evet’ dedim. ‘İşte bu onlara ibadettir’ buyurdu.”
Rebi'
demiştir ki, "Bu rablık İsrailoğulları'nda nasıl idi?" diye Abdul'âliye'ye
sordum. O da "Genellikle Allah'ın kitabında (Tevrat’ta) hahamların
sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü
bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı" dedi.
Bu
rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için
behemahal ona "rab" adını vermiş olmak şart değildir. Allah'ın
emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle
de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne
söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah'ın emrine
ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine
getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir. Şu halde burada din
âlimlerine, ulul'emr adı verilen devlet başkanlarına itaat etmek, Allah'ın
emri olan bir farz değil midir? O halde yahudilerle hıristiyanların kendi
âlimleri ve yöneticileri demek olan "ahbar" ve "ruhban"a
itaat etmeleri niçin muaheze olunuyor? Şeklinde düşünmeye gerek yoktur. Çünkü
burada sözü edilen şey, Allah için itaat ve teslimiyet değil, "min
dunillah" olan, yani Allah'ın emrine ters düşen itaattir. Gerçekten de
ilmî hakikatleri kabul ve âlimlere itaat etmek ve saygı göstermek Allah'ın
emridir. Ve Allah'ın emrine itaat de Allah'a itaattır. Fakat bu doğrudan doğruya
değil "Allah'a, Resul’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat
ediniz." (Nisa 4/59) âyetinde de işaret buyurulduğu üzere Allah'a ve
Resulü'ne itaatın bir bölümü olarak ve ona bağlanarak yapılacak olan bir
itaattır, Allah'a ve emirlerine rağmen bir itaat değildir. Allah için bir itaat
demek, Allah'ın emirleri doğrultusunda olan, en azından mahluka itaatte Yaratıcı'ya isyan bulunmayan bir itaat demektir. Böyle bir itaat Halık’a (Yaratan’a)
isyan bulunmamak şartıyla meşru olur. İlmin hükmünün hak (ilim adına
söylenenin doğru olması), emrin de maruf (Kitap ve Sünnet’le çelişmiyor) olması
şartına bağlıdır. İlmin hakkı, hak ve hakikatı izlemesinde, gerçekle olan
ilişkisinde, Hakk’ın emrine uygun düşmesinde ve daima Allah’ın rızasını
araştırmasında [Doktor olacağız, doçent olacağız, prof. olacağız,
sempozyumlarda tebliğ sunarak artistlik yapacağız, akademi tarihine adımızı
yazdıracağız diyerek şunun bunun keyfine göre saçmalamasında değil], Hakk’ın
ahkâmını tanıyıp kavramasında, hasılı Allah için olmasındadır. Yoksa gerçekle
uyum sağlamayan, hak temeli üzerinde yürümeyen, Allah'ın hukukuna aykırı olan, Allah'ın
koyduğu kanun ve kurallara karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar
süslenirse süslensin ilim değildir. Ve âlimlerin değeri, ilim zihniyetine ve
haysiyetine bağlılıkları ile ölçülür. Ulu'l-emr olmaları sırf bilgileri ve ilmî
haysiyetleri bakımındandır. Yani emredilen marufu tanımaları, uyulacak âyetin
hükmünü iyi bilmeleri ve ondan elde edilecek mânâyı iyi kavramaları
sebebiyledir: "Bunların hüküm çıkarmaya gücü yetenleri elbette onu
anlarlardı" (Nisâ, 4/83), "Allah'ın kulları içinde O'ndan en
çok korkanlar âlimlerdir" (Fâtır, 35/28) özelliklerini taşımaları ve
"Eğer bilmiyorsanız, ilim ve hikmet ehline danışınız. (Nahl 16/43)
buyurulduğu üzere, âlimlerin ehl-i zikir olmaları bakımındandır. Âlim, bilgi
sahibi olması bakımından hiçbir şeyin değil, ancak Hakk’ın kuludur. Delillerin
ve Hakk’ın âyetlerinin emrindedir. Lâkin delilin şerefi bizzat kendinden
değil, medlulü olan (delalet etmekte olduğu) hakka delalet etmesi ve hakkın
açığa çıkmasına yardımcı olması yüzündendir. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya
çalışanlar ise ilmî haysiyetten mahrum birer tağutturlar. İlme ve ilmin
ortaya koyduğu verilere, Hak Teâlâ tarafından yaratılmış gerçekler olmaları
bakımından itaat, Allah'ın emrine itaat ve hakkın farizasını yerine
getirmektir. Hakka bağlı olduğu müddetçe ilme ve âlime uymamak ilim ve
ulema düşmanlığıdır. Ancak âlimlerde Allah'ın emirlerini gözardı ederek
velev cüz'î bir hüküm vaz’ etme yetkisi bulunduğunu, hatta bir zerrenin bile
hükmünün [Ezmanın tegayyürü ile ahkâm değişir, zamanlardaki farklılık hükümleri
değiştirir diyerek] yerini değiştirmeye yetkili olduklarını kabul ve teslim
eylemek Allah'dan başkasına bir rablık hissesi vermektir, onları
"min dunillah" (Allah'ın gerisinde) rab edinmektir. Şeytanlara,
Tağutlara, Nemrudlara, Firavunlara, putlara ve evsana tapmak nasıl bir şirk ve
küfür ise âlimlere de haddinden fazla kıymet vermek öyledir. Mesela;
doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırmaksızın hak ilminin gereği olmayan
fikirlerini, sözlerini, Hakk’ın emrine dayanmayan, ondan kaynaklanmayan şahsi
görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfi fetvalarını ve iradelerini üstün
tutmak, sanki onlarda Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram
kılma yetkisi varmış gibi, hakkı değiştirebilecek bir hakları varmış gibi,
kasıtlı sapıklıklar şöyle dursun, Allah'ın emrine aykırı olduğu açık olan [istemsiz,
gaflet ürünü, kötü niyet taşımayan] hatalarına bile itaatı caiz görmek, hasılı
Allah bu konuda ne buyuruyor, diye düşünmeden, Allah'ın emrine uymak
gerektiğini hesaba katmadan, onlara itaat dahi öyle bir şirk ve küfürdür.
Allah'ı bırakıp başkalarına tapmak demektir. Maalesef yahudiler ve hıristiyanlar
işte böyle yapmışlardır: Ahbar ve Ruhbanlarını Rab edinmişlerdir. Onlara
gerçekten Rab dememişlerse bile Rab yerine koymuşlardır. Dinde hüküm
koyabilme haklarının olduğuna inanmışlardır. Hele Hıristiyanlık tarihinde
ruhban sınıfının kutsal tanınması ve papaların hata etmez sayılması daha
fazla resmiyet kazanmış olan çok açık bir durumdur. Bunların din işlerinde
yetkili ve dinde her türlü tasarrufa salahiyetli olduklarını, ruhani
meclislerin kararlarıyla ve papanın emriyle dinin ahkâmının ve kitabın kesin
emirlerinin değiştirilecek derecede te'vil ve tebdil, hatta tahrif
olunabileceğini, namaz ve oruç gibi temel ibadetlerin, haram ve helâl ile
ilgili bütün kuralların ve meselelerin istenilen şekle konulabileceğini,
her türlü günahın [kullar tarafından] affedilebileceğini, hatta cennet ve cehennem anahtarlarının
papazların elinde olup, bunların isteyene satılabileceğini ve bütün bunlara hiç
kimsenin itiraza hakkı bulunmadığını iddia ve kabul edecek kadar imtiyazlar tanımışlardı
ki, bu âyet işte bütün bunları hatırlatmakta, muaheze etmektedir. Adiy ile
ilgili olan hadisi şerif de bunun asgari ölçüde bir bakıma tefsiridir.
Hıristiyanlıkta ruhban sınıfının böyle bir imtiyaz ve hakimiyetle "min
dunillah" (Allah'ın gerisinde) Rab edinilmelerine "klerikalizm"
adı verilir. Daha sonra bundan şikayetle Protestanlık zuhur etmiştir. Mâide
Sûresi (âyet 64, 65)'ne bakınız. Daha sonra bu Rablık imtiyazı, ruhban
sınıfının elinden çıkmış, parlamenterlere (milletvekillerine) geçmiştir....
(http://www.enfal.de/telmalili/tevbe.htm)
*
Haydarî’nin yönelttiği
sorular üzerinde bir sonraki yazıda duralım inşaallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder