UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN
KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 28
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord
Curzon’un açıklamaları ışığında “Lozan’a giden süreci” konuşuyorduk.
Vikipedi’nin “Lozan Antlaşması” maddesinde şu ifadeler yer alıyor:
“İngiliz ile Fransız murahhas
heyetleri, ABD'nin bölgede herhangi bir manda yönetimi
üstlenmemesi sonrası yapılan 22 Aralık 1919'daki ikili görüşmelerde, başkentin
İstanbul'dan Anadolu'ya taşınması üzerinde anlaşmaya vardılar. İtalyanların
ve Yunanların çekilmeleri ile Anadolu, herhangi bir manda yönetimi
olmadan Türklerin eline bırakılacaktı. Toplantıda, Boğazlar'da
kurulacak uluslararası komisyonun detayları belirlendi. Ayasofya
için ise, dinî ibadet amacıyla kullanılmaması gereken eski bir anıt olması
kararlaştırıldı.”
(https://tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antla%C5%9Fmas%C4%B1)
Söz konusu maddede bunlar söylenip
geçiliyor değil, birkaç dipnotla, ilgili birincil kaynaklara atıfta da
bulunuluyor.
Görüldüğü gibi, İngiltere ile
Fransa’nın anlaştığı tarih, 22 Aralık 1919..
Evet İngiltere, Fransa ile elele
vererek Türkiye’nin İstiklal Harbi’ni (Kurtuluş Savaşı’nı, Millî
Mücadele’yi) o tarihte başlatmış durumda..
İngiliz “millî iradesi / millet iradesi”; “Hakimiyet kayıtsız şartsız İngiliz
milletinindir” diyerek Anadolu’daki bir şehrin başkent olmasına karar
vermiş.
İstanbul zinhar olamaz.. İngiliz millî iradesi böyle
istiyor.
*
O “millî irade”, “kayıtsız şartsız
millet iradesi” Türkiye'de gelecekteki anayasalara da yansıyacak, başkentin tekrar
İstanbul olmaması için, Anadolu’daki yeni başkent, “devletin değiştirilemez,
değiştirilmesi teklif dahi edilemez temel nitelikleri”nden biri ilan
edilecektir.
22 Aralık 1919 gerçekten büyük gün..
O gün İngiliz millî iradesi,
diplomatik millî mücadelesi ile Anadolu’yu Türkler hesabına İtalyanlar’dan
ve Yunanlar’dan kurtarmaya karar vermiş bulunuyor.
Türkiye’de herhangi bir manda yönetiminin
bulunmasına da razı değil.
Peki niye (önceki bölümlerde anlattığımız
gibi) 19 Mayıs 1919 tarihinden itibaren bir Amerikan mandası teklifi
ortaya attılar diyecek olursanız, cevap belli:
Vize vererek Samsun’a gitmesine
müsaade ettikleri Selanikli’nin, bir direniş hareketi lideri olarak
sivrilmesini sağlayacak şekilde kongreler düzenlemek için zamana ihtiyacı
bulunuyordu.
*
Evet, İngiliz, “Kervan yolda düzülür”
de demiyor, herşeyi inceden inceye planlıyor. O kadar ki, Boğazlar’da
kurulacak uluslararası komisyonun “detaylarını” bile belirliyor..
Detaylarını bile..
Belirliyor ki, İstanbul’da (İngiliz
Gizli Servisi’nin İstanbul şefi Frew vasıtasıyla) anlaşmış oldukları
Selanikli Mustafa Atatürk’e gelecekte fazla iş düşmesin, garibim fazla
yorulmasın..
Yol haritası elinde bulunsun, daima ne
yapacağını bilerek hareket etsin..
Ayasofya meselesi de kafasını
kurcalamasın, orayı ibadete kapatsın, müze yapsın..
Evet, egemenlik kayıtsız şartsız
milletin.. İngiliz milletinin..
Millî irade böyle istiyor: Ayasofya’da ezan okunmasın, namaz
kılınmasın, Kelime-i Tevhid söylenmesin.
Gelecekte İstanbul’da Kelime-i Tevhid
bayrağıyla kimse yürümesin..
Yürüyen olursa “bedenen Türk, ruhen
İngiliz” magandalar onların burnunu kırsın, kan revan içinde bıraksın.
*
Boğazlar için kurulacak uluslararası
komisyonun (Ki Montrö Antlaşması’na kadar varlığını sürdürmüş, sonra
İngilizler’in onayıyla kaldırılmıştı) ayrıntılarını bile belirleyen İngiliz,
Türkler’e bırakmaya karar verdiği Anadolu’da ihdas edilecek yeni rejiminin “detaylarını”
herhalde şansa bırakacak değildi.
Burada kilit isim, İstanbul’da
anlaşmış oldukları Selanikli idi..
Peki, İngiltere’nin Fransa ile
anlaştığı 22 Aralık 1919’da Selanikli ne yapıyordu?
Yoldaydı..
Sivas’tan Ankara’ya doğru yaptığı
dokuz günlük yolculuğun ortasındaydı.
Beş gün sonra, 27 Aralık’ta Ankara’ya
varacaktı.
Ve aynı gün, Lord Curzon’un
yeğeni Yarbay Rawlinson, Erzurum’da Kâzım Karabekir ile
görüşecek, Curzon’un mesajlarını ona iletecekti.
*
Rawlinson'un Karabekir'e söylediğine göre, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Türkler ile
yapılacak bir barış antlaşmasında Türkler’i temsil eden ismin Mustafa
Kemal (ya da onun adına konuşan biri) olmasını istiyordu.
Selanikli Mustafa Atatürk, Erzurum
ve Sivas Kongrelerindeki performansıyla rüşdünü ispat etmiş, TBMM’yi
kuracak bir Heyet-i Temsiliye oluşturarak başkanlığını uhdesine almayı
başarmıştı.
Evet, daha ortada hiçbir şey yokken Boğazlar’da
kurulacak uluslararası komisyonun ayrıntılarını bile belirleyen İngiltere,
Anadolu’da kurulacak yeni “düzen”in başında bulunacak adamı da
belirlemişti: Selanikli Mustafa Atatürk.
İngiliz millî iradesi, kayıtsız şartsız millet hakimiyeti,
Selanikli’yi Türkiye’nin başında görmek istiyordu.
*
Selanikli’ye düşen de, Ankara’da
TBMM’yi kurup, Türk millî iradesinin İngiliz millî iradesinin türevi olarak
tecellisini sağlamaktı.
Hakimiyet kayıtsız şartsız milletin olmalıydı..
Burada millet kelimesi yerine İngiliz
yazsan da oluyordu, Türk yazsan da..
Sonuçta ikisi de millet olduğu için bu
söz her halükârda gerçeği yansıtıyordu.
*
İngiltere, Selanikli liderliğindeki Ankara güçleriyle asla çatışmaya
girmedi, hatta (Kurtuluş Savaşı’nın Sansürsüz Tarihi kitabımızda
örneklerini verdiğimiz gibi) yardımcı oldu.
İtalyanlar, işgal ettikleri yerlerden (geride pekçok silah ve
mühimmat bırakarak) kendiliklerinden çekildiler.
Fransızlar da 20 Ekim 1921’de Selanikli ile Ankara Antlaşması’nı
yaparak onu “resmen” tanımakta olduklarını gösterdiler. Onunla herhangi bir
çatışma içine girmediler.
Ancak, Yunan cephesinde sorun yaşandı.
Falih
Rıfkı’dan dinleyelim:
“Haziran’da [1921] İngiliz
nazırları (bakanları), Türk – Yunan
harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul
bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağı için de
teminat vermişlerdir. Daha ileri giderek, Yunanlıların işi artık müttefiklere [İngiltere, Fransa ve İtalya’ya]
emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu
teklifi reddettiler.”
(Falih
Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet
Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 82.)
Sorun yaşanmasının nedeni,
Yunanistan’da yönetimin değişmiş olmasıydı.
1920 yılında, seçimleri kaybetmiş olan
Venizelos hükümeti düşmüş bulunuyordu.
Ayrıca kral değişikliği yaşanmış, Alman
kökenli olduğu için İngiltere’nin her lafına evet demeyen eski kral Konstantin
tekrar tahta geçmişti.
Asıl sorun Konstantin’in bir kuyruk
acısının bulunuyor olmasıydı. İngiltere’nin safında yer almak isteyen Başbakan
Venizelos’un aksine Birinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmak istemiş, 1917
yılında İngiltere ile müttefiklerinin Atina’yı bombalama tehditleri üzerine
ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı.
*
Venizelos iktidarda kalmaya devam
etseydi, işi Müttefikler’e emanet eder ve böylece Selanikli (İstiklal
Mahkemeleri vasıtasıyla bastırdığı iç isyanlar dışında) herhangi bir
zorluk yaşamadan arzusuna nail olurdu.
TBMM’nin 23 Nisan 1920’de
toplanmasının hemen akabinde çıkarılan Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na
göre, TBMM’nin ve başındaki Selanikli’nin “hakimiyet”ini tanımayan, Osmanlı
Devleti tebası olduğunu ileri süren “millet” fertleri vatan hainiydi ve
asılmayı hak ediyorlardı.
Selanikli ve ardındaki İngilizler, millete
karşı İstiklal Mahkemeleri vasıtasıyla verilen
milli mücadele ile herşeyin biteceğini hesaplamışlardı fakat işler
umdukları gibi gitmemişti.
Konstantin İngilizler’in ve Selanikli’nin
arabasının tekerine çomak sokmuştu.. Venizelos’suz Yunanistan çok kötüydü.
*
İşler ters gitmekteydi, Konstantin savaşı bizzat idare etmek için Anadolu’ya geçti ve Eskişehir yenilgisi yaşandı.
Yine
Falih Rıfkı’dan dinleyelim:
“Nihayet
Temmuz [1921] sıcaklarında Kral Konstantin zarını
attı. Umumî seferberlik yapmıştı. Pek ciddî İngiliz yardımı da
görüyordu. Bizim ordumuz, taarruz edecek Yunanlıların üçte biri kadar bir
şeydi. Kral ordulariyle Ankara’ya gidecek ve zaferini orada Mustafa Kemal’e
dikte edecekti.
“Yine
kara günler geldi. İlk çarpışmalarda ordumuzu yendiler. Eskişehir
düştü.”
(Atay, Çankaya III, s. 83.)
Tabiî “pek ciddi İngiliz” yardımı kısmı kuyruklu yalan..
Utanmaz ve uslanmaz Kemalist/Atatürkçü Cumhuriyet
yalancılığı ve palavracılığı bu tür yalanları “psikolojik savaş” ve “algı
operasyonu” gibi adlar altında “kutsal ibadeti” bellemiş durumda, fakat
doğru olan, İkinci Adam İsmet İnönü’nün söylediği:
"İstiklal
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
İngilizler
Yunan’a değil fakat Selanikli’ye yardım ediyorlardı.
Nitekim, Talat Paşa’nın
koruma polisliğini de yapmış olan eskinin İttihatçısı, sonrasının Atatürkçüsü
bir Alevî-Bektaşî emniyet görevlisi, Ali Rıza Öge (1877-1957),
hatıratında şunları yazacaktı:
“…
0 gün de İnebolu’ya dört direkli bir ingiliz gemisi ile
top mermileri geliyordu. Ne gariptir ki, bir yandan İstanbul [ve Osmanlı
Hükümeti] işgale uğramış ve İngilizler’in ağır baskıları
altında inlerken, diğer taraftan İngiliz sancaklı bir motorlu tekne
ile İnebolu’ya [Ankara’ya götürülmek üzere] mermi çıkartılıyordu.
“Bunu
anlamak benim için de kolay olmuyordu. Cesur ve gözüpek İnebolulular kısa bir
sürede tekneyi fırtınaya rağmen boşaltıverdiler. …”
(Ali
Rıza Öge, Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Polis Şefinin
Anıları, Bursa: Günlük Ticaret Gazetesi Tesisleri, 1982, s.
343.)
*
Evet, Eskişehir düşmüştü..
Falih Rıfkı’nın ifadesiyle,
70 bin kişilik Türk ordusu yenilgiye uğrayıp
darmadağın olmuş ve sadece 30 bin kişilik
bir kuvvet Sakarya’nın doğusunda mevzilenebilmişti (Atay, Çankaya III, s. 492-3).
Düşman Polatlı’ya kadar
gelmişti.
Selanikli, psikolojik
olarak pekçok şeye hazırdı, hazırlanmıştı, fakat buna değil..
Evdeki (İngiliz
Büyükelçiliği’nin rahibi kisvesi altında İngiliz Gizli Servisi’nin İstanbul
şefliğini yapan Frew’nun evindeki) hesap, çarşıya uymamıştı.
Selanikli, kaçma ve ricat
konusunda talimliydi, Filistin’deki gibi kirişi kırıp Kayseri’ye çekilmeyi
kararlaştırdı.. Fakat, TBMM kabul etmedi.
Selanikli’ye, “Kayseri’ye
kaçmakla vatan kurtarılmaz, ya istiklâl, ya ölüm! Sen istersen git, biz
bir yere gitmiyoruz” dediler.
*
Selanikli baktı ki kendisi
Kayseri’ye gitse TBMM gitmiyor, Kayseri’de dımdızlak ve cascavlak Sarı Çizmeli Mustafa
Ağa olarak kalacak, Ankara’da durmaya çarnaçar razı oldu..
Fakat TBMM’nin talepleri
bitmiyordu, ona, “Cepheye git, ordunun başına geç, hünerini göster, Ankara’da
oturup nutuk atmakla bu iş olmaz” diyorlardı.
Selanikli ise Kayseri’ye
güle oynaya gitmeye razıydı, fakat Sakarya tarafına gitmeyi canı hiç istemiyordu.
TBMM’de tam dört gün “Gidersin,
gitmezsin” tartışması yaşandı. Tam dört gün..
Sonunda cepheye gitmeyi
kabul etti, fakat, iki şartla:
Birincisi, TBMM bütün
yetkilerini onun şahsına devredecekti, yani resmen diktatör olacaktı.
İkincisi de, bir yenilgi
durumunda kendisi asla bu yenilginin sorumlusu kabul edilmeyecek, hesaba
çekilmeyecekti.
Yani zafer kazanılırsa
sahibi Selanikli olacaktı, yenilgi olursa sorumlusu başkaları..
*
Diktatörlüğü ve “sorumsuz
yetki”yi yan cebine koyan Selanikli, Sakarya Savaşı’na katıldı, fakat orada da
yine (Kâzım Karabekir ile Rıza Nur’un yazdığına göre) ricat/kaçış
emri verdi.
Neyse ki Fevzi Çakmak’ın
bu emrin duyurulmasını ertelemesi ve bu arada (gıdasızlık ve ishal salgını
yüzünden sıkıntı çeken) Yunan ordusunun çekilmeye başlaması sayesinde kılpayı
zafer kazanılmış oldu.
Ankara’ya zafer kazanmış
komutan olarak dönen Selanikli (tarihte görülmemiş şekilde) üç rütbe birden
atlayarak mareşal unvanını aldı.
Diktatörlüğü de bir daha hiç
bırakmadı.. Tadına doyamamıştı.
Dalkavuk tufeylî taifesi
ise hemen “bir vuruşta yedi can alan (yedi sinek öldüren)” cesur terzi
masalından ilham alarak Selanikli’yi “yedi düvelle (devletle) savaşıp zafer
kazanan kahraman” ilan ettiler.
Güya yenilmiş olan “yedi
düvel”in (yedi devletlerin) İngiliz’i ise gözlerindeki hin bakışı saklamaya
çalışarak bıyık altından gülüyordu.
Çünkü “Saraydan
Vahdettin Kaçırma” operasının devamını, Ayasofya’nın müze
yapılmasına varıncaya kadar satır satır biliyordu.
Çünkü metinleri yazan da,
besteleyen de, sahneleten de kendisiydi.
*
Ne yazarsak yazalım, ne söylersek
söyleyelim, dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta, İkinci Adam İsmet İnönü’nün
abidevî cümlesinden başka birşey olmuyor..
Ne kadar yalan söylenirse söylensin,
ne kadar masal anlatılırsa anlatılsın, herşey aşikâr, herşey belli..
Kahramanlık hikâyeleri, palavra
şiirler ve marşlar, perde arkasındaki asıl gerçeği gözlerden saklamaya
yetmiyor.
Şairin dediği gibi, herşey ortada:
“Bütün şiirlerde söylediğim sensin
“Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
“Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin
Belkis'in
“Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın sen
bellisin."
Şair, o “sen” belli olduğu için adını vermemiş..
İkinci Adam İsmet İnönü ise, aramızdaki aptallara değilse bile, aptal numarası
yaparak milleti aptal yerine koyan düzenbazlara “lafın tamamını” söylemiş, isim
vermiş:
"İstiklal
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder