Elhamdulillâhi Rabbi'l-âlemîn. Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ Rasûlinâ ve alâ âlihî ve sahbihî ...
LAİK DEMOKRASİNİN SAHTE HOŞGÖRÜSÜ KARŞISINDA ŞER’-İ ŞERÎF’İN (ŞEREFLİ ŞERİAT’İN) GERÇEK ADALETİ
Demokrasiye iman etme eğilimi gösterenlerin gözde kavramı,
(köken olarak IV. Henri'nin ilan ettiği "Nantes Buyruğu”na kadar
giden ve Voltaire tarafından yaygınlaştırılan) “hoşgörü”dür.
Öyle ki, hoşgörü ve görecelik (herşeyin
sana bana göre farklı yorumlanabilmesi) demokrasinin paradigmasıdır.
Yargıtay eski Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk şöyle diyor:
“Demokrasinin
paradigması, hoşgörü ve göreceliktir. Bilgi, görüş, eylem, ahlak
açısından gerçekler görecedir. Bunu ayakta tutan da hoşgörüdür.
Çünkü hoşgörü ötekinden nefret etmeme bilincini kazandıran erdemdir. Bu yüzden,
demokraside çoğunluğun kararı, hiçbir zaman gerçeğin kanıtı değildir.
Sadece tartışmayı geçici olarak sona erdiren çaresizliğin çaresidir.”
(http://www.angelfire.com/pq/bulent/yargitay.html)
Selçuk, meseleyi çok güzel özetlemiş.
*
Hoşgörü kavramı “görecelik”ten ayrı düşünülemez. Prof.
Dr. Gilles Veinstein şunları söyler:
“... 18. yüzyıldaki Aydınlanma filozoflarına
göre, hoşgörü şöyle tanımlanabilir; başkalarının
fikirlerine saygı göstermeliyiz, çünkü biz kendimizin
düşüncemizin doğruluğundan emin değiliz, öyleyse kendimizin yanılabileceğimiz
ihtimalini göz önünde bulundurarak, o zaman belki de başkaları
haklı olabilirler, bunu tam olarak bilmediğimiz için
de böyle bir şüpheli durumda bütün farklı düşüncelere
yer vermek gerekir. Bu durum doğal olarak kesinlikle [Osmanlı İmparatorluğu'na
hükmeden] padişahın tavrı olamaz, zira o hiçbir zaman [inandığı
Şeriat’in] haksız olabileceğinden şüphe içerisinde olamazdı. O halde nasıl
oluyor da tebaasının bazılarının başka dinden olmasını kabul
edebiliyor? Bu sadece ‘zimmi’ kavramı, yani liberal İslam geleneği;
hatta bu İslam cereyanını İslam’ın en yaygın şekli olarak da
kabul edebiliriz.” (www.filozof.tripod.com/osmanli1.html)
Veinstein’ın sözünü ettiği “hoşgörü” gerektiren fikir
ayrılığı İslam’da içtihadî meselelerde (hak mezhepler arasındaki
ihtilaflarda) söz konusu olmaktadır.
Hakkında nass (anlamı açık ayet ve hadîs) bulunan konularda
içtihat yapılamaz: “Mevrîd-i nassta içtihada mesağ yoktur.” (Mecelle,
14. kaide)
Ancak bu, içtihat diye ortaya atılan (çağdaş “güncelleme”ler
gibi) tahrifat, tağyirat ve tahribatın hoşgörüyü hak etmesi anlamına
gelmemektedir.
Hoşgörüyü hak eden içtihat,
yanıldığını anladığı zaman (kendi imajını yerle bir etme pahasına da
olsa) hemen hatasını itiraf edebilen, hakkın hatırını herşeyden yüce bilen
ilimde rüsuh sahibi (ehliyet ve liyakati bulunan) müttekî müçtehitlerin
nasslardan hareketle “usûl”üne uygun olarak yaptıkları içtihattır.
Yoksa, Batılılar’a şirin görünülsün, çağdaşlaşılsın,
“toplumsal”laşılsın ya da laik (siyasal dinsiz) devletin devletlularından
aferin alınsın diye yapılan güncel budalalıklar değildir.
*
Felsefe tarihi, "bilgi
felsefesi" (epistemoloji) alanında esas itibariyle "dogmatikler"
(doğru bilgiye ulaşılabileceğini kabul edenler) ile septikler
(şüpheciler) arasındaki tartışmanın tarihidir.
Bu noktada demokrasi görececiliğin/göreciliğin (rölativizmin) ve dolayısıyla septisizmin yanında
durur. Aksi takdirde "doğru"ları çoğunluğun takdirine
bırakamaz.
Bununla birlikte demokratlar da, insanın
"tartışılamaz, vazgeçilemez hak ve hürriyetleri"nin
bulunduğunu kabul etmek zorunda kalmaktadırlar.
Yani hayatın gerçekleri onları
görecilikten vazgeçmeye, septisizmden dogmatizme yatay geçiş yapmaya mecbur
etmektedir.
Benzer şekilde "Hakimiyet
kayıtsız şartsız milletindir" diyen Türkiye Cumhuriyeti de,
anayasasına “(millet tarafından bile) değiştirilemez, değiştirilmesi
teklif dahi edilemez" maddeler dercederek, hem “hakimiyetin
millete kayıtsız şartsız ait olduğu” yönündeki iddiasına
(halkı aldatmak için söylenmiş) palavra muamelesi yapmakta, hem de
"milletin beğenisi"nden bağımsız (görece olmayan, mutlak; değişiklik
kabul etmeyen) doğrular bulunduğunu söylemek suretiyle demokratik göreceliğin
kalbine sivri mızrağı zerre kadar merhamet göstermeden saplamaktadır.
*
Evet, demokrasinin paradigmasının görecelik ve
hoşgörü olması, epistemolojik açıdan septisizme/şüpheciliğe yaslanıyor
olmasından kaynaklanıyor.
Bu şüphecilik, Tanrı’nın varlığı başta
olmak üzere dinî konuları da kapsıyor.
Allahu Teala’nın varlığı ve
birliği aklen zorunlu olmakla birlikte, insanların akıllarını
kullanması zorunlu değil.. O yüzden, insanların birçoğu bu aklî zorunluluğu
reddedebiliyor ve hatta buna bazen aklını kullanma adını verme kalpazanlığı da sergileyebiliyorlar.
Ancak, bu aklî zorunluluğu kabul
etmedikçe (Descartes gibi düşünürlerin ifade ettiği gibi)
agnostisizmden (bilinemezcilikten) ve septisizmden (şüphecilikten) kurtulmak
mümkün değil.
Agnostik ve septiklere düşen mantıklı
tavır ise, Spinoza’nın dile getirdiği gibi, “susmak”tan
ibaret.
Onlardan beklenebilecek tek mantıklı
ve tutarlı tavır bu.
Çünkü demokrasi, bilgi, eylem ve
ahlâk bakımından Allahu Teala’nın vahyine değil, çoğunluğun
tercihlerine (heva ve hevesine, tutkularına ve dünyevî çıkar hesaplarına)
dayandığı için, savunduğu değerlerin “mutlak doğru” olduğunu söyleme
hakkına sahip değil.
*
O yüzden, demokrasi savunuculuğu bilgi felsefesi (epistemoloji)
açısından septisizme, siyaset felsefesi açısından ise
göreceliğe sarılmak zorunda.
Bununla birlikte demokrasi, (içilen
rakının şişede durduğu gibi durmamasına benzer şekilde) bir defa bir şekilde siyasî hayata
hakim olma fırsatı yakaladığında, kitap sayfalarında durduğu gibi durmuyor.
Thomas Paine’nin ifade ettiği gibi kâfirce tanrılık davasına
kalkışıyor, müminler üzerinde istibdat kuruyor, kendisini
“mutlak doğru” ilan ediyor.
Göreceliği (ve buna bağlı olarak güncellemeciliği)
“din”de mutlaka görmek istiyor.
Kendisi ise bundan vazgeçiyor.. “Değiştirilemez,
değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilkeler icat ediyor, falan ya da
filan ölünün ilke ve inkılaplarına gökten inmiş vahiy
muamelesi yapıyor.
İnsanları, Allahu Teala’yı bırakıp bir kula
(diktatöre) ya da kullar topluluğuna (millete, halka) kayıtsız ve şartsız, mutlak biçimde tapmaya çağırıyor.
Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca’nın Hak Dini Kur’an Dili’nde Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini tefsir ederken dile getirdiği kulları “rableştirme” şirki, demokrasinin ayrılmaz bir parçası, zorunlu sonucu, laızm-ı gayri mufarıkı durumunda.
*
“Sağduyu” adlı kitabıyla (Adı “dünyayı değiştiren
kitaplar” arasında anılır) ABD’nin bağımsızlık hareketine yaptığı katkı sonucu
ün kazanmış olan Thomas Paine, demokratik göreceliğin mütemmim cüzü
olan hoşgörü kavramına karşı çıkar.
Ona göre hoşgörü, hoşgörüsüzlüğün zıddı değil,
onun sahtesidir. Kendisini hoşgörü olarak gösteren hoşgörüsüzlük
ve istibdattır, zorbalık ve diktatörlüktür:
“Müsamaha,
müsamahasızlığın zıddı değil, onun sahtesidir. Her ikisi de müstebitliktir.
Biri kendinde vicdan hürriyetini vermemek hakkını, öbürü de onu bahşetmek
hakkını var sanır.”
(Thomas Paine, İnsan
Hakları, çev. Mehmet Osman Dostel, 2. b., İstanbul 1988, s. 83.)
Paine’ye göre, hoşgörü (ve dolayısıyla demokrasi), aslında Tanrı’nın
yetki alanına küstahça ve kâfirce bir müdahaledir:
“... müsamaha dediğimiz
hoşgörürlük, insan ile insanın değil, kilise ile kilisenin de değil, herhangi
iki din arasına da değil, Allah ile insan arasına, yani kul ile Tapılacak
[Allahu Teala] arasına girer; ve insanın ibadetini yapmasına göz
yumarken takındığı aynı fuzuli, o hiç yeri olmayan gereksiz
yetkilerle, küstahçasına ve kâfircesine, Ulu Tanrı’nın bu
ibadeti kabul etmesine müsamaha etmeye kalkışır.” (A.g.e., s.
84.)
Paine, akıllı ve gerçekten bilge bir adamdı.
George Washington, kendisini ABD’nin
bağımsızlığı mücadelesine ikna edenin Paine’nin Sağduyu kitabı
olduğunu söylemişti.
Görüldüğü gibi, Türkiye’de Elmalılı, ABD'de Paine olmak
fark etmiyor, aklını kullananlar aynı kanaate sahip oluyor.
Çünkü aklın yolu birdir ve Bir’e götürür.
*
Evet, Allahu Teala’ya iman etmeyenlerin bilgi felsefesi noktasından
agnostik ve septik, siyaset felsefesi açısından da en iyi
ihtimalle görececi/göreci olması kaçınılmazdır.
Ancak bu görecelik sahte bir göreceliktir,
hoşgörüsü de, Paine’nin ifade ettiği gibi, sahte bir hoşgörüdür.
Görecelik maskesinin altında dogmatik bir “mutlak
doğruluk” iddiası ve ona eşlik eden bir istibdat,
hoşgörüsünün altında da (“anlarsın ya” babından örtük bir şekilde hal diliyle
ifade ettiği tanrılık iddiasının onaylanmasını şart koşan) bir
hoşgörüsüzlük vardır.
Cemal Bali Akal’ın tabiriyle kendisini “Sivil
Toplumun Tanrısı” olarak gören çağdaş laik demokratik devletler,
kendilerine tanrılık/rablik imtiyazı tanınmadığında, ve gerçek Tanrı’ya, Allahu Teala’ya
itaat düşüncesi fikir hürriyeti bağlamında dile getirildiğinde, maskelerini hemen
indirir, sopalarını ellerine alırlar.
*
Bilgi felsefesi açısından septik ya da agnostik, siyaset
felsefesi açısından da sahte görececi ve sahte hoşgörülü
demokrat olma durumundaki laik-seküler zihniyet, hukuk
ve ahlâk felsefeleri açısından da tutarlı ve mantıklı bir temelden
yoksunluğun derin fukaralığıyla meşbudur.
Çünkü, laik demokratik zihniyet üzerine kurulu hukuk ve
ahlâk felsefelerinden söz etmek, deniz dalgalarının üzerine taş ve
tuğlayla inşa edilmiş muhteşem sarayların varlığından bahsetmekten farksızdır.
Allahu Teala’ya ve onun vahyi sayesinde bilinen
“mutlak doğru”lara inanılmaması durumunda görece olmayan (kaypak ve ilkesiz olmaktan uzak, "güc"ün karşısında şekilden şekile, renkten renge girmeyen bir katılık ve donukluğa sahip) bir hukuk ve ahlâktan söz etmek mümkün olmaz.
Göreciliğin olduğu yerde adaletten söz edilemez.
Bu görecelik düşüncesi, çağımızın seçkin siyasetçi,
düşünür, sanatçı, yazar ve çizerlerinin mutlu olup daha nitelikli
eserler vermeleri için, (değersiz birer hayvandan farksız görülen) kız
çocuklarının Epstein Adası’nda onlara hizmet yolunda feda
edilmesini akla ve mantığa uygun bulmaya elverişlidir.
Bütün mesele, kamuoyunun buna razı edilmesi, halk çoğunluğunun
bunu makul bulup onaylamasından ibarettir.
Nitekim Türkiye’de de Manukyan’ın vergilendirilmiş
kazancı kutsaldı.. Hem hukuka uygundu, hem de ahlâkîlikte
zirveye tırmanarak kutsal hale gelmişti.
Vahye dayalı hukuk ve
ahlâk ise, ne görecelik tanır, ne de seçkinlik.. Vahiy açısından her helal olan
bile kutsal değildir.
*
İmdi, vahye teslimiyeti kabul etmediği için
elinde görecelik ve hoşgörü edebiyatı dışında sarılacağı malzeme kalmayan laik
demokratların eşcinsel evlilikler, zina, LGBT vs. gibi
hususlarda ahlâkı hiç hatırlamazken İslam’daki âkil baliğ olmuş yaşı
küçüklerin evliliği meselesi etrafında gürültü
koparmalarını nasıl yorumlamak gerekir?
Normalde bunların olaya doğa bilimleri (biyoloji, anatomi vs.)
ekseninde bakmaları gerekir.. Bu durumda, âkil baliğ olmuş bir kişinin cinsel
arzu duyuyorsa istediği kişiyle evlenmesini (veya ilişkiye girmesini), ateist
veya agnostik bir görececi demokrat olarak en azından hoşgörü ile karşılamaları
gerekir.
Aksini de “özgürlüğü kısıtlayan tabulara
teslimiyet” olarak yorumlamaları beklenir.
Ama hayır, bu noktada (İslam'ın nikâh izni söz konusu olduğunda) ahlâk edebiyatı yapmaya
başlıyorlar.
Birer ahlâk abidesi kesiliyorlar.. Ahlâktan anladıkları da
Karadenizli Dursun’ın “Temel anasını görmesin!” şeklindeki son arzusu
türünden bir devasız İslam karşıtlığı.
*
Halbuki, Şeriat’in birtakım mükellefiyetler yükleyerek topluma ilan şartıyla verdiği (ve toplumun denetimine açık hale getirdiği) nikâh izni ile yapılan şeyler, laik demokratik düzende, hiçbir
yükümlülük altına girilmeden, hiçbir bedel ödenmeden kitabına uydurulmak suretiyle gizli kapaklı biçimde rahatça
yapılabiliyor.
Eksik gedik bir bedel ödenmesi ise “Allah’ın şaşırtması”na
bağlı.
Takvimler 31 Mayıs 2024'ü gösterirken, Milliyet gazetesinde
şöyle bir haber yer almıştı:
ATV ekranlarında yayınlanan Müge Anlı ile Tatlı Sert programına çıkan Selahattin Yalnız adlı
şahıs, evden kaçan üvey kızlarına ulaşmak için yardım istedi.
14 gün sonra bulunan genç kızlar ise üvey babaları tarafından yıllardır
istismar edildiklerini söyledi. Görüntüleri izleyen Müge Anlı, canlı
yayında üvey babaya ateş püskürdü.
Canlı
yayında görüntülü olarak Selahattin Yalnız'a bağlanan Müge Anlı " Sen
utanmadan nasıl benim stüdyoma geldin? Allah seni şaşırttı mı, yanılttı
mı ne oldu? Senin bu kızlara neler yaptığının videoları elimde,
ahlaksız! Sen bundan sonra bana değil savcı ve hakime söyleyeceksin. Sen bu
kızları istismar edip nasıl gelip bir de ararsın? Ben gözüme mi inanacağım sana
mı? Bütün videoların elimde" dedi.
Hakkındaki iddiaları
yalanlayan Yalnız, asıl mağdurun kendisi olduğunu söyledi. Üvey baba, "Ben böyle bir şey yapmadım. O videolar
bize de geldi. Biz konuştuk, anlaşmaya çalışıyoruz. Ne anlatayım? Beni uyutup
yaptıklarını mı? Beni uyutarak istediklerini yaptılar"
ifadelerini kullandı.
(https://www.milliyet.com.tr/gundem/son-dakika-canli-yayinda-uvey-baba-skandali-kayip-dedigi-kizlari-istismar-ettigi-ortaya-cikti-7135178)
Evet, haberde yer alan ifadelerin bir kısmı
böyle.
Zavallı kızlar dertlerini anlatacakları bir
makam, bir yetkili bile bulamamışlar, adamın Müge Anlı’nın programına çıkacağı
tutmuş, yoksa laik demokrasinin özgürlük ortamında evlat
edineceği başka kız çocukları da bulabilir, laik ve demokrat insanseverliğine
yine devam edebilirdi.
İmdi, bu Selahattin adlı adamın adı Mustafa
Cemal, soyadı da Hatatürk olsaydı, ve bu adam bütün devlet
kurumlarının, bütün devlet erkânının, karşısında iki büklüm olduğu bir konumda
bulunsaydı, ağzından çıkan laf kanun sayılsaydı, o kızlar evden kaçabilirler
miydi, kaçtılar diyelim, sığınacak yer bulabilirler miydi?!
Ve de adam ölürken bu kızlara mirasından pay
ayırsaydı, bunlar Mustafa Cemal’in kızları olmaları hasebiyle toplumda
ayrıcalıklı muamele görselerdi, durum ne olurdu?
O kızlar hakkında hangi gerçek ne kadar
bilinebilirdi?
*
Batılılar’ın demokratik “hoşgörü”sünün, çağdaşlığın (güncelliğin, zamanın
ruhunun, modernliğin) izin verdiği sınırlar içinde kaldığını
görmekteyiz.
Böylece modernlik (çağa uygunluk), dogmatik (mutlak
doğruluğa sahip, şüphe konusu olmayan) bir karakter kazanıyor.
Çağa uygunluk (yani hiçbir konuda “tuhaf bir nostalji”
bağımlısı olmamak, “asr-ı saadet simülasyonları”na takılıp kalmamak)
Batı’nın kendisine ait olan şeylere taktığı madalya olduğuna göre, modernlik
(çağdaşlık); pratikte Batılılaşmak, daha müşahhas biçimde ifade etmek
gerekirse, Fransızlaşmak, İngilizleşmek, Amerikanlaşmak olarak anlaşılmalıdır.
Ancak, Batılılaşmayı çağdaşlaşma (çağa
uygunluk) diye adlandırma uyanıklığı sergilediğinizde, onu bölgesel (salt Batı’ya ait) birşey
olmaktan çıkarmış, “evrensel” hale getirmiş oluyorsunuz.
Böylece Batılılaşma, çağdaşlaşma gibi “nötr” bir kavramı
maske yaparak, Batı etnosentrizmini ve egosantrizmini/benmerkezciliğini örtmekte,
gözlerden saklamaktadır.
*
International Encyclopedia of The Social Sciences’a göre, sömürgecilik döneminde sömürge halklara, geleceklerinin
imaj veya tasvirleri, Batılı sömürgeciler tarafından sunuluyordu.
Mesela Hindistan’dan söz edilirken İngilizleşiyor,
Cezayir’den söz edilirken Fransızlaşıyor deniliyordu.
Daha sonra bu deyimler kullanılmaz oldu, “Avrupalılaşma”dan
söz edilmeye başlandı.
İkinci Dünya Savaşı Avrupa devletlerinin zayıflamasına ve
Amerikan nüfuzunun yayılışına yol açınca Batı dilleri yeni bir kelime ile
zenginleşti: Amerikanlaşma.
Bu defa Avrupa’nın kendisi bile Amerikanlaşıyordu. Ama, dünyanın
diğer ülkeleri söz konusu olunca kullanılan yeni tabir “Batılılaşma”
idi.
Ancak bütün bu kavramlar tabiri caizse sömürgecilik kokuyordu.
Böylece, sömürülenleri avutup uyutmak için “modernisation” (modernleşme,
çağdaşlaşma) kelimesi kullanılmaya başlandı. (İzzet Er, Din
Sosyolojisi, Ankara: Akçağ Yayınları, 1998, s. 209.)
Evet, sömürgeciler, iddialarına göre, sömürdükleri toplumları
uygarlaştırıyor ve çağdaşlaştırıyorlar, yani çağdaş uygarlık düzeyine
taşıyorlardı.
Çağdaşlaşma ise, siyasal düzeyde (esasları Batı tarafından
belirlenmiş) laik demokrasiyi benimsemek demekti.
*
İslam’da hoşgörü değil, adalet vardır.
Bir İslam devletinde zimmîlere tanınan haklar,
onlara karşı sergilenmiş bir hoşgörü örneği değildir, olay adaletin yerine
getirilmesi, onların haklarına saygı gösterilmesinden ibarettir.
Hoşgörüyle çelişen adalet fikri, Türkiye’de hoşgörü kavramı için
referans olarak görülen Mevlana’da da vardır:
"Padişah dedi
ki: Hayır, yerinde yapılırsa iyidir. Yerinde bir hayırda bulunursan
bu, doğru bir harekettir.
"Ruh yerine şah
sürmek, işi harab etmektir. Şah yerine atı sürmek de bilgisizliktir.
"Şeriat'ta ihsan
da var, ceza da. Padişah, baş köşeye geçer; at, ahıra bağlanır.
"Adalet nedir?
Birşeyi layık olduğu yere koymak. Zulüm nedir? Layık olmadığı yere
koymak.
"Tanrı'nın
yarattığı hiçbir şey abes değildir. Kızgınlık, hilim, öğüt, hile..
hepsi doğrudur.
"Bunların
hiçbiri mutlak olarak hayır değildir. Aynı
zamanda mutlak olarak şer de değildir.
"Her birinin yerinde
faydası vardır, yerinde de zararı. Onun için bilgi vaciptir,
faydalıdır.
"Yoksula yapılan
öyle cezalar vardır ki sevap bakımından ekmekten de yeğdir,
helvadan da.
"Çünkü helva,
vakitsiz yenirse safra yapar. Halbuki helva verilecek yerde ona bir sille
vurulsa kötülükten kurtulur.
"Vurmak hakikatte
kötü huyadır. Kilim döğülmez, tozu döğülür.
"Meclis de var,
zindan da. Her ikisi de lazım. Meclis ihlas sahibi olana, zindan ham kişiye.
"Yarayı deşmek
lazım. Deşeceğin yerde üstüne merhem korsan pisliği kökleştirmiş olursun.
"Yaranın altındaki
eti yer. Yarı bir faydası olsa elli tane ziyanı olur."
(Mevlana, Mesnevî,
C. 4, çev. V. İzbudak, İstanbul 1990, s. 205.)
Mevlana, Kur’an’da belirtildiği üzere Hz.
Musa’ya verilen “Firavun’a yumuşak konuş!” emri ile ilgili olarak da şu yorumu
yapar:
“Yumuşak söyle ama sakın
doğrudan gayri bir şey söyleme.. yumuşak sözlerle vesveseler satmaya kalkışma!
“Toprak yemeyi adet
edinmiş adama bozuk düzen bir yumuşaklık göstererek toprak verme.. şeker daha
iyidir de!”
(A.g.e., C.
4, s. 305.)
*
Evet, demokrasinin paradigması hoşgörü, Şeriat’in (İslam’ın)
paradigması adalet, “hukuk devleti” olamamış ulus-devletlerin paradigması
da egemenliktir.
İslam’ın paradigması “el-Adlü esasü’l-mülk” der, yani “Adalet,
mülkün/egemenliğin temelidir.”
Makyavel’in tavsiye ettiği gibi
misyon olarak “hakimiyetin devamı”nı (devletin bekasını) seçen ve bu
amaçla adaleti çiğneyenlerin, eylemleriyle kendi amaçlarını tahrip ettiklerini
tarih göstermektedir.
Uluslararası ilişkilere, insan hak ve hürriyetlerine, devlet ve
birey ilişkilerine (kuruluş dönemindeki Osmanlı gibi) Şeriatçı misyon ve vizyon
çerçevesinde yaklaşanlar, devletin bekasına da hizmet etmiş
olurlar.
Türkiye'de, 1920’li ve 30’lu yıllara ait laiklik
(siyasal dinsizlik), çağdaşlık (çağ kaderciliği), devletçilik (devleti
sivil toplumun tanrısı yapma), halkçılık ("Uydum kalabalığa"
diyerek toplumu putlaştırma), milliyetçilik (kolektif kibir, enaniyet ve
bencillik) ve uygarlık (kendi eserine uygarlık adı verip secde etme) gibi
kavramlara takılıp kalanların bugün ve gelecek için söyleyebilecekleri hiçbir şey bulunmamaktadır.
LAİKLİĞİN (SİYASAL DİNSİZLİĞİN) BATIL DİNİ: ATATÜRKÇÜ PUTPERESTLİK
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem gelecekle ilgili haberler vermiş, istikbalde neler olacağını bildirmiştir. Kendisini Atatü...
-
Şu Hiranur Vakfı hocasının kızının evliliği meselesi, 28 Şubat 'taki (derin tezgâh) Müslüm-Fadime olayı gibi arsızca köpürtülüyor. ...
-
Erdoğan’la ilgili iki rüyamı yorumsuz olarak aktaracağım. Birincisini, Suriye’deki son gelişmeler başladığı sırada gördüm.. Erdoğan, de...
-
Odatv.com ’da “istihbarî” bilgileri “kulis” diye Hürrem Elmasçı takma adıyla aktaran kişi, son yazısına şu başlığı uygun görmüş: “ Er...