YÛNUS, 10/15

 


LAİK DEMOKRASİNİN SAHTE HOŞGÖRÜSÜ KARŞISINDA ŞER’-İ ŞERÎF’İN (ŞEREFLİ ŞERİAT’İN) GERÇEK ADALETİ

 










Demokrasiye iman etme eğilimi gösterenlerin gözde kavramı, (köken olarak IV. Henri'nin ilan ettiği "Nantes Buyruğu”na kadar giden ve Voltaire tarafından yaygınlaştırılan) “hoşgörü”dür.

Öyle ki, hoşgörü ve görecelik (herşeyin sana bana göre farklı yorumlanabilmesi) demokrasinin paradigmasıdır.

Yargıtay eski Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk şöyle diyor:

Demokrasinin paradigması, hoşgörü ve göreceliktir. Bilgi, görüş, eylem, ahlak açısından gerçekler görecedir. Bunu ayakta tutan da hoşgörüdür. Çünkü hoşgörü ötekinden nefret etmeme bilincini kazandıran erdemdir. Bu yüzden, demokraside çoğunluğun kararı, hiçbir zaman gerçeğin kanıtı değildir. Sadece tartışmayı geçici olarak sona erdiren çaresizliğin çaresidir.”

(http://www.angelfire.com/pq/bulent/yargitay.html)

Selçuk, meseleyi çok güzel özetlemiş.

*

Hoşgörü kavramı “görecelik”ten ayrı düşünülemez. Prof. Dr. Gilles Veinstein şunları söyler:

“... 18. yüzyıldaki Aydınlanma filozoflarına göre, hoşgörü şöyle tanımlanabilir; başkalarının fikirlerine saygı göstermeliyiz, çünkü biz kendimizin düşüncemizin doğruluğundan emin değiliz, öyleyse kendimizin yanılabileceğimiz ihtimalini göz önünde bulundurarak, o zaman belki de başkaları haklı olabilirler, bunu tam olarak bilmediğimiz için de böyle bir şüpheli durumda bütün farklı düşüncelere yer vermek gerekir. Bu durum doğal olarak kesinlikle [Osmanlı İmparatorluğu'na hükmeden] padişahın tavrı olamaz, zira o hiçbir zaman [inandığı Şeriat’in] haksız olabileceğinden şüphe içerisinde olamazdı. O halde nasıl oluyor da tebaasının bazılarının başka dinden olmasını kabul edebiliyor? Bu sadece ‘zimmi’ kavramı, yani liberal İslam geleneği; hatta bu İslam cereyanını İslam’ın en yaygın şekli olarak da kabul edebiliriz.” (www.filozof.tripod.com/osmanli1.html)

Veinstein’ın sözünü ettiği “hoşgörü” gerektiren fikir ayrılığı İslam’da içtihadî meselelerde (hak mezhepler arasındaki ihtilaflarda) söz konusu olmaktadır.

Hakkında nass (anlamı açık ayet ve hadîs) bulunan konularda içtihat yapılamaz: “Mevrîd-i nassta içtihada mesağ yoktur.” (Mecelle, 14. kaide)

Ancak bu, içtihat diye ortaya atılan (çağdaş “güncelleme”ler gibi) tahrifat, tağyirat ve tahribatın hoşgörüyü hak etmesi anlamına gelmemektedir.

Hoşgörüyü hak eden içtihat, yanıldığını anladığı zaman (kendi imajını yerle bir etme pahasına da olsa) hemen hatasını itiraf edebilen, hakkın hatırını herşeyden yüce bilen ilimde rüsuh sahibi (ehliyet ve liyakati bulunan) müttekî müçtehitlerin nasslardan hareketle “usûl”üne uygun olarak yaptıkları içtihattır.

Yoksa, Batılılar’a şirin görünülsün, çağdaşlaşılsın, “toplumsal”laşılsın ya da laik (siyasal dinsiz) devletin devletlularından aferin alınsın diye yapılan güncel budalalıklar değildir.

*

Felsefe tarihi, "bilgi felsefesi" (epistemoloji) alanında esas itibariyle "dogmatikler" (doğru bilgiye ulaşılabileceğini kabul edenler) ile septikler (şüpheciler) arasındaki tartışmanın tarihidir.

Bu noktada demokrasi  görececiliğin/göreciliğin (rölativizmin) ve dolayısıyla septisizmin yanında durur. Aksi takdirde "doğru"ları çoğunluğun takdirine bırakamaz.

Bununla birlikte demokratlar da, insanın "tartışılamaz, vazgeçilemez hak ve hürriyetleri"nin bulunduğunu kabul etmek zorunda kalmaktadırlar.

Yani hayatın gerçekleri onları görecilikten vazgeçmeye, septisizmden dogmatizme yatay geçiş yapmaya mecbur etmektedir.

Benzer şekilde "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" diyen Türkiye Cumhuriyeti de, anayasasına “(millet tarafından bile) değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez" maddeler dercederek, hem “hakimiyetin millete kayıtsız şartsız ait olduğu” yönündeki iddiasına (halkı aldatmak için söylenmiş) palavra muamelesi yapmakta, hem de "milletin beğenisi"nden bağımsız (görece olmayan, mutlak; değişiklik kabul etmeyen) doğrular bulunduğunu söylemek suretiyle demokratik göreceliğin kalbine sivri mızrağı zerre kadar merhamet göstermeden saplamaktadır.

*

Evet, demokrasinin paradigmasının görecelik ve hoşgörü olması, epistemolojik açıdan septisizme/şüpheciliğe yaslanıyor olmasından kaynaklanıyor.

Bu şüphecilik, Tanrı’nın varlığı başta olmak üzere dinî konuları da kapsıyor.

Allahu Teala’nın varlığı ve birliği aklen zorunlu olmakla birlikte, insanların akıllarını kullanması zorunlu değil.. O yüzden, insanların birçoğu bu aklî zorunluluğu reddedebiliyor ve hatta buna bazen aklını kullanma adını verme kalpazanlığı da sergileyebiliyorlar.

Ancak, bu aklî zorunluluğu kabul etmedikçe (Descartes gibi düşünürlerin ifade ettiği gibi) agnostisizmden (bilinemezcilikten) ve septisizmden (şüphecilikten) kurtulmak mümkün değil.

Agnostik ve septiklere düşen mantıklı tavır ise, Spinoza’nın dile getirdiği gibi, “susmak”tan ibaret.

Onlardan beklenebilecek tek mantıklı ve tutarlı tavır bu. 

Çünkü demokrasi, bilgi, eylem ve ahlâk bakımından Allahu Teala’nın vahyine değil, çoğunluğun tercihlerine (heva ve hevesine, tutkularına ve dünyevî çıkar hesaplarına) dayandığı için, savunduğu değerlerin “mutlak doğru” olduğunu söyleme hakkına sahip değil.

*

O yüzden, demokrasi savunuculuğu bilgi felsefesi (epistemoloji) açısından septisizme, siyaset felsefesi açısından ise göreceliğe sarılmak zorunda.

Bununla birlikte demokrasi, (içilen rakının şişede durduğu gibi durmamasına benzer şekilde) bir defa bir şekilde siyasî hayata hakim olma fırsatı yakaladığında, kitap sayfalarında durduğu gibi durmuyor.

Thomas Paine’nin ifade ettiği gibi kâfirce tanrılık davasına kalkışıyor, müminler üzerinde istibdat kuruyor, kendisini “mutlak doğru” ilan ediyor.

Göreceliği (ve buna bağlı olarak güncellemeciliği) “din”de mutlaka görmek istiyor.

Kendisi ise bundan vazgeçiyor.. “Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilkeler icat ediyor, falan ya da filan ölünün ilke ve inkılaplarına gökten inmiş vahiy muamelesi yapıyor.

İnsanları, Allahu Teala’yı bırakıp bir kula (diktatöre) ya da kullar topluluğuna (millete, halka) kayıtsız ve şartsız, mutlak biçimde tapmaya çağırıyor.

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca’nın Hak Dini Kur’an Dili’nde Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini tefsir ederken dile getirdiği kulları “rableştirme” şirki, demokrasinin ayrılmaz bir parçası, zorunlu sonucu, laızm-ı gayri mufarıkı durumunda.

*

Sağduyu” adlı kitabıyla (Adı “dünyayı değiştiren kitaplar” arasında anılır) ABD’nin bağımsızlık hareketine yaptığı katkı sonucu ün kazanmış olan Thomas Paine, demokratik göreceliğin mütemmim cüzü olan hoşgörü kavramına karşı çıkar.

Ona göre hoşgörü, hoşgörüsüzlüğün zıddı değil, onun sahtesidir. Kendisini hoşgörü olarak gösteren hoşgörüsüzlük ve istibdattır, zorbalık ve diktatörlüktür:

“Müsamaha, müsamahasızlığın zıddı değil, onun sahtesidir. Her ikisi de müstebitliktir. Biri kendinde vicdan hürriyetini vermemek hakkını, öbürü de onu bahşetmek hakkını var sanır.”

(Thomas Paine, İnsan Hakları, çev. Mehmet Osman Dostel, 2. b., İstanbul 1988, s. 83.)

Paine’ye göre, hoşgörü (ve dolayısıyla demokrasi), aslında Tanrı’nın yetki alanına küstahça ve kâfirce bir müdahaledir:

“... müsamaha dediğimiz hoşgörürlük, insan ile insanın değil, kilise ile kilisenin de değil, herhangi iki din arasına da değil, Allah ile insan arasına, yani kul ile Tapılacak [Allahu Teala] arasına girer; ve insanın ibadetini yapmasına göz yumarken takındığı aynı fuzuli, o hiç yeri olmayan gereksiz yetkilerle, küstahçasına ve kâfircesineUlu Tanrı’nın bu ibadeti kabul etmesine müsamaha etmeye kalkışır.” (A.g.e., s. 84.)

Paine, akıllı ve gerçekten bilge bir adamdı.

George Washington, kendisini ABD’nin bağımsızlığı mücadelesine ikna edenin Paine’nin Sağduyu kitabı olduğunu söylemişti.

Görüldüğü gibi, Türkiye’de Elmalılı, ABD'de Paine olmak fark etmiyor, aklını kullananlar aynı kanaate sahip oluyor.

Çünkü aklın yolu birdir ve Bir’e götürür.

*

Evet, Allahu Teala’ya iman etmeyenlerin bilgi felsefesi noktasından agnostik ve septik, siyaset felsefesi açısından da en iyi ihtimalle görececi/göreci olması kaçınılmazdır.

Ancak bu görecelik sahte bir göreceliktir, hoşgörüsü de, Paine’nin ifade ettiği gibi, sahte bir hoşgörüdür.

Görecelik maskesinin altında dogmatik bir “mutlak doğruluk” iddiası ve ona eşlik eden bir istibdat, hoşgörüsünün altında da (“anlarsın ya” babından örtük bir şekilde hal diliyle ifade ettiği tanrılık iddiasının onaylanmasını şart koşan) bir hoşgörüsüzlük vardır.

Cemal Bali Akal’ın tabiriyle kendisini “Sivil Toplumun Tanrısı” olarak gören çağdaş laik demokratik devletler, kendilerine tanrılık/rablik imtiyazı tanınmadığında, ve gerçek Tanrı’ya, Allahu Teala’ya itaat düşüncesi fikir hürriyeti bağlamında dile getirildiğinde, maskelerini hemen indirir, sopalarını ellerine alırlar.

*

Bilgi felsefesi açısından septik ya da agnostik, siyaset felsefesi açısından da sahte görececi ve sahte hoşgörülü demokrat olma durumundaki laik-seküler zihniyet, hukuk ve ahlâk felsefeleri açısından da tutarlı ve mantıklı bir temelden yoksunluğun derin fukaralığıyla meşbudur.

Çünkü, laik demokratik zihniyet üzerine kurulu hukuk ve ahlâk felsefelerinden söz etmek, deniz dalgalarının üzerine taş ve tuğlayla inşa edilmiş muhteşem sarayların varlığından bahsetmekten farksızdır.

Allahu Teala’ya ve onun vahyi sayesinde bilinen “mutlak doğru”lara inanılmaması durumunda görece olmayan (kaypak ve ilkesiz olmaktan uzak, "güc"ün karşısında şekilden şekile, renkten renge girmeyen bir katılık ve donukluğa sahip) bir hukuk ve ahlâktan söz etmek mümkün olmaz.

Göreciliğin olduğu yerde adaletten söz edilemez.

Bu görecelik düşüncesi, çağımızın seçkin siyasetçi, düşünür, sanatçı, yazar ve çizerlerinin mutlu olup daha nitelikli eserler vermeleri için, (değersiz birer hayvandan farksız görülen) kız çocuklarının Epstein Adası’nda onlara hizmet yolunda feda edilmesini akla ve mantığa uygun bulmaya elverişlidir.

Bütün mesele, kamuoyunun buna razı edilmesi, halk çoğunluğunun bunu makul bulup onaylamasından ibarettir.

Nitekim Türkiye’de de Manukyan’ın vergilendirilmiş kazancı kutsaldı.. Hem hukuka uygundu, hem de ahlâkîlikte zirveye tırmanarak kutsal hale gelmişti.

Vahye dayalı hukuk ve ahlâk ise, ne görecelik tanır, ne de seçkinlik.. Vahiy açısından her helal olan bile kutsal değildir.

*

İmdi, vahye teslimiyeti kabul etmediği için elinde görecelik ve hoşgörü edebiyatı dışında sarılacağı malzeme kalmayan laik demokratların eşcinsel evlilikler, zina, LGBT vs. gibi hususlarda ahlâkı hiç hatırlamazken İslam’daki âkil baliğ olmuş yaşı küçüklerin evliliği meselesi etrafında gürültü koparmalarını nasıl yorumlamak gerekir?

Normalde bunların olaya doğa bilimleri (biyoloji, anatomi vs.) ekseninde bakmaları gerekir.. Bu durumda, âkil baliğ olmuş bir kişinin cinsel arzu duyuyorsa istediği kişiyle evlenmesini (veya ilişkiye girmesini), ateist veya agnostik bir görececi demokrat olarak en azından hoşgörü ile karşılamaları gerekir.

Aksini de “özgürlüğü kısıtlayan tabulara teslimiyet” olarak yorumlamaları beklenir.

Ama hayır, bu noktada (İslam'ın nikâh izni söz konusu olduğunda) ahlâk edebiyatı yapmaya başlıyorlar.

Birer ahlâk abidesi kesiliyorlar.. Ahlâktan anladıkları da Karadenizli Dursun’ın “Temel anasını görmesin!” şeklindeki son arzusu türünden bir devasız İslam karşıtlığı.

*

Halbuki, Şeriat’in birtakım mükellefiyetler yükleyerek topluma ilan şartıyla verdiği (ve toplumun denetimine açık hale getirdiği) nikâh izni ile yapılan şeyler, laik demokratik düzende, hiçbir yükümlülük altına girilmeden, hiçbir bedel ödenmeden kitabına uydurulmak suretiyle gizli kapaklı biçimde rahatça yapılabiliyor.

Eksik gedik bir bedel ödenmesi ise “Allah’ın şaşırtması”na bağlı.

Takvimler 31 Mayıs 2024'ü gösterirken, Milliyet gazetesinde şöyle bir haber yer almıştı:

ATV ekranlarında yayınlanan Müge Anlı ile Tatlı Sert programına çıkan Selahattin Yalnız adlı şahıs, evden kaçan üvey kızlarına ulaşmak için yardım istedi. 14 gün sonra bulunan genç kızlar ise üvey babaları tarafından yıllardır istismar edildiklerini söyledi. Görüntüleri izleyen Müge Anlı, canlı yayında üvey babaya ateş püskürdü.

Canlı yayında görüntülü olarak Selahattin Yalnız'a bağlanan Müge Anlı " Sen utanmadan nasıl benim stüdyoma geldin? Allah seni şaşırttı mı, yanılttı mı ne oldu? Senin bu kızlara neler yaptığının videoları elimde, ahlaksız! Sen bundan sonra bana değil savcı ve hakime söyleyeceksin. Sen bu kızları istismar edip nasıl gelip bir de ararsın? Ben gözüme mi inanacağım sana mı? Bütün videoların elimde" dedi.

Hakkındaki iddiaları yalanlayan Yalnız, asıl mağdurun kendisi olduğunu söyledi. Üvey baba, "Ben böyle bir şey yapmadım. O videolar bize de geldi. Biz konuştuk, anlaşmaya çalışıyoruz. Ne anlatayım? Beni uyutup yaptıklarını mı? Beni uyutarak istediklerini yaptılar" ifadelerini kullandı.

(https://www.milliyet.com.tr/gundem/son-dakika-canli-yayinda-uvey-baba-skandali-kayip-dedigi-kizlari-istismar-ettigi-ortaya-cikti-7135178)

Evet, haberde yer alan ifadelerin bir kısmı böyle.

Zavallı kızlar dertlerini anlatacakları bir makam, bir yetkili bile bulamamışlar, adamın Müge Anlı’nın programına çıkacağı tutmuş, yoksa laik demokrasinin özgürlük ortamında evlat edineceği başka kız çocukları da bulabilir, laik ve demokrat insanseverliğine yine devam edebilirdi.

İmdi, bu Selahattin adlı adamın adı Mustafa Cemal, soyadı da Hatatürk olsaydı, ve bu adam bütün devlet kurumlarının, bütün devlet erkânının, karşısında iki büklüm olduğu bir konumda bulunsaydı, ağzından çıkan laf kanun sayılsaydı, o kızlar evden kaçabilirler miydi, kaçtılar diyelim, sığınacak yer bulabilirler miydi?!

Ve de adam ölürken bu kızlara mirasından pay ayırsaydı, bunlar Mustafa Cemal’in kızları olmaları hasebiyle toplumda ayrıcalıklı muamele görselerdi, durum ne olurdu?

O kızlar hakkında hangi gerçek ne kadar bilinebilirdi?

*

Batılılar’ın demokratik “hoşgörü”sünün, çağdaşlığın (güncelliğin, zamanın ruhunun, modernliğin) izin verdiği sınırlar içinde kaldığını görmekteyiz. 

Böylece modernlik (çağa uygunluk), dogmatik (mutlak doğruluğa sahip, şüphe konusu olmayan) bir karakter kazanıyor.

Çağa uygunluk (yani hiçbir konuda “tuhaf bir nostalji” bağımlısı olmamak, “asr-ı saadet simülasyonları”na takılıp kalmamak) Batı’nın kendisine ait olan şeylere taktığı madalya olduğuna göre, modernlik (çağdaşlık); pratikte Batılılaşmak, daha müşahhas biçimde ifade etmek gerekirse, Fransızlaşmak, İngilizleşmek, Amerikanlaşmak olarak anlaşılmalıdır.

Ancak, Batılılaşmayı çağdaşlaşma (çağa uygunluk) diye adlandırma uyanıklığı sergilediğinizde, onu bölgesel (salt Batı’ya ait) birşey olmaktan çıkarmış, “evrensel” hale getirmiş oluyorsunuz.

Böylece Batılılaşma, çağdaşlaşma gibi “nötr” bir kavramı maske yaparak, Batı etnosentrizmini ve egosantrizmini/benmerkezciliğini örtmekte, gözlerden saklamaktadır.

*

International Encyclopedia of The Social Sciences’a göre, sömürgecilik döneminde sömürge halklara, geleceklerinin imaj veya tasvirleri, Batılı sömürgeciler tarafından sunuluyordu.

Mesela Hindistan’dan söz edilirken İngilizleşiyor, Cezayir’den söz edilirken Fransızlaşıyor deniliyordu.

Daha sonra bu deyimler kullanılmaz oldu, “Avrupalılaşma”dan söz edilmeye başlandı.

İkinci Dünya Savaşı Avrupa devletlerinin zayıflamasına ve Amerikan nüfuzunun yayılışına yol açınca Batı dilleri yeni bir kelime ile zenginleşti: Amerikanlaşma.

Bu defa Avrupa’nın kendisi bile Amerikanlaşıyordu. Ama, dünyanın diğer ülkeleri söz konusu olunca kullanılan yeni tabir “Batılılaşma” idi.

Ancak bütün bu kavramlar tabiri caizse sömürgecilik kokuyordu. Böylece, sömürülenleri avutup uyutmak için “modernisation” (modernleşme, çağdaşlaşma) kelimesi kullanılmaya başlandı. (İzzet Er, Din Sosyolojisi, Ankara: Akçağ Yayınları, 1998, s. 209.)

Evet, sömürgeciler, iddialarına göre, sömürdükleri toplumları uygarlaştırıyor ve çağdaşlaştırıyorlar, yani çağdaş uygarlık düzeyine taşıyorlardı.

Çağdaşlaşma ise, siyasal düzeyde (esasları Batı tarafından belirlenmiş) laik demokrasiyi benimsemek demekti.

*

İslam’da hoşgörü değil, adalet vardır. 

Bir İslam devletinde zimmîlere tanınan haklar, onlara karşı sergilenmiş bir hoşgörü örneği değildir, olay adaletin yerine getirilmesi, onların haklarına saygı gösterilmesinden ibarettir.

Hoşgörüyle çelişen adalet fikri, Türkiye’de hoşgörü kavramı için referans olarak görülen Mevlana’da da vardır:

"Padişah dedi ki: Hayır, yerinde yapılırsa iyidir. Yerinde bir hayırda bulunursan bu, doğru bir harekettir.

"Ruh yerine şah sürmek, işi harab etmektir. Şah yerine atı sürmek de bilgisizliktir.

"Şeriat'ta ihsan da var, ceza da. Padişah, baş köşeye geçer; at, ahıra bağlanır.

"Adalet nedir? Birşeyi layık olduğu yere koymak. Zulüm nedir? Layık olmadığı yere koymak.

"Tanrı'nın yarattığı hiçbir şey abes değildir. Kızgınlık, hilim, öğüt, hile.. hepsi doğrudur.

"Bunların hiçbiri mutlak olarak hayır değildir. Aynı zamanda mutlak olarak şer de değildir.

"Her birinin yerinde faydası vardır, yerinde de zararı. Onun için bilgi vaciptir, faydalıdır.

"Yoksula yapılan öyle cezalar vardır ki sevap bakımından ekmekten de yeğdir, helvadan da.

"Çünkü helva, vakitsiz yenirse safra yapar. Halbuki helva verilecek yerde ona bir sille vurulsa kötülükten kurtulur.

"Vurmak hakikatte kötü huyadır. Kilim döğülmez, tozu döğülür.

"Meclis de var, zindan da. Her ikisi de lazım. Meclis ihlas sahibi olana, zindan ham kişiye.

"Yarayı deşmek lazım. Deşeceğin yerde üstüne merhem korsan pisliği kökleştirmiş olursun.

"Yaranın altındaki eti yer. Yarı bir faydası olsa elli tane ziyanı olur."

(Mevlana, Mesnevî, C. 4, çev. V. İzbudak, İstanbul 1990, s. 205.)

Mevlana, Kur’an’da belirtildiği üzere Hz. Musa’ya verilen “Firavun’a yumuşak konuş!” emri ile ilgili olarak da şu yorumu yapar:

“Yumuşak söyle ama sakın doğrudan gayri bir şey söyleme.. yumuşak sözlerle vesveseler satmaya kalkışma!

“Toprak yemeyi adet edinmiş adama bozuk düzen bir yumuşaklık göstererek toprak verme.. şeker daha iyidir de!”

(A.g.e., C. 4, s. 305.)

*

Evet, demokrasinin paradigması hoşgörü, Şeriat’in (İslam’ın) paradigması adalet, “hukuk devleti” olamamış ulus-devletlerin paradigması da egemenliktir.

İslam’ın paradigması “el-Adlü esasü’l-mülk” der, yani “Adalet, mülkün/egemenliğin temelidir.

Makyavel’in tavsiye ettiği gibi misyon olarak “hakimiyetin devamı”nı (devletin bekasını) seçen ve bu amaçla adaleti çiğneyenlerin, eylemleriyle kendi amaçlarını tahrip ettiklerini tarih göstermektedir.

Uluslararası ilişkilere, insan hak ve hürriyetlerine, devlet ve birey ilişkilerine (kuruluş dönemindeki Osmanlı gibi) Şeriatçı misyon ve vizyon çerçevesinde yaklaşanlar, devletin bekasına da hizmet etmiş olurlar.

Türkiye'de, 1920’li ve 30’lu yıllara ait laiklik (siyasal dinsizlik), çağdaşlık (çağ kaderciliği), devletçilik (devleti sivil toplumun tanrısı yapma), halkçılık ("Uydum kalabalığa" diyerek toplumu putlaştırma), milliyetçilik (kolektif kibir, enaniyet ve bencillik) ve uygarlık (kendi eserine uygarlık adı verip secde etme) gibi kavramlara takılıp kalanların bugün ve gelecek için söyleyebilecekleri hiçbir şey bulunmamaktadır.


EVLİLİK YAŞI, ŞERİAT, DENİZ BAYKAL, METİN AKPINAR, CEM GARİPOĞLU VS. VS..

Eski MİT’çi Yılmaz Tekin , haftalık   Aktüel   dergisinin 29 Aralık 2004 - 4 Ocak 2005 tarihli 36’ncı sayısında yayınlanan röportajında “top...