UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN
KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 59
Önceki
bölümlerde, TBMM’yi kurmak üzere Sivas’tan Ankara’ya gelen Selanikli Mustafa
Atatürk’e Ankara müftüsü Rıfat Hoca’nın (sonradan Diyanet İşleri Başkanı
olan Rıfat Börekçi) bin lira vermiş olduğunu görmüştük.
Açıklayan,
Selanikli’nin uşağı Cemal Granda.. Selanikli’nin, bu iyiliğinden dolayı
Rıfat Hoca’ya minnettar kalmış olduğunu, takdirle andığını söylüyor.
Bir memurun aylık maaşının iki buçuk lira olduğu o günlerde bin
lira fena para sayılmaz.. Lira değerli.. 1 lira, 6,625 gr. saf altına karşılık
geliyor.
Bir
müftü bile Selanikli’nin cebine bin lira harçlık koyabiliyorduysa, onu
Anadolu’ya gitmeye (sureta) ikna etmiş olan Sultan Vahideddin kaç lira vermiş
olabilirdi?
*
Görünüşte
(İngilizler’in talebi üzerine) Anadolu’ya basit ve önemsiz bir görevle
gönderilen Selanikli’ye altın saat hediye eden Vahideddin, “özel görevi”
için de herhalde cebine ayrıca “altın” koymuş olmalıdır.
Ancak,
böylesi “örtülü” görevlerin ve de işlerin genelde belgesi olmuyor.
(Bu
noktada akla, teşbihte hata olmaz derler, Selim Edes’in Engin Civan’a yönelttiği “Rüşvetin belgesi mi
olur pezevenk?!” şeklindeki “veciz soru” geliyor.)
*
Selanikli,
parayı seviyor..
Ve
de fırsat bulduğunda, uhdesine verilmiş paraların üstüne (kişisel istikbali
için) yatmak gibi bir huyu var.
Mesela,
Hindistan-Pakistan-Afganistan müslümanlarının (attığı yalan ve palavra
nutuklara aldanarak) hilafet kurumunu kurtarması ve yaşatması için gönderdikleri
paraların üzerine yatıp onunla İş Bankası’nı kurmuş durumda.
Evet, Hindistan Hilafet Komitesi'nin
gönderdiği 843 bin 294 liraya karşılık gelen yardım parasını
zimmetine geçirmeyi ihmal etmedi. (Bkz. Gültekin Kamil Birlik, “Mustafa
Kemal Atatürk’ün Mal Varlığı”, Belleten, C. 78, S. 282, Ağustos 2013, s. 758.)
Dikkat isterim, söz konusu olan, Hindistan Laiklik
Komitesi değil..
*
Mevzuya dönelim, Ankara müftüsünün bin lira
verdiği Selanikli’ye Osmanlı Devleti kaç lira vermiş olabilirdi?.
Dilipak’ın yazdığına göre 300 bin lira:
“Mustafa Kemal’in
İstanbul’dan gizlice ayrıldığı gerçek dışı bir olay.
“İngilizler olayı
biliyordu. …
"Padişah
biliyordu. 300 bin altın para verilerek Anadolu’daki kurtuluş
hareketini örgütlemek için gönderilmişti. Mustafa Kemal’in daha sonraki
mektupları bunu teyid etmektedir. Bu mektuplar Başbakanlık arşivince
yayınlanmıştır.”
(Abdurrahman Dilipak, Cumhuriyete Giden Yol,
7. b., İstanbul: Beyan Y., t. y., s. 165.)
Evet, Padişah olayı biliyordu..
İngilizler daha da iyi biliyordu.
Nasıl bilmesinler ki?!.. Samsun havalisine
bir görevli gönderilmesini isteyerek Selanikli için “fırsat” icat
edenler, bunun için “kriz” çıkaranlar da, Anadolu’ya geçiş vizesini
verenler de onlardı.
Kriz çıkardılar, Selanikli ile elele vererek
Osmanlı Devleti’nin devlet başkanını ve Osmanlı hükümetini keriz yerine koydular.
Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı,
İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı General İsmet İnönü’nün açıkladığı
gibi, epik “Selanikli Efsanesi” oratoryosunu yazıp besteleyen,
sahnelenmesi için gereken düzenlemeleri yapanlar İngilizler’di:
"İstiklâl
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur".
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
Oratoryoyu yazıp besteleyen İngilizler’di
fakat Selanikli’nin de hakkını yemeyelim, Oscar’lık bir oyuncuydu.. Hatta
günümüzün Oscar ödüllü oyuncuları onun çırağı ve çömezi bile olamazlar.. Mükemmel
oynadı, iyi iş çıkardı.
Tarihte bir benzeri yok.
*
Selanikli’ye verilen paranın bir kısmı,
Vahideddin’in kişisel servetinden verilmiş durumdaydı.. Padişah bunun için cins
atlarını satmış bulunuyordu. (Dilipak, s. 150-151.)
Selanikli’ye ayrıca Dahiliye Nezareti’nin
(İçişleri Bakanlığı’nın) örtülü ödeneğinden verilen bir para da var.
Sabahattin Selek’in Anadolu İhtilali
adlı kitabında yazdığına göre (s. 117), Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı)
Mehmet Ali Bey, bu parayı bizzat kendisi Selanikli’nin ayağına götürmüş durumda
(Ne müfettişmiş ama, böylesi görülmemiştir!):
“Dahiliye Nezareti örtülü
ödeneğinden ödenen bu parayı Mehmet Ali Bey, yanında Emniyet Şube Müdürlerinden
Râdî Bey olduğu halde, Mustafa Kemal Bey’i Samsun’a
götürecek vapura hareketinden biraz önce gelerek bizzat vermiş ve klişesi
yayınlanan makbuzu da orada Râdî Bey yazmıştır.” (Dilipak, s. 151.)
Evet, söz konusu makbuz, yayınlanmış.
Nerede, Türkiye’de mi?..
Hayır!. Fransa’da..
Türkiye’de yayınlanamazdı, çünkü
Selanikli’nin geçmişi karartmak, üstüne perde çekmek, olan biteni sadece
kendi kurguladığı şekilde aktarmak gibi bir politikası vardı.
Nitekim, Kâzım Karabekir Paşa kendi
bildiklerini ve yaşadıklarını kitaplaştırıp bastırdığında hepsini toplatıp
yaktırmıştı.
*
Selanikli, kendisini (cebine para koyup
olağanüstü yetkilerle donatarak genel vali gibi) Anadolu’ya gönderen Sultan
Vahideddin’in, Anadolu’da tutunmasını sağlayan Karabekir’in yanı sıra Mehmet
Ali Bey’e de, sonradan, teşekkürlerini eksiksiz bir biçimde sunmuş durumda.
Yapılan iyilikleri unutmamak gibi bir
meziyeti var..
Evet, Mehmet Ali Bey, cumhuriyetin ilanıyla
birlikte vatandan kovulan, Türkiye’ye girmesi yasak olan 150’liklerdendi.
Söz konusu makbuzun klişesi, Paris’te neşrolunan
La Republique Enchane adlı gazetede yayınlanabilmişti. (Dilipak,
s. 151.)
Meblağ 25 bin liraydı.. Memur maaşının aylık
iki buçuk lira olduğu zamanda 25 bin lira..
10 bin aya, yani 800 küsur seneye karşılık
gelen bir maaş yekünü.. Sanki Selanikli’nin 800 sene yaşayacağı tahmininde
bulunmuşlardı.
Bu, sadece bir bakanlığın örtülü ödeneğinden
verilen para..
Resmen yok hükmünde.. Örtülü ödenekten
veriliyor.. Bir müfettiş için sıradışı bir uygulama.
Ama, zamanın İçişleri Bakanı, “Nasılsa resmen
böyle bir belge yok, varsın cebimde dursun” demiş.
*
Evet, Selanikli’nin işi gücü yalan, dolan,
aldatma ve sahtekârlıktı.. İngilizler’le anlaşıp Osmanlı Devleti’ne ihanet
ettiği halde Vahideddin’i ihanetle suçluyordu.
Henüz ipleri eline alamadığı zayıf zamanında milleti yalanlarla avuttu..
Mesela 25 Eylül 1920’de TBMM’de şunları söylemiş durumda:
“Yani biz kabul ediyor ve herkese
de ispat ediyoruz ki [sabitliğini gösteriyoruz ki] makam-ı hilafet ve
saltanatı bizde hiçbir vakit başımızın üzerinden atamayız ve Meclis-i
âlinizin ilk veya ikinci celsesinde zaten ve resmen suret-i kat’iyede bu
mevzubahs ve müzakere edilecek. Atiyen ise beyannamede de zaten makam-ı hilafet
ve saltanata karşı vaziyetimiz resmen ifade edilmiş bulunur.” (Dilipak, s.
187.)
Selanikli’nin aynı gün aynı kürsüde söylediği
şu sözler ise onun “kuvvet”ten başka birşeye saygı duymadığını ve
inanmadığını, hukuk ve ahlâk diye birşey tanımadığını ortaya koyuyor:
“Efendiler, her şeyde
olduğu gibi belki ahlakiyat nokta-i nazarından da kuvvet nazar-ı dikkate
alınmalıdır. Arkadaşlıkta ve kardeşlikte dahi kuvvet muvazenesini
(dengesini) nazar-ı dikkate almak lazımdır.
“Zaif (zayıf) olan kavi
(kuvvetli) olanın mutlaka mahkumudur (hükmü altındadır). İnsanlık, adalet,
bütün prensipler (ilkeler), kaideler (kurallar) ikinci derecede
kalır. Her şeyden evvel [gelen] kuvvettir.” (Dilipak, s. 191.)
*
Evet, adamın zihniyeti bu..
Kardeşlik, arkadaşlık, insanlık, adalet
(hukuk), ahlâk, bütün prensipler/ilkeler hava
cıva..
Önemli olan kuvvet.
İşte bu adamın bütün derdi kuvvet sahibi
olmaktan ibaretti.. Bunun için de o dönemin en büyük kuvveti olan İngilizler’e “örtülü”
biat etti, kendi devletine karşı hainlik yaptı.
İnsanların iyi niyetini suistimal etti, kendi
cumhurbaşkanlığı için kullandı..
Cumhuriyet, cumhurbaşkanı olması için
ona lazımdı..
Böylece millete, “Osmanlı hanedanını kendi
padişahlığım için memleketten kovdum” deme zahmetinden kurtuluyor, “Kendim
için birşey istemişsem namerdim, hepsi millet egemenliği içindi” diye
palavra savurma imkânına kavuşuyordu.
İnsaniyete, kardeşliğe ve arkadaşlığa,
adalete ve ahlâka
inanmayan bir adamın, evet, insaniyete inanmayan bir adamın, insanlardan müteşekkil
milletin iradesine saygısı olabilir miydi?!
*
Millet iradesi ve cumhuriyet söylemi, Osmanlı
hanedanının sırtına tekme vurabilmesi için gerekliydi..
Bu söylem, “prensip” ve “kaide” olarak herhangi bir ahlakî ya da hukukî değere söz hakkı tanımıyordu.. Öncelik "kuvvet"indi, elde kuvvet yoksa bir dolandırıcılık sermayesi olarak mukaddesat, hukuk ve ahlak edebiyatı devreye konulmalı ve din istismarı ile yol alınmalıydı.
Selanikli'nin yaptığı tam da buydu.
Evet, Selanikli, İsmet İnönü’nün
açıkladığı gibi, İngilizler’le bir olup hem Osmanlı Devleti’nin devlet başkanını,
hem Osmanlı hükümetini, hem de bütün bir milleti yalan söyleyip takiyye yaparak
aldattı.
Samsun’a çıktıktan bir gün sonra sadrazamlığa
(başbakanlığa) gönderdiği telgrafta şunu diyordu:
“Sadaret (Başbakanlık) Yüksek
Makamı’na,
“… Gaye ve düşüncelerini
sadece millet ve devletin kurtuluş selametine hasreden Padişah Hazretlerinin
kutsal kişiliğine olan tam bağlılık ve yeniden baş(ba)kanlığını üzerinize
aldığınız hükümetin en kesin teşebbüs ve hareketlerde bulunarak milletin
hukukunu koruyacağına olan tam bir güven ve gönül rahatlığı ile, sükunetin
muhafaza edilmekte olduğunu arz ederim.” (Dilipak, s. 259-260.)
Selanikli’nin yaklaşık bir buçuk ay sonra, 8
Temmuz 1919 tarihinde, (Erzurum’a ulaştıktan beş gün sonra) Saray’a
gönderdiği telgrafta ise şu ifadeler yer alıyor:
“Saray Başkatipliği
Vasıtasıyla Padişah’ın Yüksek Makamına,
“Şimdiye kadar gerek kutsal
zatlarına ve gerekse Harbiye Nezareti’ne (Milli Savunma Bakanlığı’na) sunduğum
arzlarımda, vatan ve millet ile yüce hilafet makamının uğradığı ve halen
içinde bulunduğu acı durumlar ve buna karşı duyulan üzüntüleri ve milletin
aldığı vaziyeti, bütün safhaları ile gerçek olarak anlattım. Bunu yapmakla, mukaddesatımın
(kutsal değerlerimin) aciz nefsime yüklediği en yüksek ve en vicdanî vazifelerden
birini yerine getirmiş oldum.
“Naçiz (değersiz ve
önemsiz) düşünce ve teşebbüslerimin (girişimlerimin) İngilizlerce vatan
müdafaası şeklinde değil de başka bir surette kabul edilmesinden dolayı yüce
hükümetlerinin zor durumda ve baskı altında kaldığı irade ve ifade
buyuruluyor. Yüce hükümetlerinin ve saltanat merkezinin zaten ne gibi baskı ve
ağır şartlar altında bulunduğu gerek bendenizce (kölenizce) ve gerek
soylu milletimizce tamamen ve açıkça bilinmekte olduğundan, bu baskının daha
ziyade artıp genişlemesine ve bilhassa pek büyük sadakat bağlarıyla bağlı
bulunduğum şefkatli kalplerinizin ve düşüncelerinizin hiçbir şekilde
zayıflamasına razı olamayacağım. Bundan dolayı, sadece şu anda bulunduğum
görevime (müfettişliğe) değil, bütün övünç sebeplerini vatan ve millet ile
kutsal makamlarının feyzinden ve kurtuluşundan alan pekçok sevdiğim kutsal
askerlik hayatına da veda etmek suretiyle fedakârlıkta bulunduğumu arz
ederim. Yüksek saltanat ve hilafet makamiyle soylu milletlerinin hayatımın
son noktasına kadar daima koruyucusu ve sadık bir ferdi gibi kalacağımı tam
bir bağlılıkla arz ederim. Askerlik mesleğinden istifa ettiğimi Harbiye
Nezareti’ne bildirdim. Yüce zatlarının sıhhat ve afiyette bulunmasına dua eder
ve her türlü afetlerden korunmasını Cenab-ı Hak(tan niyaz ettiğimi yüksek
bilgilerinize sunarım. Buyruk.
“Kulları Mustafa
Kemal.”
(Dilipak, s. 265-266.)
*
Kulları Mustafa Kemal, bu telgrafıyla, deccallik (çok
yalancılık) sanatında gerçek bir virtüöz olduğunu ispat etmiş durumda.
Askerlikten istifa ediyor, çünkü, Osmanlı
Padişahı ve hükümeti (sözde İngilizler’in baskısından kurtulsun diye) böyle bir
“fedakârlık”ta bulunduğunda Kâzım Karabekir’in, kendisine verdiği
desteği çekmeyeceğini biliyor.
Ondan güvence almış durumda.
Karabekir’in, verdiği sözden dönmeyi onuruna
yakıştıramayacak, tükürdüğünü yalamayı içine sindiremeyecek yüksek bir karaktere
sahip bulunduğunun farkında.
İnönü’nün
açıklamış bulunduğu şekilde İngilizler’in “örtülü” desteğini almış olan
Selanikli ile efendileri, oyunu sağlam kurmuşlardı.
Kimi nasıl kullanacaklarını, nasıl “tufa”ya
getireceklerini çok iyi biliyorlardı.
*
Selanikli’nin (önceki bölümlerde ayrıntılı
biçimde aktardığımız üzere, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un
planladığı şekilde Anadolu’da yeni bir devlet kurabilmesi için) Osmanlı
Devleti memuru olmayı bırakıp yeni bir millet meclisi kurarak millete
dayanma iddiasında bulunabilmesi, gücünü Osmanlı Devleti’nden değil de bu
yeni meclisten aldığını söyleyebilmesi gerekiyordu.
Bunun için de İngilizler, ortada kendilerini
rahatsız edecek hiçbir şey yokken, Selanikli o sırada Sarı Çizmeli Mehmet Ağa
modunda dolaşma dışında birşey yapmıyorken, iç turizmi canlandırmakla
meşgulken, “Selanikli’yi tekrar İstanbul’a çağırın!” diyerek Osmanlı Devleti’ne
baskı yapmaya başladılar.
Israrla, inatla ve şiddetle..
*
Selanikli böyle bir İngiliz baskısı mevzubahis
olmadan askerlikten istifa etse, kendi eliyle kendi kanatlarını kesmiş, yetki ve
itibar bakımından cascavlak ve dımdızlak kalmış olacaktı.
Yapamazdı.
İşte o noktada, İsmet İnönü’nün sözünü
ettiği İngiliz desteği devreye girdi..
Selanikli deccal, “İngiliz’in korkup
çekindiği kahraman”a dönüştürüldü.
Osmanlı Padişahı ve hükümetinin payına düşen rol ise “kötü adamlık” ve “ihanet”ti..
İngiliz işbirlikçiliğiydi..
İngiliz, oyunu yaman kurmuştu.
*
Selanikli bir taraftan gönderdiği riyakâr telgraflarla Padişah’a kulluğunu arz eder, din istismarı alanında
destan yazarken, diğer taraftan Erzurum’da (has adamları, yağdanlıkları) Mazhar
Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e Osmanlı Devleti’ni yıkıp
cumhurbaşkanı olacağını, millete Latin harflerini ve şapkayı dayatacağını,
tesettürü (örtünmeyi) yasaklayacağını söylüyordu.
Gizli gündemi ve gerçek misyonu buydu..
İngilizler’den İstanbul’da (İngiliz Gizli
Servisi’nin İstanbul şefi Robert Frew ile yaptığı gizli saklı, örtülü
görüşmelerde) bu yönde talimat almıştı.
Başarılı olacağından emindi, çünkü (İsmet
İnönü’nün açıkladığı gibi) İngilizler’in desteği arkasındaydı..
Ve İngilizler, Birinci Dünya Savaşı’nın
galipleri olarak memlekete çöreklenmiş, Osmanlı Devleti’nin elini kolunu
bağlamış durumdalardı. (Ki Osmanlı’nın yenilgi binasının son tuğlasını
Selanikli Filistin’de büyük bir maharetle yerine koymuştu.)
Evet, Selanikli öncelikle İngilizler’e
güveniyordu.. İkinci dayanağı ise, Türkiye müslümanlarının (Türküyle Kürdüyle,
Lazıyla Çerkeziyle) derin ve köklü saflığıydı.
Devasa takiyyesi, muhteşem ikiyüzlülüğü,
süper yalancılığı, olağanüstü riyakârlığı ve sınır tanımaz istismarcılığıyla
milletin saflığından son zerresine, son damlasına kadar yararlandı.
*
Selanikli yeni meclisi (TBMM’yi), İngilizler’in
planladığı şekilde yeni bir devlet kurmak için toplamaya çalışıyor, fakat bunu “vatan
müdafaası”na yönelik bir adım gibi gösteriyordu.
O yüzden, sanki yeni meclis Osmanlı padişahının
emrinde olacakmış, hilafet ve saltanat makamının korunmasına
çalışacakmış gibi bir görüntü veriyordu.
Öyle ki, Selanikli, Mazhar Müfit ile Süreyya’ya
Osmanlı Devleti’nin ve padişahlığın canına okuyacağını söyledikten beş
ay sonra, 14 Ocak 1920’de Padişah Vahideddin’e şu ikiyüzlü telgrafı çekme utanmazlığını sergilemişti:
“Padişah Hazretleri’ne,
“Millî Meclis’e gelmenizi
engelleyen rahatsızlık, bütün halkı olduğu gibi Heyet-i Temsiliyemizi de son
derece üzdü. Gerçek koruyucu olan Allah, mübarek vücudunuzu her çeşit
belalardan korusun.” (Dilipak, s. 267.)
Doğal olarak Vahideddin, “mübarek vücudu”
için en büyük belanın Selanikli olduğunun o sırada farkında değildi.
Selanikli’nin Osmanlı hükümetinde bakanlık da
yapmış olan Ali Kemal’i gelecekte “bindirilmiş kıtalar”a linç
ettireceğini, kendisi için de böylesi bir plan yapacağını, bu yüzden can
korkusuyla memleketini terk etmek zorunda kalacağını o sırada tahmin edemezdi.
Nasıl aldanmasındı ki, Selanikli’nin
kendisine çektiği yağın bini bir paraydı..
Telgraflarındaki laflarına bakılırsa sadakati
ve bağlılığı sonsuzdu.
Sonsuz.
Türk tarihi bu kadar büyük bir deccal (çok yalancı), bu kadar dalkavuk bir sahtekâr görmedi.
*
Telgraflarında yalakalığın dibini bulan
dalkavuk Selanikli’nin Padişah Vahideddin’le yaptığı başbaşa görüşmelerinde
ne "yağlar" çekmiş, ne yeminler etmiş, ne sözler vermiş, nasıl sadakat edebiyatı yapmış olabileceğini tahmin etmek zor değil.