Önceki yazılarda Huzeyfetü’l-Yemanî radiyallahu anh’in rivayet
ettiği bir hadîsi aktarmıştık..
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, gelecekte Müslümanların
cemaatinin (devletinin) ve imamının (halifenin, devlet başkanının) bulunmadığı
bir zamana erişecek olursa ne yapması gerektiğini soran Huzeyfe r. a., şu
cevabı almış bulunuyordu: “O fırkaların hepsinden ayrıl, velev ki
bu uzlette ölünceye kadar bir ağaç kökünü dişlemen gerekse
bile.”
Beyzavî
(ö.685/1286)’ye göre; Hadisin manası şudur: Yeryüzünde halife yoksa uzlete çekil ve zamanın sıkıntılarını üstlenmek için
sabırlı ol. ‘‘ Ağaç kökünü ısırma’’ tabiri, meşakkat çekmenin kinayeli
anlatımıdır.
(İbn
Hacer, Fethu’l-Barî,
XIII, 35-37’den aktaran Sinan Tunç, Cemaat ve Tefrika ile İlgili Hadislerin Değerlendirilmesi,
yüksek lisans tezi, İstanbul: F.S.M.V.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2015, s. 70)
Evet, cemaat (Ehl-i Sünnet
ve Cemaat tabirinde geçen cemaat), başında halifenin bulunduğu İslam
(ümmet) devletidir.
İslam birliğini ve ümmeti temsil etmeyen, Allahu Teala’nın Kitab’ına
ve Rasulü s.a.s.’in Sünnet’ine bağlılığı “değiştirilemez,
değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilke olarak benimsemeyen (adına devlet denilsin veya denilmesin)
organizasyonlar, örgütler, gruplar ve topluluklar, İslam açısından cemaat değildirler.
Bunlar, Müslümanlar arasında (genelde) tefrikaya
neden olan birer fırkadır.
Bu fırkalar ve mensupları, İslam birliği (Müslümanlar’ın, başında
halifenin bulunduğu tek devlet olarak birleşmeleri) idealine uzaklıkları
nisbetinde Ehl-i Sünnet ve Cemaat
yolundan uzaklaşmış olurlar.
*
Tabiî bu “fırkalardan ayrılma” durumu, “Müslümanların cemaatinin
(ümmeti temsil eden İslam devletinin) ve imamının (halifenin)” bulunmaması şartına bağlı..
Fırkalardan (galat-ı meşhur olarak cemaat diye adlandırılan
gruplardan) ayrılanın aksine, Müslümanlar’ın cemaatinden (devletinden) ayrılıp
da ölen, cahiliye ölümü ile ölmüş gibidir:
"Her kim,
imama itâatten bir el kadar ayrılırsa, Kıyamet gününde Allah Teâla’ya ameli
hususunda, lehinde hiçbir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Her kim de boynunda bîat
olmadığı halde ölürse, cahiliye ölümü ile ölmüş gibi olur." [Müslim, Sahih, İmâre, 56, H. no:1851]
Sahih-i Müslim şarihi İmam Nevevî, bunun, "Mü’minlerin
halifesi varken ve meşrû bir mâzereti söz konusu değilken bîat etmeyenler"
için söz konusu olduğunu belirtmektedir.
Müminlerin halifesinin olması
devletlerinin (cemaatlerinin) olması anlamına gelmektedir. Devletsiz halife
olmaz.
Bu yüzdendir ki, aynı cahiliye ölümü
durumu, imama itaatten el çekenin yanı sıra “cemaatten ayrılan” (Ki bu, sonuç
itibariyle imama itaatten el çekmek anlamına gelmektedir) için de varittir:
“Cemaatten ayrılarak ölen kimse, câhiliye ölümü ile
ölmüş gibi olur.” (Müslim, İmâre 53, 54)
Demek oluyor ki, ümmet, bir
halife seçip “siyasal bir birlik” haline gelemediği zaman “cemaat” olma vasfını
yitirmektedir.
*
Cemaatten kastın “başında
halifenin bulunduğu, ümmeti temsil eden İslam devleti” olduğunu, İmam
Nevevî’nin “Kırk Hadis”i arasında yer alan bir başka hadîs de ortaya
koyuyor:
Ondördüncü
hadis: “Müslüman bir kimsenin kanı şu üç şeyden biri dışında helal olmaz:
Evliyken zina eden, haksız yere birini öldüren ve dinini terk edip cemaatten
ayrılan.” (Buharî-Müslim)
Yine
“cemaatten ayrılan” ifadesi “dinini terk eden” ifadesinin tefsiridir. Cemaatten
kasıt Müslümanlardır.
(İbn-i
Dakik el-İyd, Kırk Hadis Şerhi, çev. İdris Şimşek, İstanbul: Dua Yayıncılık,
2016, s. 55.)
Cemaatten kasıt Müslümanlardır,
fakat “devletsiz” Müslümanlar değildir.
Müslümanlar arasındaki fırkalar
(kendilerini cemaat vs. olarak adlandıran gruplar) da değildir.
Böylesi fırkalardan ayrılanlar
“cemaat”ten ayrılmış olmazlar.
Hadîste dini terk etmekle
cemaatten ayrılmanın birlikte zikredilmesi, cemaatin (Türkiye gibi ülkelerde
cemaat diye adlandırılan fırkaları terk edenler de dahil olmak üzere) bütün Müslümanları
ifade ettiğini göstermektedir.
Ancak, bir kez daha söyleyelim
ki, “devletsiz” olmaları durumunda Müslümanlar cemaat olma vasfını
kaybetmektedirler.
Herkes bilir ki ferdî ibadetler
müslüman bireyler tarafından yapılıyor olsa da, aktardığımız hadiste geçen türden had cezalarının
uygulanması devletin (mahkemelerin, ilgili görevlilerin) varlığına bağlıdır.
Yani halife (ya da halifenin
görevlendirdiği memur) olmayan bir müslüman, “Falanca zina etmiş, filanca katil
olmuş, feşmekanca da cemaatten ayrılmış, hadi onları cezalandıralım” diyemez.
Diyebiliyor, insanları şer’î
mahkemelerde Şeriat’e göre yargılayabiliyor ve otoritesini topluma kabul
ettirebiliyorsa o zaten “devlet” haline gelmiş demektir.
Bugün Afganistan’da durum budur.
*
Falan veya filan kavim, ırk, ulus (millet), kabile, aile
(hanedan) vs. devletinin egemenliği (hegemonyası) altında olup onların
reis, lider veya başkanlarına tabi olan (onlar karşısında “bağımsızlık”ları bulunmayan) “dinsel grup”lar (tarikat grupları
vs.), hadiste sözü edilen cemaatle ilgisizdirler.
Onlar, birer fırkadır.
Türkiye gibi laik (siyasal dinsiz) bir devletin
otoritesi altındaki dinsel grupların kendilerini cemaat olarak adlandırmaları, ödlek
tavşanların kendileri için arslan adını kullanmaları türünden bir
palavradır.
Bunun (temenni kabilinden) içi boş bir
isimlendirmeden ibaret olduğunu bilmeleri durumunda afratafraları görmezden
gelinebilirse de, kendilerini hadiste belirtilen cemaat gibi görmeye ve
göstermeye başladıkları zaman, arslan ismini kullanmakla arslan olduğunu
zanneden tavşan ödlekliğini geri zekâlılık ya da sahtekârlık ile renklendirip bezemiş
olurlar.
*
Hadiste kast edilen cemaatin, “başında
halifenin bulunduğu (Şeriat’i uygulayan, Kur’an ve Sünnet’e bağlı) ümmet
(İslam) devleti” olduğu (ülkemizdeki tek parti laikliğinin bu ülkede yol açmış
olduğu travmatik korku iklimi varlığını hâlâ sürdürdüğü için) açık bir şekilde
söylenmiyor ne yazık ki.
Bu husus laik (siyasal dinsiz)
devlet düzeni açısından zülfiyâre dokunan bir yürek yarası olduğu için
allâmelerimiz mevzu bu bahislere gelince işi kem kümle geçiştiriyorlar.
Öyle ki, yazılan kitaplarda ve
verilen vaazlarda, “imama biat” hususu
sanki salt devlet olgusu ile ilgiliymiş, mesele “bir yerde bir devlet
bulunduğunda onun otoritesine tabi olmak”la sınırlıymış gibi sarf-ı kelam
edildiğini görüyoruz.
İmam kelimesinin başına bir “meşru” ekliyor ve meseleyi laga lugaya
getiriyorlar.
Okuyup dinleyen biri zanneder
ki mesela Türkiye gibi laik (siyasal
dinsiz) devletlerin başındaki liderlere “biat”ın hükmü de bu..
Akıllarınca laflarının arasına
bir “meşru” kelimesi eklemekle vebalden kurtulmuş oluyorlar. Halbuki, bugünün
insanının “meşru”dan anladığı (meşru kelimesi şeriat kelimesiyle aynı kökten türemiş olduğu halde) “Şeriat’e uygunluk” değil.
Laik hukuk ve hukukçular da
sürekli “meşru” ve “meşruiyet” kelimelerini kullanıyor.
Bundan anladıkları, mevcut laik
(siyasal dinsiz) anayasal düzene uygunluktan ibaret. Kavramı (tıpkı millet
kavramında olduğu gibi) gasb etmiş, içini boşaltmışlar.
Evet, birileri böyle “meşru
imam”lı kitaplar yazıyor, nutuklar atıyor, sözde İslam’a hizmet etmiş
oluyorlar, bu arada şöhret ve para da kazanıyorlar, fakat aslında laik düzenin istediği “İslam’ın
güncellenmesi” (yani laikliğe, daha açık ifadeyle “siyasal dinsizliğe”
uydurulması) ameliyesinin pasif (bazen de aktif) destekçileri olarak hizmet
görüyorlar.
*
Yukarıda aktardığımız Müslim
hadisi, Erkam Yayınları’nın neşrettiği Riyazü’-Salihîn Tercümesi’nde şöyle
açıklanmış:
Hadisimiz fitne ve kargaşaya sebep olmamak için devlet
başkanına bîat etmenin lüzumunu açıklamakta ve yapılan bîatı bozacak meşrû bir
sebep bulunmadıkça, devlet başkanına verilen bağlılık sözünde durmak
gerektiğini ortaya koymaktadır. Sebepsiz yere devlet başkanına itaatsizlik
etmenin, kıyamet günü Allah Teâlâ’nın huzurunda insanı haksız ve bir duruma
düşüreceğini belirtmektedir.
Câhiliye devrinde herkes kendi başına buyruktu.
Bağlandıkları bir devlet başkanı yoktu. O devir kargaşanın ve Allah’a
inanmamanın bir simgesi olduğu için, devlet başkanına bîat etmeden ölen şahıs,
Câhiliye döneminde ölen bir kimseye benzetilmiş ve böyle birinin başsız,
düzensiz bir toplumda yaşayıp öleceği, müslümanca bir hayat süremeyeceği
anlatılmak istenmiştir. Bu ifadeden, düzensiz bir toplumda ölen kimselerin
dinsiz ve imansız gideceği mânası çıkarılamaz.
Hadisten Çıkarmamız Gereken Dersler Nelerdir?
1.
Meşrû bir devlet başkanına itaat etmek gerekir.
2.
Müslümanların birliğinin sağlanması devlet başkanına
yapılacak bîata bağlıdır.
3.
Devlet başkanı Allah’a karşı gelmedikçe ve halkını
buna zorlamadıkça, ona itaat etmek şarttır.
*
Bu ifadeler de yanlış anlaşılmaya ve yorumlanmaya bir ölçüde müsait..
Daha açık ve net ifadeler
kullanılabilirdi, kullanılmalıydı.
Devlet başkanının Allah’a karşı
gelmesi nedir, şunu bir açıklamalıydılar.
Allah’a karşı gelmenin bazısı küfür ve şirk, bazısı ise fısk ve günahtır.. Bunların hükmü farklı.
Sonra bu mesele “anayasa” adı verilen metinlerin ortaya
çıktığı günümüzde farklı bir boyut kazanmış durumda.. İş “devlet başkanı”nın şahsıyla bitmiyor..
Değirmen sele gitmiş bunlar
şakşağının derdinde..
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen, bunun da ötesinde Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyi “devlet için tehlike” ilan eden, bu tür
hareketlerle mücadele için kanunlar çıkaran, asker, polis ve hafiyeleri
(ajanları, casusları) ile “Allah’ın indirdiği ile hükmetme” davasının kökünü
kazımaya çalışan devletler çağında “devlet başkanı Allah’a karşı gelmedikçe…”
diyerek “Uyusun da büyüsün ninni” dercesine hikâye anlatmanın faydası nedir?
Laik (siyasal dinsiz)
devletlerde lafta “Allah’a karşı gelmeyen” bir devlet başkanı, “Allah’a karşı
gelme rejiminin bekası” için “Şeriatçı/İslamcı” Müslümanların ensesinde boza
pişiren hafiyelerini yağla balla besliyorsa, onun için ne düşünmek gerekir?
*
İmdi, “fırka” olgusu çerçevesinde günümüz devletlerinden söz etmişken Taliban (Afganistan) meselesine de
değinmek gerekiyor.
Taliban’ın özelliği, özünde bir
ilim hareketi olması..
Bir cihad hareketi fakat temeli ilim..
Hareketin başında, Şeriat’in
hayata geçirilmesi idealini benimseyen âlimler bulunuyordu.
Milletin dinî duygularını
kullanarak (dini istismar ederek) kişisel (ya da grupsal) iktidarlarına giden
yolun taşlarını döşeyen menfaatperest cahil cühelanın yönettiği bir hareket
değildi.
O yüzden, Afganistan’da
yönetimi ele geçirdikten sonra da çizgilerinde bir değişme olmadı..
İktidarlarının dünya tarafından
“tanınması” için taviz verme gibi bir yola sapmadılar. Millete neyi vaat
etmişlerse (Ki bu Şeriat’in hakimiyetiydi) onu gerçekleştirmeye çalıştılar.
Türkiye gibi laik ülkelerin sözde ahlâkçı özde ahlâksız (Şeriat’e
karşı irfan ve ahlâk edebiyatı
yapan) omurgasızları onlara akıllarınca ahlâk dersi vermeye kalkışıyor, onları
“kaba saba, katı Şeriatçi” olarak görüyorlar.
Fakat asıl ahlâk onlarda..
Çünkü oldukları gibi görünmeye,
göründükleri gibi olmaya çalışıyorlar.
“Siyaset icabı”
diyerek yalan söylemiyorlar.
Abdullah ibni Übeyy usulü ilm-i siyasete prim vermiyorlar.
İnsanları aldatmak, gözlerini
boyamak için palavralar atmıyor, yüksek perdeden konuşmuyor, yapamayacakları
vaatlerde bulunmuyorlar.
Harun gibi konuşup Karun gibi hareket etmiyorlar.
Kapalı kapılar ardında başka,
milletin önünde başka konuşmuyorlar.
Her önlerine gelene mavi boncuk
dağıtmıyorlar.
Takım elbise, fötr, melon
şapka, kravat, frak, smokin vs. giydiği zaman kendisini uygar ve aydınlanmış
adam zanneden malum siyaset pazarlamacılarının aksine onlarda ilim ve bilgelik
bulunduğu görülüyor.
Türkiye’nin, yarım yamalak
eğitiminden geçerek dr., doç. ve prof. gibi unvanlar almış boş adamları da
onları anlayacak çapta değiller.
Bilge adamlar oldukları şuradan
da belli ki, birtakım boşboğaz ve cahil metin yazarlarının hazırladığı
saçmasapan basmakalıp ezber zırvaları nutuk diye okumaya tenezzül etmiyorlar.
Bir lafı öbürünü tutmayan,
bugün söylediğini ertesi gün yalayıp yutan omurgasız, ilkesiz, dönek ve
fırıldak adamlar değiller.
Böyle olduğu için, CIA aparatı
DAEŞ gibi sirk soytarılarının sergilediği türden basitliklerden de
kaçınıyorlar.
Mesela başlarındaki emir
kendisini “halife” ilan etme gibi bir “büyük lokma” yemeye kalkışmadı. Kapalı
kapılar ardında da kendisini “Dünya Müslümanlarının halifesi, umudu, dünya lideri”
vs. ilan etmiyor.
Hadlerini biliyorlar. Gerçek
anlamda şeref, haysiyet ve şahsiyet sahibiler, fakat kibirli değiller,
mütevaziler, alçakgönüllüler.
Amerika’yı, NATO’yu, yedi değil
yetmiş yedi düveli dize getirdik, tuş ettik vs. diyerek sabah akşam kutlamalar yapmıyorlar.
Görgüsüz gösterişçilikle işleri yok.
Türkiye’de Mustafa Kemal’in Ata Türk yapılmasına benzer şekilde
aralarından birini “Ata Afgan”
yapmıyor, ona müslümana yakışmayacak şekilde insan üstü nitelikler atfetmiyor,
milletçe kendilerini aralarından bir kulun (atalaştırılmış adamın) çocukları konumunda görmeye
kalkışmıyor, çocuklaşmıyorlar.
Zaferi Ali’den, Veli’den,
Mustafa’dan, Kemal’den değil, Allahu Teala’dan biliyorlar. (Eski devirlerin
firavunculuğunu, nemrutçuluğunu biliyoruz, fakat çağdaş dünyada
Atatürkçülüğün/Kemalizmin “Görmemişin oğlu olmuş …” hesabı sergilediği şahıs
putlaştırmacılığına hiçbir ülkede rastlanmıyor. Vatanı kurtarmış da, kurtardığı
yer avuç içi kadar bir yer, Ege bölgesi ve Marmara.. Sanki tek başına gidip
kurtarmış, sanki millet seferber olmamış, sanki her ailenin şehit ve gazileri
yok.. Üstelik adam asker, işini gücünü, evini barkını, çiftini çubuğunu bırakıp
cepheye gitmiş biri değil.. Adamın işi zaten askerlik, görevi zaten vatanı
savunmak, millet bunun için emrine giriyor, ona her türlü imkânı sağlıyor, bir
dediğini iki etmiyor.. Bunun için ödenek ve maaş alıyor, yan gelip yatsın,
vatanseverlik nutukları atsın diye değil.. Savaşmış da sanki gitmiş en ön safta
çarpışmış, Murat Hüdavendigâr gibi savaş meydanında hayatını kaybetmiş.. Tarihte mesela bir İskender bu şahsın “kurtardığı” toprak parçasının otuz kırk mislini eline
geçirmiş, fakat bununki kadar tantanası yapılmamış.. Bir Cengiz yine otuz kırk
misli toprağı istila etmiş.. Bir Timur yine yirmi otuz misli alanı başkalarının elinden çekip almış.. Bir Yavuz Sultan Selim bugünkü Suriye, Mısır, Arabistan, Ürdün,
Lübnan, İsrail ve Mısır beldelerinin yanı sıra İç Anadolu ile Doğu Anadolu’yu
hükmü altına almış, İran içlerine yürümüş, kışı Tebriz’de geçirmiş, fakat ne
sefere çıktığı günü milli bayram ilan etmiş, ne bunun reklamını yapmış, ne
övünmüş, ne “Ben falanca gün sefere çıktım” diye nutuk atmış.. Hatta Yavuz,
Mısır fethinden dönüşte millet kendisine karşılama merasimi yapmasın diye İstanbul’a
gece gizlice sessiz sedasız girmiş.. Ne heykelini diktirmiş, ne balolarda
milletin karısı kızı ile dans etmiş, ne kendisi için “ekber”li şiirler
yazdırmış, ne yalaka taifesine ulufe dağıtıp milletin parasını şuna buna
yedirmiş, ne çiftlik kurup keyfine bakmayı düşünmüş.. Hepi topu bir avuç
toprağı Yunan gibi zavallı bir topluluğun elinden kurtarıyor ve dünyanın gelmiş
geçmiş en büyük kahramanı muamelesi görecek şekilde putlaştırılıyorsun..
Böylesi bir garabete şaşırmamak, kendi basitlik, seviyesizlik, görgüsüzlük ve
görmemişliğimize hayret etmemek mümkün değil.. Bu millet bu hale mi
düşmeliydi?! Bir şahsı yüceltme adına bir milleti bu kadar aşağılama dünyanın
neresinde görülmüş?!)
Afganistan çerçevesinde
düşündüğümüzde onların yeni idaresini (devletini) hadiste geçen “fırka”lardan biri olarak değerlendirmek
uygun olmaz gibi görünüyor.
Nasıl ulema, halifenin
Kureyş’ten olması gerekirken “zarurete
binaen” Osmanlı hilafetinin cevazına kail olmuşsa, Taliban yönetiminin de Afganistan’da
yaşayanlar için (Şeriat’i uygulaması, kula kulluğa müsaade etmemesi, laiklik
adlı siyasal dinsizliğe prim
vermemesi nedeniyle) cemaat vasfını
kazanmış olduğunu söylemek mümkün olabilir.
Onlar, sadece NATO adlı Haçlı
ittifakına değil, aynı zamanda “Bu çağda Şeriat uygulanamaz, din devletinin modası geçmiştir, bin
400 yıl öncesinin hükümleriyle yönetilemeyiz, (Batılılar’ı örnek ve model kabul
ederek) İslam’ı güncellemeliyiz” diyen zamane müslümanlarına da “hadlerini
bildirmiş”, edep dersi vermiş durumdalar.
Lafla değil, hal ile,
yaşayarak, amel ile bu zamanın kâfirine de müslümanına da ders veriyorlar.
Onları, Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in hadisinde sözü edilen “cemaat”in bu zamandaki nüvesi kabul
edebiliriz.
O “cemaat”in müjdecisidirler.
Allahu Teala istikametten ayırmasın!
*
İmam Gazzalî’nin İhya’sında
“Dünyanın Kötülüğü” başlığı altında yer alan şu satırlar meselenin daha iyi
anlaşılmasını sağlayabilir:
Allah Rasûlü’nün cehennemlik olmadığını söylediği
fırkaya "Ehl-i Sünnet ve’l cemaat"
denir. Bu sözün mânası, Allah Rasûlü’nün sünnetine, yani yoluna uyan ve ümmet denilen büyük cemaatten
ayrılmayan topluluk demektir. Bu topluluğun özellikleri ifrat ve tefritten uzak
olmak, adâlete önem vermek, dünyayı terk etmemek, onu din için kullanmak, fitne
ve tefrikadan uzak olmak, birlik ve beraberliğe önem vermektir.
Buradaki birlik
ve beraberlik Türkiye gibi laik (siyasal
dinsiz) devletlerde sözü edilen “milli (ulusal, ulusçu, milliyetçi ve
vatandaşlık eksenli) birlik ve beraberlik” değildir, Müslümanların (ümmetin)
birlik ve beraberliğidir.
Günümüzde Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olan herkese (Yahudi, Rum, Ermeni vs. de olsa) Türk
deniliyor ve “milli birlik ve beraberlik”ten “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı
eksenli birlik ve beraberlik” anlaşılıyor.
Bunun İslamî
anlamda cemaatle (birlik ve beraberlikle)
ilgisiz olduğu açıktır.
“Kâfirle çatışmayı göze alan müslümana Türk
denir” diyerek “Müslümanlık” kavramının içini boşaltmaya çalışan (şiirsiz
şair) İsmet Özel gibi şarlatanların “derin” tandanslı çarpıtmalarına gelince..
Eğer böyleyse
Türkiye’de neredeyse hiç Türk bulunmuyor, Türkler sadece Afganistan’da yaşıyor demektir..
Ve o kâfirle
çatışmayı göze alan Müslümanlar, kendilerine Türk denilmesine bir çöp kadar
bile değer vermiyorlar. Böylesi laf ebeliklerini duysalar gülerler.
İmdi, “müslüman”
kavramına bağlılıktan dolayı İslamcı kavramından bile huylanan hassasiyet
asabiyeti, niye mücahid kavramını
unutturmaya, onun yerine saf ve yalın ırkçılık anlamına gelecek şekilde Türk
kelimesini oturtmaya çalışıyor?
Bu lüzumsuz
gayretkeşliğin, işgüzârlığın sebebi nedir?
*
Konuya devam edeceğiz
inşaallah.