"ANAYASA'DA İSLAM OLMASIN, İMAN OLMASIN, FAKAT İSLAM'IN ŞİRK VE KÜFÜR SAYDIĞI ŞEYLER OLSUN" ZİHNİYETİ

 









Dr. Nurullah Çakmaktaş'ın “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” başlıklı makalesinde şu ifadeler yer alıyor:

İhvan-ı Müslimin başta olmak üzere ana akım İslamcılar, İslamlaşma yolunda fevri davranıp bu mecrada yapılan hizmetlerin sekteye uğramaması ve İslami hareketin maslahatına zeval gelmemesi için özen gösterilmesi gerektiğini düşünmüşler ve yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Müslüman toplumların ve devlet idaresinin İslamlaşması için tedrici ve yer yer gizliliği esas alan bir yolun benimsenmesini salık vermişlerdir.

“Ana akım İslamcı” diye adlandırılan kesimin tavsiyesi teorik olarak doğru. 

Ve kulağa da hoş geliyor.

Ancak sıra pratiğe geldiğinde, uygulama safhasına geçildiğinde (tıpkı rakının, içildiğinde şişede durduğu gibi durmaması gibi) insanlar zıvanadan çıkabiliyorlar.

Gizlilik, gizlilik olarak kalmıyor; mesnetsiz, gereksiz, mazeretsiz ve aptalca takiyye haline gelebiliyor.

*

Takiyye ancak, anne ve babası şehit edilen Ammar bin Yasir r. a.’in ağır işkencelere uğratıldıktan sonra kuyuya sarkıtılıp boğulmaya çalışılması, nefessiz bırakılması gibi durumlarda caizdir (Ki ana ve babasını öldürenlerin onu da gözlerini kırpmadan öldürebilecekleri kesindi).

Evet, takiyye ancak öldürme ve bir uzva zarar verme tehdidi gibi durumlarda caizdir. Salt tehdit de mazeret değildir, tehditte bulunanların bunu fiilen gerçekleştirmeye kesin biçimde muktedir olmaları, onları engelleyecek birşeyin bulunmaması gerekir. 

Böyle bir durumda takiyye caiz olmakla birlikte azimetle amel edip takiyyeden kaçınarak ölen kişi şehit olur. 

Caiz olan takiyyenin durumu budur.

*

“Ana akım İslamcı” denilen kesimin gizlilik ve tedricîlik adına benimsedikleri takiyye ise bir yaşam biçimidir.

Caiz olan takiyye istisna durumunda iken, burada kural haline gelmiştir. Kurumsallaşmıştır.

Asıl kural (kaide) ise, lanetlenen bir istisnaya dönüştürülmüştür.

Türkiye’de bunun örnekleri bol.

Daha doğrusu Türkiye neredeyse baştan ayağa takiyye..

*

Takiyye, İslam’ın "kural" şeklinde benimsediği bir yöntem değildir.. 

Hangi peygamber nerde takiyye yapmıştır?!

Takiyye, Erzurum Kongresi’nde gündüz "saltanatın ve hilafetin kurtarılması, İslam’ın müdafaası için" kendisini feda etmeye hazır olduğunu söyleyen, “müftü efendi gibi” konuşup dua eden, gece ise hempalarına “zaferden sonra” tesettürün kaldırılacağını, millete şapkanın dayatılacağını, Latin harflerinin kabul edileceğini vs. müjdeleyen Selanikli Mustafa’nın yoludur.

Tedricîliğe gelince..

Tedricîlik birçok olayın doğasında vardır.. Çiçek, çekmekle büyümez, tedrîcen gelişir..

Bireyler, topluluklar ve toplumlar da böyledir, birden bire kemal seviyesine gelemezler. Gelişip olgunlaşma, yetkinleşme ve tekemmül zaman ister. 

Fakat bu takiyyeci “ana” akımların tedriciliği (Ki bunların büyük sorunları “ana”lıkta kalıp “baba” ve babayiğit olamamaları), doğallıktan uzak, işin doğasına aykırı bir tedricîlik..

Tedricîliğin ilk basamağına demir atıyor, bir sonraki basamağa geçme vakti geldiğinde tembel tembel etrafa bakınıyor, uyuşukluğun bütün haşmeti üstlerinde olarak esniyor, gözlerini ovuşturuyor ve “Şimdi bunun sırası değil, esas olan tedricîliktir” diyorlar.

Tedricîlikten anladıkları, doğmuş bebeğin doğduğu gibi kalmasına çalışmak, gelişip büyümeye başlaması durumunda ise “Eyvaaah, tedricîlik elden gidiyor, bu bebek büyüyor” diye bebeği öldürme planları yapmaktan ibaret.

İşte o yüzden Türkiye’de (takiyye yüzünden söyleyemedikleri esas hedef Şeriat’in ülkeye hakim olmasıyken) tedricîlik adına saçmasapan laflar söyleyip yazan “ana” akımcılar, “ana akım İslamcı” olmaktan tedrîcen, azar azar çıktılar, anti-İslamcı hale geldiler.

Tedrîcen İslamcılıktan/Şeriatçılıktan uzaklaşıldı, tedricî bir laikleşme yaşandı. 

Bunların yeni dünya görüşleri “yerlilik, Türkiyecilik anlamında millilik, muhafazakâr demokratlık, ılımlı laiklik” vs. haline geldi.

Merhum Arif Nilat Asya'nın dediği gibi:

"Bize bir nazar oldu, cumamız pazar oldu,

"Ne olduysa hep bize, azar azar oldu."

*

Çakmaktaş sözlerini şöyle sürdürüyor:

Günümüzde diyor el-Makdîsî, beşerî kanunlar ve anayasalar üzerinde şirkin tahakkümünün ne kadar yaygın hale geldiği aşikârdır. Dolayısıyla davetçilerin, İbrahim Milleti’ne tabi olan Nebi’yi (Hz. Peygamber s.a.s.’i) örnek alarak … bunların eksikliklerini insanlara hatırlatmaları, bu yasa ve kanunları açıkça inkâr … etmeleri ve insanları da bu tutuma davet etmeleri gerekmektedir. Nasıl Hz. İbrahim tereddütsüz bir şekilde putları kırmış, Hz. Muhammed de hakikati haykırmışsa günümüz Müslümanları da zayıf oldukları bir dönemde dahi olsalar istenileni söylemekten imtina etmemeleri gerekir. Hz. İbrahim’in kırdığı put, herhangi bir yerde ve zamanda değişik formlarıyla ortaya çıkan bir heykel veya bir kabir, bir tağut veya bir sistem olabilir. Bununla kastedilen ise, tağuta karşı izhar edilmesi gereken buğz ve düşmanlığın en yüce mertebesi olan cihat ve savaştır. Şayet bu şekilde bir yöntem benimsenmezse hakikatin ortaya çıkması, insanların dinlerini gerçek anlamda öğrenmeleri, doğruyu yanlıştan ve dostu düşmandan ayırt etmeleri mümkün olmayacaktır (El-Makdîsî, 1984, 23,47). El-Makdîsî’ye göre; toplumun ve devletin İslamlaşması yolunda tek doğru ve takip edilmeyi hak eden yöntem söz konusu Millet-i İbrahim yöntemidir (El-Makdîsî, 1984, 33).

Geçmişin şirki ile günümüzün şirki (ya da küfrü) arasında fark var.

Geçmişin şirkçileri/müşrikleri (Mekke müşriklerinde olduğu gibi) Allahu Teala’yı en üstün biliyor, fakat putlarının da şefaatçiler ve Allah’ın yardımcıları olarak söz sahibi olduklarını ileri sürüyorlardı.

Günümüzün şirki ise, putlaştırdıkları şahıslar (Mesela Lenin, Hitler, Atatürk vs.. Evet Türkiye’de “Atatürk benim için ilahtır, ona tapıyorum” filan diyenler görüldü), tanrılaştırılan nesne ve kavramlar (mesela doğa/tabiat, madde ve enerji) ve topluluklar (kavim-kabile, örgüt, devlet) hesabına Allahu Teala’ya kendi sistem ve düzenlerinde hiçbir rol vermiyor, hiçbir söz hakkı tanımıyorlar.

“Eski İslamcı, yeni ılımlı laik” AK Parti yandaşlarına gelince, “Atatürk ilah değildir” türünden beyanlar için bu Erdoğanistler “ama, lakin, fakat”lı cümleler kurmakla meşguller: “ ‘Atatürk ilah değildir’ tamam da…”

Tamam da, böyle de konuşma!..

Tamam, putumuz Hübel, Allahu Teala'ya denk bir tanrı değil, fakat “tanrı olmadığını” söyleme!.. Sus!

İşte Mekke müşriklerinin Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’den yapmasını istedikleri şey sadece buydu..

Bunu yapsaydı ona tıpkı şimdi Türkiye’de olduğu kadar “din ve vicdan hürriyeti” tanıyacaklardı.

*

Türkiye’nin bugünkü Anayasa’sının “Başlangıç” bölümünde şu ifade yer alıyor:

“Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;”

Bu ifadeler İslam açısından şirke karşılık geliyor (Laik vatandaş, hemen heyecanlanma, laiklik açısından değil, İslam açısından böyle; nasıl sen bu konularda müslümanca düşünmek zorunda değilsen, müslümanı gerici, irticacı vs. diye nitelendirebiliyorsan, müslümanın “dilini/terminolojisini” kullanmak zorunda değilsen, müslüman da İslam adına senin kavramlarınla düşünmek, olayı senin gördüğün gibi görmek zorunda değil).

Sözü edilen "Türklüğün tarihî ve manevî değerleri"nin ne olduğu açık değil..

Ancak, kastedilenin "dinî değerler" olmadığı, lafın devamından anlaşılıyor.

Zaten, mesela Araplığın tarihî ve manevî değerlerinden söz edildiğinde de bu, Arap’tan Arap’a değişir.. 

Mekkeli müşriğe göre, Hz. Peygamber s.a.s. Araplığın tarihî ve manevî değerlerine savaş açmıştı.

*

Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler”, anayasalarına “Kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı” “hükmü”nü yerleştirmişler.

Bir nevi Allahu Teala’ya haşa “Haddini bil!” mesajı veriyorlar.

“Ana akım İslamcılar” ile “eski İslamcı, yeni ılımlı laikler”e gelince, onlar da “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” ayetini unutmayan, unutturmayan ve hatırlatanları nasıl "irşad" edeceklerinin hesabını ve planlarını yapmakla meşguller.

Darbe anayasasını yazanlara göre, kutsal din duyguları devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamazmış, fakat başka duygular karışabilirmiş.

“Hiçbir duygu karıştırılamaz” demiyorlar, duygular karışabilir, fakat şartı, “kutsal” olmaması.

*

Bir defa, böyle “toptancı” bir ifade kullanmak, “kutsal”a savaş açma bir yana, kafayı iyi kullanamama, mantıklı ve tutarlı düşünememe anlamına gelir. 

Mesela “barışçılık” da kutsal din duyguları arasında yer alır. Kur'an'da “Sulh daha hayırlıdır” ibaresi geçer.

Şu işe bakın, devlet işleri ve politika söz konusu olduğunda “Allahu Teala '’Sulh daha hayırlıdır' buyuruyor, barışçı olalım” derseniz kutsal din duygularını devlet işlerine ve politikaya karıştırmış oluyorsunuz. 

Kesinlikle karıştırmamanız gerekiyor. Kesinlikle.

Fakat Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa’nın “Yurtta sulh, cihanda sulh” lafı söz konusu olduğunda bir yasak yok.

Sulhçuluğu/barışçılığı Allah’ın emrine imtisalen benimserseniz sevap alacaksınız ya, adamların derdi amel defterlerine hiç sevap yazılmaması..

“Amel defterimizde hiç sevap olmasın, sadece günah olsun..” Bütün dertleri bu.

O yüzden Allahu Teala’nın sözlerine devlet işlerinde yasak var, Selanikli’ninkine ise yok.

Selanikli devlet işleri ve politikaya dair konuşurken “gökten indiği sanılan” diyerek “kutsal din duygularını” aşağılayabilir. O, serbest..

Yani kutsal din duygularını politikada ancak aşağılama, küçümseme, tahkir ve ona savaş açma şeklinde gündeme getirebilirsiniz.

İşte çağdaş şirk böyle birşey.

Mekkeli bir müşrik mesela şöyle demiyordu: “Bütün söz hakkı putumuz Hübel’e aittir, Mekke siyaseti söz konusu olduğunda Allah’tan hiç söz edemezsiniz.”

Mekke’nin müşrikleri “çağdaş ve yerli” müşriklerin yanında çok ilkeller canım.. Çok geriler.

*

Dürüstlük, samimiyet, hakkaniyet, adalet, yardımseverlik, af ve merhamet, tevazu, ayıp örtücülük, tecessüsten kaçınma, kadirbilirlik, itidal ve denge, doğruluk, şefkat, hayırseverlik, büyüğe saygı küçüğe sevgi, bağışlama, iffet, tok gözlülük, ahde vefa (sözünde durma, pacta sunt servanda), güvenilir olma, emanete riayet..

Bütün bunlar kutsal din duyguları..

Gerçekten de bugün Türkiye'de bütün bunlar (kutsalla bağlantısının görünürlüğü nisbetinde) devlet işlerine ve politikaya elden geldiğince karıştırılmamaya çalışılıyor.

Serbestçe karıştırılabilen duygular Makyavelizm, dolandırıcılık, yalancılık, algı operasyonu, döneklik, kara propaganda, sahtecilik, yolsuzluk, sömürü, aldatma, 'itibar'cı israf, gösterişçilik, şatafat merakı, istihbarat hileleri, politik entrikalar, ayak kaydırmalar, gizli servis şantajları, faili meçhuller, ırkçılık, gurur-kibir, böbürlenip övünme, “en hakiki mürşit ilmin” nazarında hurafe olan “damarlarındaki kanda kudret bulma” inancı, enaniyet, hortumculuk, torpil, particilik/grupçuluk, nepotizm vs. vs..


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...