DEVLETİN ZOR SINAVI: DEVLETİN BEKASI MI, SELANİKLİ'NİN İTİBARI MI?

 





UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 17

 

TBMM Hükümeti’nin Osmanlı Devleti’nin “varis”i olması meselesi üzerinde de durmak gerekiyor.

TBMM, 1 Kasım 1922’de aldığı karar ile sadece ülkedeki “Osmanlı hanedanı saltanatı”na değil, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin hukukî varlığına da son verdiğini ilan etmişti.

Hatırlanacağı gibi, söz konusu karar şöyle:

Kararname No: 307

Osmanlı İmparatorluğunun münkariz (yıkılmış) olduğuna ve Büyük Millet Meclisi Hükümeti teşekkül ettiğine ve yeni Türkiye Hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup onun hudud-u millî dahilinde yeni vârisi olduğuna ve Teşkilâtı esasiye kanuniyle (anayasa ile) hukuk-u hükümrani (egemenlik hakları) milletin nefsine verildiğinden İstanbul’daki Padişahlığın madum (yok) ve tarihe müntakil (geçmiş) bulunduğuna ve İstanbul’da meşru bir hükümet mevcut olmayıp İstanbul ve civarının Büyük Millet Meclisi’ne ait ve binaenaleyh oraların umum idaresinin de Büyük Millet Meclisi memurlarına tevdi edilmesine ve Türk Hükümeti’nin hakk-ı meşruu olan makam-ı hilâfeti esir bulunduğu ecnebilerin elinden kurtaracağına karar verildi.

30 Teşrinievvel 1338 (1 Kasım 1922)

Evet, Osmanlı Devleti’nin varlığına son veren, düşmanlar (İngiltere, Fransa ve İtalya) değildi.

TBMM idi..

Daha açık konuşmak gerekirse, düşmanlar Osmanlı Devleti’nin varlığına Selanikli Mustafa Atatürk eliyle son vermeyi siyasetleri açısından daha faydalı ve verimli buldular.

Maşa varken ellerini ateşe uzatmadılar, kestaneyi ateşten alma işini Selanikli’ye yüklediler.

*

Normal şartlarda Lozan’da Türkiye’yi Osmanlı Hükümeti’nin temsil etmesi uluslararası hukukun gereğiydi, ve bu yapılabilirdi.

Fakat TBMM yukarıya aldığımız kararı ile “İstanbul’da meşru bir hükümet mevcut olmayıp” diyerek onu tanımadığını açıkladı.

Bunun yanısıra İstanbul’daki padişahı da madum (yok) ilan etti.

Ki bunlar, Osmanlı İmparatorluğu’nu münkariz (yıkılmış) ilan etmenin doğal sonucuydu.

Ancak, Osmanlı Devleti, bu karar alınıncaya kadar yıkılmış değildi.. Hukukî varlığı devam ediyordu..

Devleti yıkan, bu TBMM kararı oldu.

Yani Selanikli, amiyane tabirle Osmanlı Devleti’ni katletti, öldürdü.

*

Normaldir, öldürebilir, bu dünyada Kabil’in Habil’i öldürmesinden beri cinayetlerin ardı arkası kesilmiş değil.

Ancak, “hukuk” ve adalet diye birşey de var.

Buna göre, katil ile maktul arasında miras ilişkisi olamaz.

Diyelim ki babanızı öldürdünüz, artık ona varis/mirasçı olamazsınız.

Bu İslam hukukunda da (Şeriat’te de) böyledir, bugünkü laik (siyasal dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında da..

Dünyanın her yerinde böyledir.

Dolayısıyla, TBMM’nin kararında “Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine kaim” olmaktan ve “varis”likten söz edilmesi hem bir hukuk garabetine, hem de yavuz hırsızın ev sahibini bastırması kabilinden bir pişkinliğe, ahlâk nosyonundan mahrumiyete karşılık geliyor.

*

Durum böyleyken, yeni Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devleti’nin mirasına hazırlop konmaktan geri kalmadı.

Devlette değişen sadece tabela idi..

Selanikli “müfettişlik” etiketli “Anadolu genel valiliği” yetkileriyle gittiği Anadolu’da Osmanlı Devleti’nin bütün imkânlarını, devlet teşkilatını, kurumsal yapıyı, insan kaynaklarını dilediği gibi kullandı.

O yüzden bugün Türkiye’de devlet kurumlarının hemen hepsi (TSK, polis teşkilatı, Ziraat Bankası, Sayıştay vs. vs.) Türkiye Cumhuriyeti’nden yaşça daha büyüktür.

*

Buna karşılık Osmanlı Devleti, bu şekilde bir başka devletin mirasçısı olarak ortaya çıkıp neşv ü nema bulmuş değil..

Küçücük bir obadan, “Allah’ın sözünü yüceltme” davası ve cihat ruhuyla, büyük fedekârlıklar sonucu, iğneyle kuyu kazarcasına sabırla, azimle, binbir emekle büyük bir imparatorluk inşa edildi.

Osmanlı’nın, Selçuklu’yu dolandırıp mirasına konması, kuyusunu kazması gibi bir durum yaşanmadı.

*

Türkiye Cumhuriyeti açısından Selanikli’nin durumuna baktığımızda, onun Makyavel’den bile fazla Makyavelist bir siyaset dehası, (gizli gündem, takiyye, yalan dolan da dahil olmak üzere her vasıtayı kullanarak algı operasyonu destanı yazan) bir iletişim harikası, hemen herkesi kendi hedefleri doğrultusunda kullanmayı başarabilen bir manipülasyon sihirbazı, yerine göre tatlı dil ve yaltaklanma, yerine göre de tehditle insanları idare etmeyi beceren bir kurmay zekâ olduğunu söylemek mümkün olabilir.

Ancak, kendisini yetiştirip paşa yapan Osmanlı Devleti açısından bakıldığında, devletin düşmanlarıyla gizli pazarlıklar yapıp ajanlık olarak nitelenebilecek ilişkiler kuran bir hain, devletin verdiği unvan, yetki ve imkânları istismar ederek paralel devlet kuran bir yıkıcı sabotör, kendisine duyulan güveni istismar eden ve verdiği sözleri yalayıp yutan bir siyaset dolandırıcısı olduğu söylenebilir.

Olay biraz Türkiye’deki “darbeci asker”lerin macerasına benziyor.

Darbe başarılı olursa, Cemal Gürsel ve Kenan Evren gibi cumhurbaşkanı olursunuz.. Başarısız olursa Talat Aydemir gibi darağacının yağlı ipini öper ya da 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sorumlu tutulan Fethullah Gülen gibi şeytan ilan edilirsiniz.. Hasretinden prangalar eskitilmese bile nutuklar tüketilen gönüller sultanı hocaefendilik makamından dinini satmış bir iblislik mezelletine düşersiniz.

*

Selanikli (İkinci Adam İsmet İnönü’nün açıkladığı) “İngiliz desteği”ni arkasına almamış olsa ve başarısızlığa uğrasaydı, Osmanlı Devleti’nin “devlet duruşu” karşısında cezası idamdı.

Ve de, ruhunu şeytana satarak yabancı güçlerin emrine girmiş bir ajan diye nitelenerek ebediyen lanetlenmeydi.

Tıpkı bir zamanların “Hocaefendi”si Fethullah’ın şimdi sahtekâr bir CIA ajanı ve işbirlikçisi olarak lanetleniyor olması gibi.

(Fakat kanaatimce Selanikli başarısızlık durumunda da yapıp ettiklerine birer “tevil” madalyası takıp paçayı kurtarırdı.. "Tamam, yaptım, ama hele bir sor niye yaptım?" diye söze başlar, “Padişah efendimizin aciz bir bendeleri olarak İngilizler’i oyuna getirip kullanmak için böyle hareket etmek zorundaydım” filan der, saf Vahideddin’i yine kandırırdı.. Adam Erzurum’dan Padişah’a gönderdiği askerlikten istifa dilekçesinde bile Vahideddin’e beş defa “bendeniz, köleniz, kulunuz” diye hitap ediyor.)

*

Evet, Selanikli çok kolay yalan söylüyordu.

Mesela, 21 Eylül 1915’te, kendisine rahatsızlığı nedeniyle “geçmiş olsun telgrafı” çeken Enver Paşa’ya Çanakkale’den yazdığı teşekkür mektubunda, bu fırsatı değerlendirerek hemen “ödül” talebinde bulunuyor:

Bendenizi yakında meydana gelmesi muhtemel olaylar için hazırlanan kuvvetin başında bulundurarak daha büyük hizmetler görülmesine eriştirmekle taltif buyuracağınızdan eminim.”

(Abdurrahman Dilipak, Cumhuriyete Giden Yol, 7. b., İstanbul: Beyan Y., t. y., s. 23.)

Yani rütbemi yükseltin demek istiyor.. “Oldubitti”ciliğini burada da gösteriyor; taltif buyurulacağından eminmiş..

Enver Paşa'nın onun hakkındaki kanaatini ise, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’da aktardığı şu sözü yansıtıyor: “... biliniz ki onu paşa yapsanız padişah, padişah yapsanız Allah olmak ister.

Evet, Enver Paşa’ya bunu yazan adam, Selanikli, bir gün sonra arkadaşları Fuat, Salih ve İbrahim Beylere yazdığı mektuplarda ise “Terfim (yükseltilmem) dahi konu oldu. Tabiî ben terfi için çalışmadığımdan ‘Sıram geldiği zaman’ cevabını verdim” diye yazacaktır. (Dilipak, s. 23.)

Adamın bütün hayatı böyle; yalan üzerine kurulu. (İyi yalan uydurabilme, bazıları için bir meziyet durumundadır; psikolojik savaş ustası ve algı operasyonu dahisi olduklarını düşünerek bundan keyif alır, övünme payı çıkarırlar.)

Selanikli’nin “hatasız, sorgulanamaz, hikmetinden sual olunamaz” bir tanrı değil, en yakın arkadaşlarının onun hakkındaki kanaatlerinden (Ki, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sında naklettiğine göre onun hakkında “haris, muhteris, sarhoş ahlâksız, sefih, fırsatçı, menfaat düşkünü” değerlendirmesini yapıyorlar) az çok pay almış kusurlu bir kul olduğu kabul edilmeden Türkiye’nin yakın tarihini doğru bir şekilde yazmak mümkün değil..

*

Adalet, “her hak sahibine hakkını vermektir”.

Bir kere daha yazalım: “Adalet, her hak sahibine hakkını vermektir”.

Mevlana’nın ifadesiyle, adalet, dikeni bırakıp ağaca su vermektir.. Ağacı bırakıp dikene su veriyorsanız zalimsinizdir.

Ağaç ile dikeni eşit görmek, dikeni ağaca ortak etmek de zulümdür.

İçinde yaşadığımız zulüm düzeni, yerlerin ve göklerin banisi Allahu Teala’nın hakkını, Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi olması gerekçesiyle (Ali Rıza ile Zübeyde’nin ölüp gitmiş, cesedi çürümüş oğlu) günahkâr kul Mustafa Atatürk’e veriyor, sadece Allahu Teala’ya mahsus olan “koruma”yı ona tahsis ediyor.

Ve bu zulüm, ister istemez “şirk”e de kapı açıyor.

Öyle ki, birileri çıkıp, bu şekilde Allahu Teala’ya ortak edilen ya da onun makamına çıkarılan Selanikli adına Allahu Teala’nın dinine/şeriatine hakaret ediyor, sövüp sayıyor.

*

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sorunu işte bu: Hem (kendisinin İngiliz destekli) banisi (kurucusu) olması yüzünden (yalanlarıyla ve zikzaklarıyla maruf) Selanikli’nin itibarını kurtarmaya, hem de “yalan söylemeye tenezzül etmeyen onurlu bir devlet” olarak görünmeye çalışıyor.

Ancak, bu denklemin çözüm kümesi boş.

Devlet, su üstüne yazı yazmak gibi mümkün olmayan, imkânsız/olanaksız bir beyhude çaba ile kendi itibarını da yok etmekte olduğunu anlamalı, gerçekle dürüstçe yüzleşme olgunluğunu gösterebilmelidir.

İtibarını ve geleceğini kurtarması, (dünya hayatına mahsus) bekası buna bağlıdır.

Çünkü yalan ve yalancılar için beka mümkün değildir, er geç gerçeğe "toslar" ve parçalanır.

Devlet, "Mevzubahis olan vatansa, Selanikli de teferruattır" diyebilmelidir.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...