LAİKLİK KÜFÜRDÜR, LAİKLİĞİ SAVUNAN DA KÂFİRDİR

 



Dr. Nurullah Çakmaktaş’ın “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” başlıklı makalesinde şu satırlar yer alıyor:

"İslam dünyasında ulus devlet sonrasında neşvünema bulan İslami hareketler içinde tartışmasız bir şekilde dillere en fazla pelesenk olan ve İslamcılar arasında tartışmaya neden olan Kuran ayeti Maide Suresinin 44. ayeti olmuştur. Bu ayet etrafında ayetin gerçek maksadının ne olduğu üzerine tartışmalar mütemadiyen devam etmiştir. Ana akım İslamcılar, ayetin nüzul bağlamını önemsemenin gerekliliği üzerine vurgu yapmış ve ayetin özel olarak Yahudilerle alakalı olduğunu iddia etmiştir. Dolayısıyla Müslüman ülkelerdeki devlet yöneticilerinin, bu ayeti referans alarak tekfir edilemeyeceğini savunmuşlardır. Ömer Abdurrahman ise esasında mahkeme savunması olan ve daha sonra kitaplaştırılan 'Kelimetu Hakk' isimli eserinde bu ayeti uzun uzadıya açıklamaya çalışmıştır."

Söz konusu ayet-i kerimenin meali şöyle:

“İçinde bir hidâyet ve bir nûr bulunan Tevrât'ı muhakkak ki biz indirdik. (Allah'a) teslîm olmuş peygamberler, yahudi olanlara onunla (Tevrât'la) hüküm verirlerdi; Allah'ın Kitâbı'nı muhâfazaya me'mur edilmeleri sebebiyle Rabbânîler (ilim ve ihlâsla kulluk ederek Rabb'e mensub olan kimseler) ve ahbâr (ilim sâhibi zâtlar) da Çünkü ona gözcülük eden (tahriften koruyan ve uygulanmasını sağlayan) kimseler idiler. O hâlde insanlardan korkmayın; ancak benden korkun ve âyetlerimi az bir fiyata (geçici dünya menfaatleri mukabilinde) satmayın! Artık kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”

Ayetin Yahudiler hakkında inmiş olduğu doğru.. Fakat bundan, “Tevrat’ı uygulamayan Yahudiler kâfir olur, müslüman olduklarını söyleyenler Kur’an’ı uygulamadıkları zaman ise kâfir olmazlar” sonucunu çıkarmak için ya geri zekâlı ya da münafık olmak gerekiyor.

Ayrıca, ayetin “O halde insanlardan korkmayın” diye başlayan bölümünde sadece Yahudiler’e hitab edildiğini, Yahudi olmayanların ise “Allah’tan korkmama” imtiyazına sahip olduklarını düşünmek için salt geri zekâlı olmak yetmez, bunun yanı sıra insanda biraz şeytanlaşmışlığın da bulunması gerekir.

Başka ayetlerde Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin “zalimler” ve “fasıklar” oldukları da belirtilmiştir.

Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler bazen (duruma, içinde bulundukları şartlara göre) kâfir olmazlar, fakat “zalim” ve “fasık” olmaktan da kurtulamazlar. (Şeriat’e Şer’-i Şerîf yani Şerefli Şeriat ya da Şeriat-i Garra yani Aydınlık/Parlak Şeriat diyerek tazimde bulunan Selçuklu ve Osmanlı gibi devletlerin müslüman yöneticileri günahlarından ve noksanlarından dolayı tekfir edilmezler, fakat Şeriat’i aşağılayan, devri geçmiş Ortaçağ kalıntısı deyip küçümseyen, gericilik olarak nitelendiren, hükümlerini beğenmediğini söyleyen kişiler, Şeriat’i uygulasalar bile kâfirdirler.)

Zalim ve fasık olmaktan kurtulmak için “hiç hükmedemeyen, hüküm verme imkânına sahip olamayan, sözü dinlenmeyen aciz kimse” olmak gerekir.

*

Modern hukuk” diye adlandırılan hukuk düzeninden örnek verelim.

Türkiye’nin kendisine ait bir anayasası, kanunları, tüzük ve yönetmelikleri var.

Diyelim ki Hakkari valisi ve oradaki hakimler, güvenlik güçleri vs. şöyle dediler: “Bu kanunlar buraya uymaz, biz kendimiz başka kurallar koyup uygulayalım.. Ankara’da fî tarihinde çıkarılan kanun Ankara için uygun olabilir, fakat burası için uygun değildir. Zaman ve zemin önemli, hangi çağda yaşıyoruz!”

Böyle dediklerini ve kanunları uygulamadıklarını, kendi kafalarından Hakkari’ye göre bir anayasa ve yasalar hazırladıklarını, ve anayasa diye hazırladıkları metne şöyle yazdıklarını varsayalım: “Hakkari’de egemenlik Hakkari halkına aittir.. Hakkari Hakkarililerindir.. Hakkari’yi yönetecek kanunları Hakkari halkının seçtiği kimseler yapar. Ne mutlu Hakkariliyim diyene!.. Bir Hakkarili tüm Türkiye’ye bedeldir.”

İmdi böylesi bir durumda Ankara’daki devlet erkânı, “Aferin yav, bu Hakkarililer çağdaşlığın, uygarlığın, ilericiliğin, demokrasinin ruhunu kavramışlar, aydınlanmışlar, halkçılık ve devrimcilik gibi ilkeleri özümsemişler, dolayısıyla bunları taltif etmeli, onların bu aydınlanmışlığı karşısında şapka çıkarmalıyız” demezler.

Ne diyeceklerini, ne yapacaklarını ben söylemeyeyim.

İmdi, Allahu Teala boşu boşuna peygamberler göndermiş, iş olsun diye kitaplar indirmiş gibi tutup o kitaplara sırt çevirecek kendi kafanızın doğrusuna gideceksiniz, fakat kâfir, zalim ya da fasık sayılmayacaksınız.. Örnek müslüman/mümin kabul edileceksiniz.. Bu dünyada keyfinize göre yaşayacaksınız, fakat öbür dünyada da yine keyfinizin istediği olacak..

Erdoğan gibi konuşalım, yok öyle 25 kuruşa simit.

*

Çakmaktaş, Ömer Abdurrahman’dan şu görüşleri aktarıyor:

"Ona göre bir Müslüman, Allah’ın teşri ettiği (şeriat/yasa olarak koyduğu) hükmün dışında bir hüküm ihdas eder ve Kuran’ın ortaya koyduğu ceza hukukunu uygulamazsa küfre girmiş olur. Zira Allah’ın koyduğu cezayı bırakıp yerine başka bir ceza hükmünü uygulamak İslam’dan yüz çevirmek anlamına gelmektedir (Abdurrahman, ts., 55-56). Dolayısıyla Allah’ın şeriatına muhalif olacak şekilde beşerî kanunlara uyanların küfre ve şirke düştükleri hususunda herhangi bir şüphe bulunmamaktadır. Öyle ki mirasta erkeğin kadından fazla pay almasını insafsızlık olarak görüp kadın ve erkeğin eşit olmaları gerektiğini söyleyerek veya çok eşliliğin ve boşanmanın kadına zulüm olduğunu düşünerek veya recm ve hırsızlık cezalarının vahşice bir muamele olduğunu kabul ederek yeni bir hukuk düzeni oluşturmak yaratıcının inkârı anlamına gelmektedir (Abdurrahman, ts., 62). Yine faizin serbest bırakılması, içki, zina ve hırsızlık gibi suçlara İslam ceza hukukunun uygulanmaması gibi Kuran ve Sünnete açıkça muhalif olan bir anlayışı sürdürmek ve kâfir devletler tarafından üretilmiş ithal kanunları İslam diyarında tatbik etmek ve bu kanunlara rıza gösterip başvurmak küfürdür (Abdurrahman, ts., 64)."

Bu meseleyi merhum Elmalılı Hoca Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde şirk (Allahu Teala’ya ortak koşarak küfre düşme) kavramı etrafında ele alıyor.

İtikadî (zihniyet düzeyinde) ve amelî (pratikte, uygulamada) şirk ayrımı yapıyor.

İnsanların yaptıkları kanunları Allahu Teala’nın hükümlerine tercih edip onlara razı olanların itikadî şirke düşeceklerini ve dolayısıyla İslam’ı terk etmiş olacaklarını belirtiyor. (Türkiye’de böyle kendisini müslüman zanneden, hatta namaz kılıp hacca da giden aklı kıt zavallılar çok.. Dinin bir kısmını kabul ediyor ve uyguluyor olmak yetmez.. Ona kalırsa Yahudiler’in de ellerindeki Tevrat’ın hepsi uydurma değil, kendi aralarında uyguladıkları bazı hükümler gerçekten Allahu Teala’nın emri.. Allah’a inanıp o hükümleri uyguluyor olmaları onlara kurtarmayacak.. Aynı şekilde Şeriat’i –Ki Allahu Teala’nın Kur’an’daki hükümleridir- beğenmediğini, Şeriatçılığa karşı olduğunu söyleyerek namaz-oruç-hac müslümanlığını sürdüren ahmaklar da o Yahudilerle aynı konumdadır.)

Amelî şirke gelince.. Merhum büyük âlim (Bu nitelendirmeyi yapan, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi) Elmalılı Hoca, Şeriat’i kabul ettiği, ona razı olduğu halde, müşriklerin (başka şahıs, topluluk ve nesneleri Allahu Teala gibi yüceltip itaate ve tazime layık görenlerin) idaresi ve tahakkümü altında kalıp da istemeden o hükümlere göre yaşayanların amelî şirke düşeceklerini (yani putperest gibi yaşamış olacaklarını) belirtiyor.

Doğal olarak, bu amelî şirklerine zamanla alışıp beğenmeye başlar, onaylar hale gelir, razı olurlarsa, şirkleri amelî olmaktan çıkar itikadî şirke dönüşür, tam tekmil dört başı mamur müşrik (putperest) olurlar.

Namaz kılıp oruç tutuyor olsalar, akıllarınca Allahu Teala’ya ibadete devam etseler bile.. (Hristiyan rahipler de görünüşe göre gece gündüz Allahu Teala’ya ibadet ediyorlar.)

*

Evet, merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca En’âm Sûresi’nin 136’ncı âyetini tefsir ederken şunları söylemiş bulunuyor:

… Burada iman ile şirki, önce biri inanca, biri amel’e (fiil, eylem ve davranışa) ait olmak üzere iki açıdan düşünmelidir. Önce inanç açısından Allah’ı birleyen bir müminin Allah’tan başka hakem ve Allah’ın hükmünden başka hüküm (yasa, kanun) tanımadığı için, bütün iş ve hareketlerinde yalnız o ölçüden hareket etmesi ve bundan dolayı kâr ve kazancında Allah’tan başkasının hükmü adına bir kazanç sevdasında bulunmayacağı gibi, Allah’tan başkasının hükmü adına bir masraf da yapmaması ve ne harcarsa yalnız hak ve adaletli olan Allah’ın hükmü adına ve yalnız ilâhî kanuna uygun bir harcama seçmesi gerekir. Ve böyle olan harcamaların da hepsi sonuç itibariyle hayırlı ve faydalı olur.

İnanç bakımından böyle olan, Allah’ı birleyen bir mümin bu iman ve inancını amel açısından da böyle tatbik edebilirse, inanç ve amel bakımından tam mümin, kâmil bir müslüman olur. Ve “âkıbetü’d-dâr” (dünya yurdunun sonu) onun, o inanç ve amelde bulunanların olur.

Bu inancını amellerinde tatbik etmezse, o zaman da inanç bakımından mümin olmakla beraber, amel bakımından bir müşrik durumunda bulunur ve fasık olur.

Ve bundan dolayıdır ki, zorunlu da olsa müşriklerin uyruğu altında kalıp hükümlerine ve amellerine uyup ve iştirak etmek mecburiyetinde bulunanlar inanç veya amelle ilgili şirke sürüklenmekten uzak kalamazlar.

Kalb ve inanç itibariyle karşı olmakla beraber, amel bakımından muvafakatı amelî şirki, kalben rıza göstermek ise itikâdî şirki gerektireceğinden yukarda “Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak müşrik olursunuz” (En’âm, 6/121) buyurulmuştu.

*

Demek oluyor ki, Ömer Abdurrahman’ın yazdıkları kendi icadı şeyler değil..

Böyle inanmak için Selefî veya Vehhabî olmak gerekmiyor. Bu, mümin/müslüman olmanın gereği.

İslam itikadı Arabistan’da başka, İstanbul veya Ankara’da başka olamaz.

Nitekim, Nakşibendî Tarikatı şeyhlerinden müderris Ahmed Ziyaüddîn Gümüşhanevî k. s. şöyle diyor:

"Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere, icma vaki olan manalarının dışında mana veren kâfir olur. Buna göre ‘recmi’ iptal ettikleri için Haricîler kâfirdir. İslam milletinden olup da, bazı hükümlerde başka milletlere (başka din mensuplarına) uyan kimse kâfir olur."

(Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevî, Ehl-i Sünnet İ’tikadı, İstanbul: Bedir Y., s. 155-6.)

Bu ifadeler ile Ömer Abdurrahman’ınkiler arasında hiçbir fark yok.

*

Türkiye’de Ehl-i Sünnet müdafaası maskesiyle ortaya çıkan bazı ehlî sünnetçi şirk ehlinin (Ki yularları derinlerin elinde), laik (siyasal dinsiz) düzenleri aklayıp paklamaya uğraştıkları, şirk konusunda yapılan uyarıları ise Selefî ve Vehhabî meşrep kişilerin “sapma”ları olarak göstermeye çalıştıkları görülüyor.

Gazzalî, Gümüşhanevî ve Elmalılı gibi zatların dile getirdikleri hakikatleri söyleyenleri hemen “tekfirci”likle, Vehhabîlikle suçluyorlar.

Muhammed Zahid el-Kevserî rh. a. de mi Vehhabî idi?!

O, laiklik hakkında şu fetvayı vermiştir:

“Kur’an ve Sünnet nassları, İslâm dininin hem dünya hem de ahiret maslahatlarını câmi olduğuna ve bunların ahkâmına açık bir şekilde delalet etmektedir. Bu itibarla, dini devletten ayırmaya çalışmak açıkça küfürdür.

(Zâhid el-Kevserî, Makalât, s. 453; Ebubekir Sifil, “Makâlâtu’l-Kevserî’nin Değerlendirilmesi”, Muhammed Zahid el-Kevserî: Hayatı – Eserleri – Tesirleri – Sempozyum Bildirileri içinde, İstanbul: Seha N., 1996, s. 167.)

Evet, açıkça küfürdür.

Bunun lam’ı, cim’i, tevil kabul eden bir tarafı yok.

Şeyhüslam Mustafa Sabri Efendi ise şöyle demektedir:

“Eğer ümmet böyle (lâik) bir hükümeti seçip hoşnutlukla kabullenirse, bana göre kesinlikle dinden çıkar. Bundan [dinden çıkıldığından] şüphe eden de dinden çıkar. Tevbe edip, dinî hüküm ve dinî yönetime dönmedikleri [dönmek gerektiğini kesin olarak kabul etmedikleri] sürece müslüman sayılmazlar.”

(Şeyhu’l-İslam Mustafa Sabri Efendi, Hilafetin İlgasının Arka Planı, çev. Oktay Yılmaz, İstanbul: İnsan Y., 2010, s. 176.)

Müslüman sayılmak için (İmam Gazzalî’nin el-Mustasfa’da belirttiği gibi) salt namaz kılıyor, kıbleye yöneliyor olmak yetmez:

 “… Ancak bid’ati sebebiyle kâfir olmuşsa, kıbleye yönelerek namaz kılsa ve kendisinin müslüman olduğunu zannetse bile artık bu durumda onun muhalefetine itibar edilmez. Çünkü ümmet, kıbleye yönelerek namaz kılanlardan değil müminlerden ibarettir. Bu ise, kendisinin kâfir olduğunu bilmese bile kâfirdir.” 

(el-Mustasfâ, C. 1, çev. Y. Apaydın, İstanbul: Klasik, s. 301-302.)

*

Aşağıdaki satırlar, Ömer Abdurrahman’ın ya da Selefî, Vehhabî filan denilerek “son kale Türkiyeci ehlîleştirilmiş ehlî sünnetçiler tarafından lanetlenen birinin değil, Osmanlı’nın şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi'nın kaleminden çıkmış bulunuyor:

… İşte hâlâ Müslümanlık davasını elinden bırakmayan ve ukaladan (akıllılardan) geçinen birçok adamlar var ki, … Kur’an-ı Kerim’in sarahaten müsaadesine iktiran eden (açıkça iznine ulaşan) taaddüd-ü zevcatı (çok hanımla evlenmeyi) vahşet addederler. Yine Kur’an’ın sarahati mucibince (açık hükmü gereğince) kadını erkeğe müsavi (eşit) tutmamayı adaletsizlik sayarlar, Kur’an’daki miras ahkâmını (hükümlerini) makul ve mantıkî bulmayarak Frenk kanun-ı verasetleri (Avrupa miras yasası) ile mübadeleye (değiş tokuş etmeye) kalkarlar….

Türkiye haricindeki muhalifler arasında gezen bir İttihatçı asker bilirim ki işte bu itikatta bulunur, hem de müslüman geçinir.… Mehakim-i şer’iyeyi (Şeriat mahkemelerini) çürütmek için söylediği sözler arasında “o mahkemelerden sârıkın (hırsızın) eli kesilmesi gibi vahşiyane hükümler sadır olduğunu” da ilave ediyordu. Halbuki sârıkın bu vech ile cezalandırılmasını Kur’an-ı Kerim emreder….

Türkiye’nin … dinini ve milletini kaybetmiş olan bu mahkeme-i şer’iye düşmanları kadar dünyada daha sefil düşünceli adamlar olur mu acaba? …. Gayrimüslim bir devlet idaresinde bulunan mahkeme-i şer’iyyeyi ilga ettirmek (kapattırmak) marifet değil, açtırmak marifettir. ... Vay şaşkın herifler, vay alçak herifler vay! Haydi sen gel de aklın ve insafın varsa şimdi bunlara yine müslüman de bakayım!

İşte biraz evvel ta’dad ettiğimiz (saydığımız) vechile, (hem) sarahaten (açıkça) Kur’an- Kerim’de zikr olunan birçok ahkâm-ı şer’iyeyi (Şeriat hükümlerini) beğenmemek ve reddetmek cüretinde bulunsunlar, hem de müslüman kalsınlar…

Bu ne kadar tenakuz (çelişki)! 

Kur’an-ı Kerim’in münderecatını (içeriğini) kısmen (bile olsa) tahtie eden (hatalı gören) adam, onun Allah kelamı olduğunu kabul etmediğinden buna cüret eder.

“Cenab-ı Hak bazı şeyleri iyi bilememiş! Şimdi akıllı kulları Allah’ın yanlışlarını tashih ediyor (düzeltiyor)…” denilemez ya! Demek ki herif Allah’ı beğenmiyor, Peygamber’i tahkir ediyor (aşağılıyor), hem de “Allah’a iman ettim, Peygamber’e iman ettim, müslümanım” diyor.

“Hocalar beni tekfir etti (kâfir ilan etti)” diye kızıyor. “Yobazlar benim dinime, vicdanıma ne karışır! Beni müslüman yapmak, gâvur yapmak, aforoz etmek onların elinde mi?” diyor. “Müslümanlıkta ruhbaniyet yoktur; böyle salahiyetler (yetkiler) kimseye verilmemiştir” diyor.

Halbuki işte hocalar, ellerinde doğrusunu söylemekten başka bir şey olmadığı için herifi müstehak olduğu (hak ettiği) sıfatla tavsif ediyorlar. 

Bir kimseyi gâvur yapmak, Müslümanlıkta ibka etmek (bırakmak) ve günah affetmek hocaların elinde olsaydı, belki “Haydi hatır için seni yine müslüman addedeceğiz” diyebilirlerdi. 

Lakin hoca ne yapsın? Herifi Kur’an tekfir ediyor (kâfir ilan ediyor), akıl ve mantık tekfir ediyor, tenakuzlu (çelişkili) imanı tekfir ediyor….

Nefse, şeytana uyup günah işlemek fakat günahını ve kabahatini kabahat telakki ederek haddini bilmek ve kusurunu itiraf etmek başka, Allah’ı kabahatli çıkarmak, emr ve nehyini (yasağını) beğenmemek ve makul görmemek de başka…

Birinci nevi ve şekildeki günahlar ne kadar çok olsa imana zarar vermez, çünkü imana münafi (aykırı) olmaz.

Lakin ikinci nevi ve şekildeki günahın zerresi bile imanı zîr ü zeber (yerle bir) etmeye kâfidir.

(Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Kemalist Türkiye’nin Din Yanlışları, İstanbul: Derin Tarih Kültür Yayınları, Eylül 2014, Derin Tarih dergisinin Eylül 2014 tarihli 30. sayısının hediyesi, s. 61-66.)


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...