UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 33
Önceki
bölümde Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke (ateşkes) döneminde bakan olmak
ve hükümette koltuk kapmak için çevirdiği dolapların ilkini görmüştük.
İstanbul’a
geldiği tarih 13 Kasım 1918..
Ertesi
gün, İngiliz subaylarıyla temas kurmasına aracılık etmesi için İngiliz
gazeteci Ward Price ile görüşüyor..
Aracılık
gerçekleşecek ve bu (İttihatçıların tabiriyle) haris/hırslı, (Madame Corinne’e
yazdığı mektubundaki kendi ifadesiyle) “büyük ihtiraslar sahibi” Türk subayı,
İngilizler’e, “Türkiye’yi yönetmek için yerli-milli valilere ihtiyaç
duyacaklarını, kendisinin bu hizmete hazır olduğunu” söyleyecektir.
İstanbul’a
geleli dün bir, bugün iki, ve bu hırs küpü hemen harekete geçmiş, İstanbul
sokaklarında gümbürtüyle yuvarlanmaya başlamış..
Demek
oluyor ki, daha bir buçuk ay önce Filistin’de kirişi kırıp İngilizler’in
önünden palas pandıras kaçarken bütün bu yapacaklarının planlarını hazırlamış..
Adam
hazırlıklı.. Kurmay ya!..
Ancak,
“tek at”a oynamayacak kadar da usta.. Bir taraftan İngilizler’e
yanaşırken diğer taraftan (sadrazamlıktan daha yeni istifa etmiş olan) İzzet
Paşa’yı kullanarak (üyelerini kendisinin belirlediği) bir hükümet kurmaya
çalışıyor, bunun için Meclis-i Mebusan’a gidip entrika çeviriyor.. Tevfik
Paşa kabinesinin güvenoyu almaması ve hükümet krizi yaşanması için ter
döküyor.
Üzerine
oynadığı atlar bu ikisinden mi ibaret?.. Hayır, bir de (Almanya gezisinde
kafaya almış olduğu) Sultan Vahideddin var..
Yani
adam üç ata birden oynuyor.. Ya da şöyle diyelim: Bu şahıs, numaralarını iki
ipte bile değil, üç ipte birden sergileyen sıradışı bir canbaz.
Tarihte
böylesi yok.
*
Önceki
bölümden hatırlanacağı gibi, Selanikli’nin mütareke dönemi maceralarını
kendisinin has adamı Falih Rıfkı Atay’ın “M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs”
adlı kitabından (haz. Nurer Uğurlu, İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve
Yayıncılık, Mayıs 1999) okuyorduk.
Bir önceki bölümde, Meclis-i Mebusan’da çevirdiği
dalavere sonuçsuz kalınca soluğu Sultan Vahideddin abisinin yanında
almış olduğunu görmüştük.
Ayrıca, Falih Rıfkı gibi borazanlarına, yıllar sonra, yaptığı
görüşmeyle ilgili eksik ve yanlış bilgiler vermiş olduğunu, konuyu geçiştirmeye
çalıştığını öğrenmiştik.
Falih Rıfkı, bir önceki bölümde aktardığımız ifadelerinin
ardından, Selanikli için, “Şişli'deki evine çekildi”
diyor.
İşte
burası önemli..
Önceki
bölümlerde şunu görmüştük: İngilizler’le temas kurmaya çalışan Selanikli ile İngiliz
Gizli Servisi’nin (istihbarat teşkilatının) İstanbul şefi Robert Frew
arasında bir görüşme trafiği yaşanıyor.
Demek
ki Selanikli İngiliz subaylarına “valilik” dilekçesini verdikten sonra
devreye hemen (İngiliz Büyükelçiliği’nin rahibi gibi görünerek kendisini
kamufle eden) baş ajan Frew girmiş.
Frew
buna, “Gelecekteki çalışmalarının selameti için görünüşte bizimle arana mesafe
koyman, uzak durman gerekiyor” demiş olmalı ki, bu firarî kahraman Pera
Palas’ı bırakıp Şişli’deki bir eve geçmiş.
*
Falih
Rıfkı’nın sözlerinin devamı, mütareke döneminin bu becerikli canbazının dördüncü
bir ipte daha oynadığını gösteriyor: İtalyan ipi.
Sağ
ayağını İngiliz sicimi, sol ayağını da İtalyan halatı üzerine
koymuş..
Evet,
Falih Rıfkı, Selanikli’den dinlediği sözler olarak şunları aktarıyor:
Bir gün Akaretler'de anasının evinde iken, kapıyı İtalyan
askerlerinin zorlamış olduğunu haber verdiler. Aşağı indi, kim olduğunu
haber vererek, yukarı çıkmamalarını istedi. Mustafa Kemal'in pek sinirli
olduğunu gören zabit (subay):
"- Biz böyle emir aldık, yerine getirmeye
mecburuz!" dedi.
- Size bu emri veren kimdir?
- Kumandanımız!
- Evimden çıkmanız için ne yapayım?
- Kumandanımızdan bir emir getirmelisiniz!
- O halde, dedim, bu emri almaya çalışırım. O
zamana kadar
siz de olduğunuz yerde kalınız.
Zabit nazik davrandı. Evde telefon olmadığı için,
Mustafa Kemal, bir köşe yukarda oturan Diyarbekirli Kâzım Paşa'nın apartmanına
koştu. İtalyan mümessilliğini (temsilciliğini) aradı, telefona gelen zata
başına geleni hikâye etti, bir müddet sonra kendisine şu cevabı
verdiler:
"- Affedersiniz, mutlaka bir yanlışlık olmalı...
Askerlerin başındaki zabiti telefona çağırırsanız emir verilecektir."
Zabit geldi, konuştular, ve evi zorlamaktan vazgeçtiler.
Bundan başka ertesi gün kendisine
Şişli bölgesi İtalyan kumandanının arkası yazılarla dolu bir kartını
getirdiler. Bu yazılar şunu diyormuş: "Bu eve kimse tecavüz edemez."
(s. 126-127.)
Adamın
sorunu çözmesi için bir telefon etmesi yetiyor.. Telefonda derdini anlatıyor ve
“bir müddet sonra” kendisinden özür dileyip bir yanlışlık olduğunu söylüyorlar.
Ve
bizim aklımıza İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı, Selanikli’nin sağ
kolu, başbakanı, kendisinden sonraki cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün
ifşaatı geliyor:
"İstiklal
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
Telefon
görüşmesinde Selanikli, karşısındaki adama mutlaka birtakım sihirli
sözcükler söylemiş, bunun üzerine muhatabı “Öyle mi efendim, biraz
bekleyebilir misiniz?” deyip konuyu üstlerine iletmiş, onlar da benzer şekilde birtakım
telefon görüşmeleri yapıp sonra da “Şahıstan özür dileyin ve askerlerimize geri
çekilmeleri talimatını verin” diye emir vermiş olmalılar.
Bu
kadarı yeterliyken bir gün sonra Şişli bölgesi İtalyan kumandanının Selanikli’ye,
arkasında "Bu eve kimse tecavüz edemez" yazan bir kart
göndermesini nasıl yorumlamalı?.
*
Şöyle
düşünürseniz olayı sanırım daha iyi değerlendirebilirsiniz:
Diyelim
ki sizin kapınıza polisler dayandı..
İşgale
uğramış bir ülkenin insanı değilsiniz, Türkiye Cumhuriyeti’nin polislerle
eşit anayasal haklara sahip hür bir vatandaşısınız..
Sinirleniyorsunuz,
kendinizde sinirlenecek gücü ya da özgüveni (veya güvenceyi)
buluyorsunuz.
Polislere,
“Evime giremezsiniz” diyorsunuz.
Polisler
de, “Biz emir kuluyuz, savcılık emri var, gireceğiz” diyorlar.
“Öyle
mi?” diyorsunuz, “bekleyin, ben savcılıkla konuşacağım”.
Sonra
savcılığı arıyorsunuz, karşınıza çıkan kişiye birtakım sihirli sözcükler
söylüyorsunuz, o da “Hadi lan bas git!” demek yerine bir müddet
beklemenizi istiyor. Konuyu amirlerine iletiyor.
Bir
süre sonra amirlerinden, sizden özür dilenmesi ve polislere oradan çekip
gitmeleri talimatının verilmesi emrini alıyor.
Mucize
burada bitti mi?.. Hayır!
Bir
gün sonra size, bulunduğunuz yerin valilik veya kaymakamlığından, “Bu şahsın
evini o izin vermedikçe hiç kimse arayamaz” diye bir yazı geliyor.
İmdi,
böyle bir durumda sizin hakkınızda ne düşünmek gerekir?
“Sen
neymişsin be abi!” desek olur mu?
Evet,
“Şecaat arzederken merd-i Kıptî sirkatin söyler” atasözü sadece
Kıptîler’in ahvalinden haber vermiyor.
*
İmdi,
yakın tarihimize bakalım..
Polislerin gittikleri
kapıdan böyle melul mahzun, burunları sürtülmüş ve süngüleri düşmüş halde kös
kös geri dönmek zorunda kaldıkları bir olay yaşandı mı?
Hatırladığımız
şu: Polisler Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’u bile kulağından
tuttukları gibi alıp götürdüler.. Götürebildiler..
Gün gelip kavga kurulduğu, tüfekler öttüğü, davlumbazlar vurulduğu zaman nice
koçyiğitler mahpushane damının soğuk zeminine seriliyor, ölen ölüyor, kalan
sağlar bizim oluyor.
Ancak,
bu ülkede, Genelkurmay başkanlığı yapmış anlı şanlı bir komutanı bile kulağından
tuttukları gibi alıp götürebilen polisler, geçmiş yıllarda bir gün, Cumhuriyet
Savcılığı’nın talimatıyla sıradan iki MİT ajanını (Anayasa’daki “hukuk
devleti” ilkesi gereği) almaya gittiklerinde, hayatlarının büyük şokunu
yaşadılar.
Tarih
10 Şubat 2012.. 12 yıl önce..
İstanbul Emniyet Müdürlüğü ekipleri, Beşiktaş'ta
bulunan Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) İstanbul Bölge Başkanlığı'na, haklarında
yakalama kararı bulunan iki MİT görevlisini almak için gidiyorlar.
Fakat ne içeriye girebiliyor, ne de adamları
tutuklayabiliyorlar.
Akşam saatlerinde kös kös geri dönüyorlar.
Demek ki bu ülkede “muvazzaf (görev başında) MİT’çi” olmak, insanı,
emekli Genelkurmay başkanı olmaktan bile daha “dokunulmaz” hale
getiriyor.
Doğrudur, ülkenin Anayasa’sında “Türkiye Cumhuriyeti bir istihbarat
devletidir” yazmıyor, “hukuk devleti” olduğu belirtiliyor, fakat
evdeki hesap çarşıda karışıyor; Beşiktaş çarşısına, caddelerine, sokaklarına
yolunuz düştüğünde, başına fötr şapka giymiş, siyah gözlük takmış, sırtını
hafif kambur hale getirip yürüyüşünü değiştirmiş MİT’çiler size yanaşıp “Anayasa’ya
kulak asma hocam, burada işler farklı dönüyor” diyebiliyorlar.
Evet, Selanikli bir İtalyan subayı değildi.. Fakat
İtalyan askerleri evinin kapısından kös kös döndüler..
Dönmek zorunda kaldılar.
Bize düşen vazife de, “hür fikir, hür vicdan, hür irfan” icabı Selanikli’ye bu ülkenin saf çocukları olarak şunu sormaktan ibaret:
“Amca (pardon ata), sana
işgalcilerin en baba ajanı diyebilir miyiz?”
*
Görüldüğü
gibi merd-i askerî Selanikli, “Ben var ya ben, mütarekede İtalyan
devleti bile benim önümde diz çöküyordu” diyerek hava atmak ve artistlik yapmak
isterken farkında olmadan açık vermiş, spot ışıklarının gizli bağlantıları
üzerine çevrilmesine yol açma hatasına düşmüş.
Evet, Selanikli’nin gerek Falih Rıfkı gibi “yağdanlık”larına söyleyip yazdırdıkları, gerekse Nutuk’unda anlattıkları, “okuma”yı bilen kişiler için çok şey söylüyor. (Ancak, Türkiye’de bu okuma becerisinin sağlığa zararlı olduğu, mesela gıda zehirlenmesine yol açabildiği bir gerçek.. Bediüzzaman örneğinde olduğu gibi.. Ölenler de var.. Es’ad Erbilî rh. a.'i hatırlayalım.)
Velhasıl,
mütareke dönemini salt “Selanikli’nin Falih Rıfkı gibi borazanları vasıtasıyla
seslendirdiği” melodilerle anlamaya çalışmak tek yönlü ve tek taraflı bir fehmetme
çabası olması bakımından metodik bir hataya karşılık geliyorsa da, müzikten
anlayanlar için bunlar da çok değerli parçalar durumunda.
Falih
Rıfkı’nın yazdıkları ritim bakımından bozuk; kronolojiye dikkat edilmemiş,
olaylar başı sonu belirsiz olarak aktarılmış; anlatılan hadiselerin hangisi
önce, hangisi sonra yaşanmış, bazılarında belli değil; böyle olmakla birlikte,
Selanikli gibi tarihî bir figürün söyleyip yazdırdıklarını görmezden gelme gibi
bir lüksümüz olamaz.
O
yüzden, Falih Rıfkı’yı okumaya devam edelim:
“Artık Mustafa Kemal birçok tanıdıklarını ve
bildiklerini arayarak, yahut kendi[si]ni arayanlarla buluşarak, sıkı
temaslara girişiyor. Ne saray, ne de hükümetten ümit kalmıştır ve bu
gidişle, vatanın hayrına herhangi bir barış elde etmek imkânı da yoktur.
[Selanikli’nin ifadesiyle:]
“- Eski arkadaşım Fethi Bey'le (Fethi Okyar)
günler ve gecelerce dertleştim. Benim evimde veya onun apartmanında konuşuyorve
birbirimize aynı şeyi soruyorduk: Ne yapılabilir?
“Temas ettiklerim arasında eski İttihatçılardan
[İttihat ve Terakki Partisi’nden], yahut, İtilafçılardan [Hürriyet ve İtilaf
Fırkası/Partisi mensuplarından], işgal kuvvetleri ile beraber çalışanlardan
birçok kimse vardı. Her biri ile büsbütün başka türlü görüşüyordum.
Bunlar dışında pek samimi ve mahrem bir temasım da İsmet Bey'le olmuştur.
(İsmet İnönü, Cumhurreisi).” (s. 127.)
Selanikli
bu laflarıyla da epeyce bir açık vermiş.
“Ne
Saray, ne de Hükümet’ten ümit kalmıştır” lafı palavra dolmalarının en
büyüğü..
Saray
ve Hükümet’ten ümit kalmasaydı, sen nasıl müfettişlik maskesi altında fiilen
Anadolu genel valisi olarak Samsun’a ayak basma imkânı ve fırsatı
bulacaktın?!
Selanikli,
öyle böyle değil, büyük yalancı!.. Ayrıca nankör (nan/ekmek körü, yediği
ekmeği inkâr ediyor).
Sonra,
o dönemde İsmet İnönü Harbiye Nezareti'nde (Savunma Bakanlığı'nda) müsteşar.. Devlet ve
hükümet noktasından çok önemli ve kritik bir pozisyonda.. Ve sen onunla samimi
ve mahrem görüşüyorsun..
Üstelik
devlet erkânından tek görüştüğün kişi de o değil..
Saray’la
ilişkilerine gelince.. Hiç kopmamış.. Öyle ki, gün gelecek, Samsun’a
hareketinden bir gün önce bile Padişah’la “mahrem ve samimi” bir görüşme
yapacaksın..
Sonra da gelsin “vatan için dertlenen, fakat ümitlerini kaybetmiş yalnız adam" tripleri..
*
Hem
güya ümitsiz, hem de sıkı temasları var..
Ümitsizlik (yeis), atalet getirir..
Bekler, bekler, beklersin..
Godot’yu beklemek, bu bekleyişin yanında bir hiçtir..
Ümitsizler, Fuzulî ile aynı durakta beklerler: “Ne
yanar kimse bana ateş-i dilden özge / Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı.”
Sıkı
temaslar içinde isen, evin gelen gidenler yüzünden yolgeçen hanına dönmüşse,
sen de “Nerde beleş, orda yerleş” hesabı ayrıkotu gibi heryerde bitiyor,
kendini gösteriyorsan, birtakım ümitlerin, planların var demektir, ve onlara
yönelik olarak sondaj çalışmaları yapıyor, ağını örüyorsundur.
Gerçekten
de Selanikli o dönemde, (önceki bölümlerde anlattığımız gibi) İngiliz
İstihbarat Teşkilatı’nın (gizli servisinin) İstanbul şefi Frew ile
görüşmeler yaparak İngilizler’le (İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon ile)
anlaşmış durumdaydı.
Ki
Frew ile yaptığı görüşmeler, Falih Rıfkı’nın bu okumakta olduğumuz kitabının
ileriki sayfalarında konu ediniliyor.. Oraya gelince inşaallah bu bahse
döneceğiz.
Evet,
Selanikli İngilizler’le perde arkasında (İsmet İnönü’nün çok sonraları
itiraf edeceği gibi) sahte bir istiklal mücadelesi başlatma konusunda
anlaşmış olduğu için, işte böyle (Falih Rıfkı’nın aktardığı gibi) “Vatanın
hayrına herhangi bir barış elde etmek imkânı da yoktur” diye
konuşabiliyordu.
Çünkü
İngilizler ile Selanikli’nin vardığı mutabakata göre, İngilizler Osmanlı
ile hemen bir barış yapmayacak, ipe un serecekler, bu arada
Selanikli’nin Anadolu’ya olağanüstü yetkilerle gitmesi için bir bahane üretecekler
(Ki Samsun havalisine bir yetkilinin gönderilmesini Osmanlı Hükümeti’nden
isteyenler İngilizler’di), Selanikli Anadolu’da yeni bir millet meclisi
oluşturup devletleşme yönünde yol alırken İngilizler de barış görüşmelerini
çıkmaza sokacaklardı.
Önceki
bölümlerde aktardığımız gibi, Lord Curzon tam da Selanikli’nin Samsun’a vardığı
19 Mayıs 1919 tarihinde bir “Türkiye’de Amerikan mandası” teklifi ortaya
atarak barış görüşmelerini iyiden iyiye sabote edecek, barış görüşmelerini
çözülmez ip yumağı haline getirecekti.
*
Selanikli’nin
şu sözleri de önemli bir itiraf:
“Temas ettiklerim arasında …, işgal kuvvetleri ile
beraber çalışanlardan birçok kimse vardı. Her biri
ile büsbütün başka türlü görüşüyordum.”
Bu,
doğru, fakat eksik.. Ayrıca “İngiliz ajanlarının başıyla, işgal güçleri ileri
gelenleriyle de görüşüyordum” da demeliydi.
Evet,
İngiliz gizli servisinin İstanbul şefi ile anlaşınca, özellikle “işgal
kuvvetleri ile beraber çalışanlar”la sıkı temas içine girmesi normal.
Palavralarına
göre, Saray’dan ve Osmanlı Hükümeti’nden ümidi kesmiş.. Fakat, işgal
güçlerinden ümidi kesmemiş olacak ki “onlarla beraber çalışanlar”la sıkı
temas kurmuş..
Öyle
böyle değil, sıkı temas..
Adam,
“Her biri ile büsbütün başka türlü görüşüyordum” da diyor.
Türkçesi
şu: Herkese mavi boncuk dağıtıyor, takiyye yapıyor, nabza göre şerbet veriyor,
adamına göre başka türlü konuşuyor, herkese bir başka yüzle görünüyordum; bukalemun
gibiydim, binbir surat denilecek şekilde, iki yüzlü değil binbir yüzlü hareket
ediyordum.
Ah
İsmet İnönü ah, adam İngilizler’le, işgal güçleriyle anlaştığını anlamamız için
daha ne desindi?!..
Evet
bu millet, Bilge Kağan’ın şikâyetçi olduğu saflığının, gafletinin, vurdumduymazlığının,
şaşkınlığının şahikasına Selanikli’nin yıldızının parladığı dönemde erişti..
İsmet
İnönü’yü en aptal adamın bile anlayacağı ölçüde açık
konuşmak zorunda bıraktı, fakat yine de pek birşey anlamadı..
*
Fethi
Okyar bahsine gelince..
Ali
Fethi Okyar, Cumhuriyet’in ilk yıllarının önemli adamlarından..
Önceki
bölümlerden birinde, MHP’li siyasetçi Semih Yalçın’ın akademisyenken
kaleme aldığı bir makalesinde yer alan şu satırları aktarmıştık:
“Mustafa
Kemal Paşa İzzet Paşa ve ekibiyle iktidara gelebilmek için mebuslar arasında
sadece kulis yapmakla yetinmedi: O, Fethi (Okyar) Bey'in çıkarmakta
olduğu "Minher" gazetesine ortak olmuş
ve bu gazeteyi politik mücadelesinde bir propaganda vasıtası olarak
kullanmıştır. O, Minber gazetesinde bir taraftan Tevfik
Paşa aleyhinde şiddetli neşriyat yaptırırken, diğer taraftan kendisini
aynı gazete vasıtasiyle politik makamlara lanse ettirmeye
çalışmıştır. Mustafa Kemal Paşa bu gaye ile 17 Kasım 1918 tarihinde aynı
gazetede biyografisi ile birlikte orduya, siyasete ve İngilizlere
ait düşünceleriııi ihtiva eden bir mülakatını da
yayımlatmıştır. Bu mülakatta, "İngilizlerin,
Osmanlı milletinin hürriyetine ve devletimizin istiklaline riayette
gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında yalnız benim değil, bütün
Osmanlı milletinin İngilizlerden daha hayırhah (iyilik sever) bir dost
olmayacağı kanaatiyle mütehassis olmaları (duygulanmaları) pek
tabiidir" şeklinde sözlerine bakacak olursak, …”
Görüldüğü
gibi, Fethi Okyar, Selanikli’nin gölgesi gibi hareket eden biri..
Gölge
nasıl uzayıp kısalır fakat “asl”ı hiç terketmezse, bu da uzayıp kısalmış, fakat
Selanikli’den hiç ayrılmamış..
Selanikli
“İngiliz’in Türk milletine olan dostluğundan dolayı mütehassis ol, duygulan”
demiş, bu, duygulanmış..
“Yedi
düvelle, bu arada İngilizler’le savaşıyoruz diye düşün” demiş, bu, öyle
düşünmüş..
Bütün
hayat hikâyesi böyle..
Selanikli
cumhuriyeti ilan edip kendisini cumhurbaşkanı yapınca boşalttığı TBMM
başkanlığı koltuğuna oturttuğu kişi de bu Fethi..
TBMM
başkanlığının ardından başbakan olmuş, daha sonra yerini İsmet İnönü’ye
bırakmış.
Sebebi, nisbeten ılımlı bir adam oluşu.. Baskıcı ve otoriter politikaları sevmiyor,
liberal bir kişi.. Radikal Atatürk devrimcisi değil.. Koltuğunu İsmet’e
bırakmak zorunda kalmasının nedeni bu özelliği..
*
Bununla
birlikte, Fethi Okyar daha çok Serbest Cumhuriyet Fırkası/Partisi
macerası ile hatırlanır.
Söz
konusu partiyi Okyar’a kurduran, Selanikli’nin kendisi.. Okyar’a, partinin
kurulması gerekçesi olarak da şunu söylüyor:
“… Bugünkü manzaramız
aşağı yukarı bir diktatör manzarasıdır. Vakıa bir meclis vardır. Fakat
dahilde ve hariçte bize diktatör nazarıyla bakıyorlar. Geçen sene
Ankara’yı ziyaret eden Alman yazarlarından Emil Ludwig idare şeklimiz hakkında
tuhaf sualler sormuş ve diktatörlüğümüze hükmederek geri dönmüş ve bu
kanaatini da yazmıştır. …”
Vakıa
bir meclis (TBMM) var, fakat üyeleri (milletvekilleri), Selanikli’nin atadığı
kişilerden oluşuyor..
Memlekette
tek parti var, muhalefet diye birşey yok, güya seçimler yapılıyor,
Selanikli tarafından aday gösterilenler (sadece kendileri oy kullansalar bile,
tek oyla) seçiliyorlar.
Görünüşte
bu muhalif parti kurma teşebbüsü, Selanikli’nin demokratlığının cuş u
huruşa gelmesinin ürünü..
Gerçek
ise başka..
Burada
sebep, zaman içinde İsmet İnönü’nün fazla güçlenmesi, devlet içinde kendi
ekibini oluşturması ve böylece Selanikli’yi rahatsız eder hale gelmiş
olması..
*
“Divide
et impera” (Böl ve yönet) taktiği sadece emperyalistlerin
işgal ettikleri beldelerde halka karşı uyguladıkları bir yöntem değildir.
Bir
hiyerarşi çerçevesinde örgütlenmiş her toplulukta diktatörlük ve istibdat
heveslisi yöneticiler yönettikleri topluluğu birbiriyle rekabet eden
hiziplere ayırır ve onları birbirlerine karşı kullanırlar.
Bu
tür hizipleşmeleri (doğrudan kendilerine yönelik bir muhalefet haline gelmemek
kaydıyla) teşvik eder, en azından hoşgörüyle karşılarlar. (Ancak bir hizip
kendilerine yönelik muhalefet haline gelmeye kalkışırsa, diğer hizipleri
desteklemek suretiyle onu tasfiye ederler.)
Selanikli’nin
yapmak istediği, öyle görünüyor ki, şuydu: Eski sadık dostu Fethi vasıtasıyla
İsmet’e “Alternatifsiz değilsin, şımarma, istersem seni siler atar
yerine başkasını getiririm” mesajını vermek, onu terbiye etmek, burnunu sürtmek..
Yedek
bir at’a sahip olmak her zaman iyidir.
Tabiî
bu projeyi başlangıç aşamasında İsmet’i de rahatsız etmeyecek bir ambalaj
içinde sunması lâzımdı.. Bunun yanı sıra, baştan beri CHP teşkilatları içinde
kümelenmiş olan kitleyi de ürkütmemek, onlarda “Selanikli bizi terk etti, bizi
sattı, kullanıp attı” duygusunu uyandırmamak gerekiyordu.
Zor
iş..
Nitekim
proje başarılı olamadı.. Papaz her gün (ya da her defasında) pilav yemez..
Yiyemez.. 12 Ağustos 1930’da kurulan parti sadece üç ay beş gün yaşayabildi, 17
Kasım’da kapandı.. Yani partinin ömrü 100 günü bile bulmadı.
Sonuçta
Selanikli-İsmet çekişmesi daha şiddetli hale geldi, dizginlenemez bir
noktaya evrildi, ve Selanikli İsmet’i tümden defterden silip yerine Celal
Bayar’ı getirdi.