TASAVVUFTAKİ SAPMALAR VE MİT

 




 

“Yüksek babamdan (kuddise sirruh) işitmiştim ki, ‘Dalâlet çukuruna düşen, doğru yoldan ayrılan yetmişiki fırkanın çoğu, tasavvuf yoluna girip, yolun sonuna varmadan, yanlış görüşlere aldanarak sapıtmışlardır’ buyurmuşdu. Vesselâm.”

İmam-ı Rabbanî’nin 220’nci mektubunun son cümleleri (Hüseyin Hilmi Işık’ın tercümesine göre) böyle.

Aynı ifadeyi Abdülkadir Akçiçek şöyle çevirmiş:

“Muhterem babamın şöyle dediğini dinledim:

“Yetmiş iki bid’atçı fırkadan pekçoğunun dalalete sapmasına ve doğru yoldan çıkmasına sebep odur ki; sofiye yoluna girmişler, ama işin hakikatına vakıf olamamışlardır. Sülûku tamam etmeden düşmüş ve dalalete sapmışlardır.

“Vesselam..”

*

İşin hakikatine vakıf olamamalarının alâmeti de "hakikat" ve "irfan" edebiyatı yapmaları, Şeriat'i hafife almaları, aşağılamalarıdır. 

Halbuki Allahu Teala, Rasulü'ne (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle hitap ediyor:

"Sonra seni (dünya ve ahirete ilişkin) iş'te bir şeriat üzere kıldık; sen ona uy, bilmeyenlerin heva ve heveslerine (ehvâ) uyma!" (Casiye, 45/18)

Şeriat'i bir tarafa bıraktığınızda geriye (bu ayet-i kerimenin ortaya koyduğu gibi) cehalet (bilmezlik) ve nefsanî arzu ve tutkular kalır.

Fakat, işte sapık tasavvufçular tam da bu cehalet ve nefsaniyete "hakikat" adını veriyor.

Allahu Teala kitabında Şeriat'ten bahsediyor, bunlar ise (Kitap ve Sünnet'te bulamadığımız) kendi "keşf"leri olan bir "hakikat" bulmuşlar, "İrfan Pazarlama A. Ş." olarak bunun reklamını yapmakla meşguller.

Allahu Teala "hakikat"i bilememiş ve bildirememiş, bunlar bulmuşlar:

"De ki: Siz dîninizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Halbuki Allah, göklerde ne var, yerde ne varsa bilir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir." (Hucurat, 49/16)

*

Evet, İslam âlemindeki sapık akımların çoğunun kaynağında tasavvufu bulursunuz.

Bu, tasavvufun esas itibariyle kötü ve yanlış bir şey olması anlamına gelmiyor.. İstismara müsait ve ayakların kolay kayabildiği bir mecra olmasından ileri geliyor.

Bu yönüyle Şiî sapmaları ile bozuk tasavvuf arasında da bir “tüzük kardeşliği” mevcuttur.

Nedeni, aradaki bağlar.. Mesela Nakşbendiye ve Yeseviye gibi tarikatların silsilesinde yer alan Cafer-i Sadık k. s., Şia için çok önemlidir, onların “12 İmam”ından biridir.

[Şiîler Ebubekir, Ömer, Osman ve Ayşe isimlerinden nefret ederler, buna karşılık çok sevdikleri isimlerden biri Cafer’dir. Alevîler’in “Cafer-i Sadık Buyruğu” diye bir kitapları mevcut. Bir başka önemli kitapları “Şeyh Safi Buyruğu” adını taşıyor. Safevî kelimesi işte buradan geliyor, Safî’den.. Aslı Safiyyüddin’dir.. Türkiye’deki “Hamideddin Aksarayî, Hacı Bayram-ı Velî, Akşemseddin, Üftade, Aziz Mahmud Hüdayî, İsmail Hakkı Bursevî” tarikat silsilesi Safiyyüddin Erdebilî’ye dayanır. Bu tarikatı oradan Anadolu’ya ilk getiren zat Hamideddin Aksarayî, yani Somuncu Baba, bir başka adlandırmayla Şeyh Hamid-i Velî.. Ancak tekkenin merkezinde postnişinlik babadan oğula geçmiş, Safiyyüddin’in torununun oğlu Cüneyt tarikatı şiîleştirmiştir. Onun torunu Şah (Şıh, Şeyh) İsmail ise, aynı zamanda Uzun Hasan’ın torunu olmanın sağladığı karizma ile Safevî Devleti’ni kurmuş, Anadolu’daki sempatizan Türk aşiretlerini şiîleştirmiştir. O devirde Safiyyüddin Erdebilî’nin Osmanlı Devleti nezdinde ve Anadolu’da büyük şöhreti vardı, Mevlana onun yanında sönük kalıyordu. Nitekim Eşrefoğlu Rumî, Müzekki’n-Nüfus’ta “Şeyh Safî şöyle dedi” diyerek ondan pekçok alıntı yapar. Yavuz’dan sonra Osmanlı mutasavvıfları Şeyh Safî’ye atıfta bulunmayı bıraktılar. Alevîler’deki “dedelik” esas itibariyle tasavvufî bir kurumdur. Günümüzde nasıl bir İslam anlayışına sahip oldukları ortada.]

*

Evet, İslam dünyasında sapık cereyanlar için en münbit toprak tasavvuf olageldi.

Bugün de durum aynıdır..

Sapıtanların temel özelliği, ümniyye demek olan keramet hikâyeleri ve menkıbelerle bir “sözde irfan” dünyası inşa etmeye çalışmalarıdır.

Ayet ve hadîsleri bir tarafa atarak (uydurma olduğu açık olan) hikâyelerle “fıkıh” inşa etmeye çalışırlar.

Mesela birisinin şöyle bir şey yazmış olduğunu gördüm:

Bir dağ köyünde doğan iki kardeşten biri köyde çobanlık yaparken diğeri şehirde yaşıyordu. Köyde yaşayan “Bu zamanda şehre gitmek, oranın günahlı hayatına karışmak çok kötü. Ben köyün çobanlığını yapayım, günahlardan uzak kalayım.” düşüncesi içerisindeydi.

Çoban, dağda koyunları, keçileri otlatıyor, bütün namazlarını vaktinde kılıyor, namahreme nazar etmiyordu. Bütün gün zikirle, fikirle, şükürle yaşıyordu. Bir süre sonra manen bir hayli ilerledi, kerametlere bile mazhar oldu.

Çoban, bir gün şehirde yaşayan kardeşini ziyaret etmek istedi. Otlattığı koyunlarından bir miktar süt sağarak bir mendile doldurup ağzını bağladıktan sonra şehrin yolunu tuttu. Ayakkabı tamircisi olan kardeşinin dükkânına varınca torbadaki sütünü duvardaki bir çiviye asıp oturarak sohbet etmeye başladı.

Bu sırada bir bayan gelerek ayakkabısını çıkarıp tamir için verdi. Kardeşi ayakkabıyı tamirle uğraşırken bayan çıplak ayakla beklemeye başladı. Kadın az sonra ayakkabısını giyip giderken işte o sırada yukarıdan bir şeyler dökülmeye başladı. Başlarını kaldırıp yukarıya baktıklarında bunun süt damlası olduğunu anladılar. Çoban, dağda görmediğini şehirde görünce mendildeki süt de damlamaya başlamıştı.

Manzarayı gören ayakkabı tamircisi kardeş “İnsanlardan kaçarak dağ başında veli olmak kolay şey. Bütün mesele işte bu insanların içinde veli olabilmekte” dedi.

İmdi, kerametler böyle günlük hayatın bir parçası haline gelmezler..

Böyle bir uydurma hikâye mevcut, fakat bu şekilde kerameti günlük hayatının bir parçası haline getirmiş şovmen bir işgüzar artist velî yok.

Keramet hokkabazlık değildir, her zaman görülmez.

*

Mendile süt doldurulur mu, böyle bir şey görülmüş müdür?! Torba filan bile değil, mendil.. (Anlatan kişi, masalında mendili daha sonra torba haline getiriyor, ne yazdığının farkında değil.)

Sonra, bakracın vs. suyu mu çıktı, ne diye bir mendile süt sığdırmaya çalışıyorsun?

Yani hikâye baştan sona saçmalık..

Bu şahıs kardeşinin dükkanına gidiyor, sütlü mendili duvara asıyor.. Kardeşine hediye etmiyor, duvara asıyor.. Kardeşi alıp da assa, o da kerametin bir parçası haline gelecek, gelmemeli.

Sonra bir kadın geliyor, sırf ayağı çıplak diye (bacağı değil), süt mendilden (torbadan) damlamaya başlıyor. Çünkü bizim velî, çıplak ayaklara karşı hassas..

Bunun üzerine, bulunmaz Hint kumaşından mamul ayakkabıcı, irfanını konuşturuyor, hikmet “yumurtluyor”: “İnsanlardan kaçarak dağ başında veli olmak kolay şey. Bütün mesele işte bu insanların içinde veli olabilmekte.” 

Güzel masal.. İnsanımızın masal uydurma ve anlatma konusunda sıradışı bir yeteneğinin bulunduğu kesin..

*

Adam dağ başında velî oluyorsa, şehirde de olur.. Fakat doğruları söylerse dokuz şehirden kovarlar.

Kolaysa sen de dağ başına çık da velî ol!

Böylece, dağ başındaki velîlik diyerek takvayı, dinî hassasiyetleri (şehirlerdeki rezil yaşama ayak uydurmamayı) aşağılıyorlar..

Sanatçılık, edebiyatçılık, çevrecilik, doğacılık/doğalcılık taslayıp insanlardan uzak durursanız, bu arada dağ başlarına, adalara, sahillere filan giderseniz iyi (Çünkü o zaman Gauguin oluyorsunuz), bunu dinî duyarlılıkla yaparsanız kötü..

Halbuki Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem fitne zamanlarında ve ahir zamanda böyle kırsalda olmayı tavsiye etmiştir.

Adamların uydurma hikâyeler dinlemekten hadîs okumaya vakitleri yok ki haberleri olsun..

Bir defa bir çıplak kadın ayağı görmekle bir velî (sıradan biri değil, velî) bu hale geliyorsa, bütün günü orası burası çıplak işveli cilveli kadınlarla sohbetle geçen adamın hali ne olur?

Halinin ne olacağı belli de, birileri kendilerini ve başkalarını menkıbe adını verdikleri böylesi uydurmalarla aldatmaya çalışır, kendi karılı kızlı sohbetlerini “şehir veliliği” olarak takdim ederler. Bunlar irfan sahibi büyük velîler oldukları için böylesi basit şeyleri aşmışlardır.

"İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak için, eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri (masal, hikâye, roman, menkıbe) satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır." (Lokman, 31/6)

*

Evet, bu şehirli irfan pazarlamacıları böylesi basit şeyleri aşmışlardır. 

Aşamayanlara gelince, mesela biri, hiçbir namahrem kadının elini tutmamış olan Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’dir..

Hiçbir namahrem kadınla yalnız kalınmamasını, üçüncülerinin Şeytan olacağını bildiren Rasulullah s.a.s..

Ve, Hz. Yusuf.. O da “dağ peygamberi”ymiş, “şehir peygamberi” olamamış..

Nedeni ayetten anlaşılıyor:

“Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delilimizi gösterdik). Şüphesiz o ihlaslı kullarımızdandı.” (Yusuf, 12/24)

Bir peygamber olan Hz. Yusuf a. s.’ın durumu bu.. Bizim ayakkabıcı “şehir evliyası” gibi “irfan sahibi” olamamış..

Bizimki, dağdan kardeşi ziyaretine gelmemiş olsa, kadınla dükkânında başbaşa hasbihal edecek, halvet olacak; büyük velî ya, o bundan zarar görmez..

Hz. Yusuf a. s. gibi zayıf biri değil ki kadınlardan etkilensin.. Bizim “şehir evliyası” bunları aşmış..

Evet, tasavvuf adına bu tür akla ziyan uydurma masallar (adına menkıbe denilerek) anlatılabiliyor.

Güler misin, ağlar mısın!

*

Lozan’da İngiltere, Fransa ve İtalya gibi devletler tarafından Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet kurulmadan önce bu topraklarda insanlar Osmanlı Devleti’nin (dolayısıyla hilafet ve saltanatın) devam edeceğini zannediyorlardı.

Mustafa Kemal, paşalardan bir paşaydı.. Başka paşalar da vardı: Fevzi Çakmak, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Ali İhsan Sabis, Sakallı Nurettin Paşa vs. vs..

O gün için Mustafa Kemal, TSK'nın bugünkü paşaları gibi bir paşaydı, halkın gözünde Karabekir veya Fevzi Çakmak'tan daha üstün değildi..

Tamam cepheye gitmişti de, bütün millet cepheye gitmişti, neredeyse her aile en az bir şehit vermişti.

O günün insanı için Mustafa Kemal'in cepheye gitmiş olması önemli birşey değildi, sıradan birşeydi.

Bir efsaneye dönüştürülmesi daha sonra (diktirilen heykeller, her yere asılan fotoğraflar, para ve pulları mesken edinen resimler, her vesileyle atılan nutuklar, abartılı gazete manşetleri, yandaş/yağcı/yalaka gazeteci, şair, edebiyatçı vs. taifesinin uçurup kaçırmasıyla) gerçekleşecekti.

Ülkede (devletin yıkılıp yeni bir devletin kurulması şeklinde) bir rejim değişikliği yaşanınca, Osmanlı’nın devlet geleneği içinde varlığını sürdüren sivil toplum örgütlenmeleri rejime ve Mustafa Kemal'in putlaştırılmasına (pasif de olsa) tepki gösterdi.. Bunu kabullenemediler.

Yeni rejim de bu sivil toplum örgütlerini kendi bekası için tehlike olarak gördü.. Onlara nefes alma imkânı vermemek için elinden gelen herşeyi yaptı, kapılarına kilit vurdu.. Onları yasa dışı ilan etti.. İrtica tehlikesi olarak damgaladı.

Fakat o yapılar yeraltında varlıklarını sürdürdüler..

Yeni rejim kökleşip kendisini güvenceye alınca, bir zaman sonra, yok edemeyeceğini anladığı bu yapıları doğrudan ve dolaylı biçimde kontrol altına alma yoluna gitti.

2000’li yıllarda bu hedefine ulaştı. 

(Kendi “yavru”su olduğu için zaaf gösterip gaflete düşmesi nedeniyle yabancı istihbarat servislerine kaptırdığı FETÖ bir istisna durumunda. Aslında derin devlet ile FETÖ arasında "öz"de bir farklılık yok.. Farklılık sözde.. İkisi de Batıcı.. İkisinin de kıblesi Batı.. "Ağa Batı"nın bu topraklardaki "derin kâhya"sı, "maraba"nın ağa ile doğrudan ilişki kurmuş olmasından rahatsız.. Bu yüzden "derin kâhya" şu sıralarda ağaya da kırgın.. Marabayı da kendisine ihanetle suçluyor: "Nasıl oliy de beni aşıp agaya gidersen lo, agamızın talimatlarını sana ben getirerem lo!")

*

Evet, rejim, yok edemeyeceğini anladığı geleneksel dinî yapıları doğrudan ve dolaylı biçimde kontrol altına alma yoluna gitti.

Olayın mantığı ve mahiyeti, istihbarat servislerinin dünya genelinde mafya çeteleriyle kurduğu ilişki ile aynı..

Prof. Dr. Sait Yılmaz’ın 23 Ocak 2020 tarihli “Mafya, uyuşturucu ve fuhuş..” başlıklı makalesinde şöyle bir cümle var:

“Hemen tüm dünyada küçük büyük birçok istihbarat servisi küresel mafya ile ortaklaşa çalışmakta ve hatta zaman zaman ona rakip olacak düzeyde faaliyetlere girişmektedir.”

Tarikat ve cemaatlerin durumu da aynıdır.. Ya doğrudan bağlantılıdırlar ya da angaje edilmiş ve/veya sızdırılmış elemanlar vasıtasıyla güdülürler.

Sait Yılmaz, “... örtüyü kaldırırsanız … gerçeği yani birbiri içine geçmiş devlet, istihbarat örgütü, mafya ilişkilerini görürsünüz” diyor.

Aynı durum tarikatlar ve cemaatler için de geçerlidir.. Nitekim Nurcu grupların birçoğunun (mesela Kırkıncı Hoca) bu durumda olduğunu bizzat Nurcular itiraf ediyorlar.

Yeni Asya gazetesinin sahibi Mehmet Kutlular, 12 Eylül’den sonra MİT’çi bir albayın kendisine işbirliği teklifinde bulunduğunu açıklamıştı.. 

Yine, Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca da 2000 yılında hac sırasında cemaatine, MİT’çilerin kendisine işbirliği teklifinde bulunmuş olduklarını, fakat kabul etmediğini duyurmuştu.

Sadece bunlara teklif götürülmüş olduğu zannedilmesin.. Kabul edenler, duyurmuyorlar.. Bu topa hiç girmiyor, MİT’i ağızlarına hiç almıyorlar.

*

Yazımızın başına dönersek, İmam-ı Rabbanî’nin şöyle demiş olduğunu görmüştük:

“Muhterem babamın şöyle dediğini dinledim:

“Yetmiş iki bid’atçı fırkadan pekçoğunun dalalete sapmasına ve doğru yoldan çıkmasına sebep odur ki; sofiye yoluna girmişler, ama işin hakikatına vakıf olamamışlardır. Sülûku tamam etmeden düşmüş ve dalalete sapmışlardır.

“Vesselam..”

Günümüzde tasavvufî hareketlerdeki sapmalara laik (siyasal dinsiz) devletin derin talimatları da eklenmiş durumda..

Selçuklu ve Osmanlı'da devlet kendisini dine (Şeriat'e) iyi kötü uydurmaya çalışıyor, bunu hedefliyordu. Günümüzün laik (siyasal dinsiz) devleti ise "derin" kanallardan dini tahrif edip bozma ve "ulusal çıkar" adını verdiği heva ve hevesi için "kullanma" telaşında.

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...