VATANA İHANET İDEOLOJİSİ: MİLLİYETÇİLİK

 





Milliyetçiliğin bir ihanet ideolojisi olduğunu kabul etmeye bizzat milliyetçilerin de her zaman hazır olduklarından eminim. 

Bir Kürt milliyetçiliğinden söz edildiğinde ya da Osmanlı’ya karşı Arap ve Arnavut milliyetçilikleri bahis konusu olduğunda, Türk milliyetçisi geçinenlerin bu milliyetçilik hareketlerini ihanet olarak adlandıracaklarından şüphem yok. 

O milliyetçilik akımlarının başındaki ‘Kürt, Arap vs.’ sıfatlarını kaldırdığımızda geriye ‘milliyetçilik’ kalır. Bu mantığın varacağı sonuç, milliyetçiliğin bir ihanet ideolojisi olduğudur. 

Fakat, Türkçüler, Türk milliyetçiliğinin bir ihanet hareketi olmadığını öne sürecekler, bu noktada “Haspaya yakışıyor” makamından gazel okumaya başlayacaklardır. 

Türk milliyetçiliğinin de, bizzat kendi mantıklarının bir sonucu olarak, bir Arap, Arnavut veya Kürt açısından “ihanet” anlamına gelmek zorunda olduğunu görmek istemeyeceklerdir. 

*

Batı'nın İslam ülkelerinde milliyetçiliğe ihtiyacı vardır, çünkü, onlar açısından en büyük tehlike, Müslümanlar arasında ümmet bilincinin yaygınlaşması ve birlik yönünde adımlar atılmasıdır. 

28 Şubat Süreci ile tasfiye edilen Erbakan’ın Batı açısından kabul edilemez nitelikteki projelerinden en önemlisi D-8 organizasyonu idi. Erbakan’ı tasfiye edenler, yerine milliyetçi MHP ile solcu Ecevit'i iktidar ortağı yaptılar. 

Türkçüler, Türk milliyetçiliğinin Batı'yı rahatsız ettiğini zannetme gibi bir kuruntu ile kendilerini aldatmaktan keyif alıyor olabilirler, fakat Türkiye’de Kürtçülüğün azgınlaşması için, ölçüsüz bir Türk milliyetçiliğine ihtiyaç vardı. 

Kürt Kürtçü, Arap Arapçı, Arnavut Arnavutçu, İranlı İrancı, Türk Türkçü, Pakistanlı Pakistancı olmalıdır ki, Müslümanlar arasında Batı’ya karşı bir güç birliği gerçekleşmesin.

*

Milliyetçilerin ‘derin’ çelişkilerinden en önemlisini, laiklik ile milliyetçiliği birlikte savunmaları oluşturuyor.

Onlardan "İslam (Şeriat) devleti"nden yana olduğunu söyleyen birine hiç rastladınız mı bugüne kadar, bir düşünün bakalım. 

Laiklikten (devletin dinsizliğinden) yanadırlar.

Bununla birlikte, laikliği savunmayı mümkün kılan anlayış ile milliyetçiliğe temel oluşturan zihniyet birbiriyle açık biçimde çelişir. 

Laiklik savunucuları, din ile devlet işlerinin birlikte yürütülmesinin, farklı dinlere mensup insanlar arasında çatışmaya yol açacağını ileri sürmektedirler. 

Farklı etnik kökenlere mensup insanların yaşadığı bir ülkede de, devletin, laikliğin gereği olarak dinler arasında tarafsız kalmasına benzer şekilde, milliyetçiliği bir tarafa bırakarak bu etnisiteler karşısında da yansız bir politika üretmesi gerekmez mi?! 

Dinî topluluklar karşısında tarafsız kalmak mutlaka gerekliyse, neden farklı etnik gruplar karşısında da yansız bir tutum takınılmasın?! 

Şayet belirli bir dinî topluluğun inancını devlet ‘resmî din’ olarak benimsemeyecekse, neden belli bir etnik grubun milliyetini, bir başka deyişle belli bir ırka özgü milliyetçiliği ‘resmî ideoloji’ olarak benimsesin?! 

Bunun mantıklı bir cevabını kim verebilir?!

Ancak, insanlar, tıpkı hayvanlar gibi mantıksız da mutlu olabiliyorlar. Hatta, mantıksızlık mutluluğu garanti ediyor. Koyun sürüsüne dadanan bir kurdun mutlu olmak için mantığa ihtiyacı var mıdır?!

*

Evet, laikliği savunmayı mümkün kılan zihniyet ile milliyetçiliği benimsemeye imkan veren anlayış arasında kesin bir uyuşmazlık ve çelişki bulunmaktadır. 

Fakat mantıksızlık sadece bu ikisinin birlikte savunulmasından ileri gelmiyor. 

Halkın yüzde 99’unun müslüman olduğu bir ülkede, yüzde 1’lik gayrimüslim kesimi incitmekten sakınan ve bu yüzden "dinler arasında tarafsız olmayı" seçen (sözde) ince kalplilik, kendisini başka bir etnik gruba ait görenler karşısında niçin buharlaşmaktadır?! 

Laiklik karşısında ateizm ile aynı kefeye konulan İslam, kendi ilkeleri gereği, başka inanç mensuplarını müslüman olmaya zorlamaz. Bu nasıl bir çatışmadan kurtuluş formülüdür ki, başka din mensuplarının varlığını tanıyan, onlara inanç hürriyeti sağlayan bir dinin devlet ile beraber düşünülmesine imkan vermezken, belli bir etnisiteyi yücelten bir milliyetçilik anlayışını içinde barındırabilmektedir?! 

Daha açık sormak gerekirse, çatışmadan kurtuluş reçetesi olarak dinler karşısında tarafsızlığı seçenler, aynı duyarlılığı neden milliyetler ya da etnik kökenler karşısında göstermemektedirler?!

*

Buradan da anlaşıldığı gibi, gerçekte laiklik ile milliyetçilik arasındaki uçurum, laiklik ile İslam arasında olandan daha fazladır. 

Fakat, ideolojiler için mantık en az gerekli olan şeydir ve 5-6 bin yıllık, çok eski çağlara uzanan içki iptilasına karşı, bin 400 yıl gibi yakın bir zamana ait ve bilimsel verilerle de uyumlu olan içki yasağını irtica olarak gösterebilenlerden, bundan daha ileri bir zihinsel efor beklenemez.

Bütün bunlar, milliyetçilik ile laikliği birlikte savunanların gerçekte laiklikten beklenen faydaları umursamadıklarını ve laikliğin sadece, belli bir dinin tasfiyesi, devletten (deyim yerindeyse ‘resmî toplum’dan) uzaklaştırılması ve etkisiz hale getirilmesi için bahane olarak kullanıldığını gösterir. 

Şayet laiklik, gerçek tanımına uygun bir içerikle savunulsaydı, bu anlayışın zorunlu bir sonucu olarak milliyetçilik savunulamayacaktı. 

Laiklik gerçek bir laiklik olmayınca, bunun doğal bir uzantısı olarak, milliyetçilik bir ‘seküler din’e dönüştürülmüştür. 

*

Evet, milliyetçilik, hele de laiklikle birlikte savunulduğunda, bir din olarak ortaya çıkar ve bu yüzden, sonuçta laiklik, Fransız Devrimi icadı ‘milliyetçilik dini’ karşısında İslam’ın tasfiyesine hizmet etmekten başka bir işlev göremez. 

Önemli bir düşünürün ifadesiyle, "Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ederler". 

Günümüz diliyle ifade etmek gerekirse, “İslam öncesi dönemlere özgü ırkçılık, birbiriyle dayanışma içine girip yardımlaşan aymazlık, sapıklık, gösteriş ve karanlıktan oluşmuş bir karışımdır ve bunun için milliyetçiler, milliyeti, yani ırk bağını tapınılan bir tanrı kabul ederler”. 

Milliyet yani etnik köken onların tanrısı olduğu için, Allahu Teala’ya ait ‘kıdem ve beka’ (varlığının başlangıcı ve sonu olmamak) sıfatlarını milletlerine izafe ederler. 

Bu yüzden kendi milletlerinin tarihin en eski kavmi olduğunu savunur ve sonsuza kadar yaşayacağı iddiasında bulunurlar. 

*

Wallerstein ırkçılığın dinleşmesi olgusuna şöyle işaret ediyor: 

“Çağdaş dünyada ırk, tek uluslararası statü grubu kategorisidir. En azından MS. 8. yüzyıldan beri bu rolü oynayan dinin yerini almıştır.” (Immanuel Wallerstein, “Bağımsızlık Sonrası Siyah Afrika’da Toplumsal Çatışma: Yeniden Değerlendirilen Irk ve Statü Grubu Kavramları”, Irk, Ulus, Sınıf-Belirsiz Kimlikler, ed. E. Balibar ve I. Wallerstein, çev. Nazlı Ökten, 2. b., İstanbul 1995, s. 252.)

Berkeley, Stanford ve Michigan gibi üniversitelerde dersler vermiş olan sosyal bilimci Hayes de, bir sosyolog olarak çağımızda milliyetçiliğin bir din halini aldığını belirtir: 

“Kitleler, Hristiyanlığın tarihi inanç ve uygulamasından soğudukça, onun yerine, entellektüeller tarafından kendilerine sunulan, en gözdeleri de komünizm ve milliyetçilik olan diğer cazip ikamelere meyletti.” (Carlton J. H. Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, çev. Murat Çiftkaya, İstanbul 1995, s. 32.) 

“İnsanoğlunun din duygusu ... çağdaş kömünizmde ve özellikle de modern milliyetçilikte tezahür etmektedir.” (A.g.e., s. 36.)

Hayes, bunların yanı sıra, milliyetçiliğin dinlerde olduğu gibi kendi ayin ve ritüellerini geliştirdiğini belirtir. 

Gerçekten de marşlar, milliyetçiliğin ilahileri kabul edilebilir. 

Mitinglerde yüksek sesle tekrarlanan sloganlar da milliyetçilik dininin sesli dua ve zikirlerini oluşturur. 

Ulusal bayramlar, dinî bayramların alternatifi olma işlevini üstlenmiştir. 

Millî kahramanlar, milliyetçiliğin peygamberleri ve velîleri/azizleri olarak arz-ı endam ederler. 

Okullarda ve resmî kurumlarda sürekli tekrarlanan ‘ulusal ant’lar, dinlerdeki duaların seküler biçimidir. 

Ulusal kahramanların anıt mezarları da dinlerdeki kutsal ziyaret yerlerinin bir benzeri durumundadır, türbelerin yerini anıt kabirler almıştır. 

*

Balibar da aynı tespiti yapar. Kişinin kendisini “evindeymiş” gibi düşünmesini sağlayan devlete aidiyet ve bağlılık duygusunun oluşmasını ulus-devlet söz konusu olduğunda Machiavelli gibi “zor”a ya da Gramsci gibi “eğitim”e bağlayamayacağımızı öne sürer. 

Ulus-devletin gerisindeki mantığı anlamak için bunlar yeterli değildir.

O nedenle, ulus-devletin etkililiğinin en derindeki nedenlerinin bulunması için, yurtseverlik ve milliyetçiliği “bir din” saymak gerektiğini belirtir. (Etienne Balibar, “Ulus Biçimi: Tarih ve İdeoloji”, Irk, Ulus, Sınıf-Belirsiz Kimlikler, ed. E. Balibar ve I. Wallerstein, çev. Nazlı Ökten, 2. b., İstanbul 1995, s. 120.)

*

Benzer şekilde, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünün de, dinlere özgü bir anlayışı yansıttığı görülmektedir. Çünkü, “Ne mutlu Türk olana!” denilmemekte, Türk olmak değil “Türk’üm” demek öne çıkarılmaktadır. 

Eğer bir Yahudi, Ermeni ya da Rum “Türk’üm” demekle Türk olabiliyorsa, Türk olmak, müslüman olmak gibi bir dinî işlem haline gelmiş olur. 

“Kendini Türk hisseden herkes Türk’tür” şeklindeki görüş de aynı anlayışı yansıtmaktadır. 

Demek oluyor ki milliyetçilik, gerçekte ırksal kökenin bir dine dönüştürülmesidir ve Fransız Devrimi sonrasında kazandığı bu dinsel karakteri yüzünden, paradoksal olarak, hem laikliğe aykırıdır, hem de laikliğe muhtaçtır

Çünkü milliyetçiliğin ‘devlet’i ele geçirmesi ancak dinin devletten ayrı tutulması ve kendisinin yapay bir din olarak onun yerini doldurması ile mümkün olabilir.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...