Kelamcı Fikret Çetin ile agnostik Diamond Tema’nın
agnostisizm konulu tartışmasının video kaydının 45 dakikasını izledim.
İki buçuk saatlik uzun bir video.
Konuya 14’üncü dakikada giriyorlar.
Diamond Tema kendisini agnostik olarak
tanımlıyormuş.
Agnostisizm, şüphecilikten (septisizm) bir şube..
Spinoza, “Şüpheciye düşen, sükuttur” der, fakat agnostik Diamond bir türlü susmuyor, vıdı
vıdı edip duruyor.
Agnostisizmi de bildiğimiz türden bir agnostisizm değil,
kendisinin şahsına özgü, kendisinin icat ettiği bir agnostisizm. (“Köktenci”
agnostikler insan algılarından vs. de şüphe eder, zihnimiz dışındaki
gerçeklik/realite ile zihnimizdeki izlenim arasında mütekabiliyet ve uygunluk
olup olmadığının bilinemeyeceğini kabul ederler.. Diamond’un böyle bir
şüphesi hem var, hem yok.. “Özel agnostisizm”i bu noktada çelişkili olmayı
seçmiş.)
Nasrettin Hoca’ya “Hocam senin bir icadın var mı, birşey icat
ettin mi?” diye sormuşlar, “İcat ettim, kar ile soğan yemeyi icat ettim, fakat
ben de beğenmedim” demiş.
Bu soğan filozofu da bir icada imza atmış, kendi şahsına
özgü bir agnostisizm icat etmiş.
Nasrettin Hoca’dan farkı ise, bunun, icadından memnun
olması.
*
Evet, konuya 14’üncü dakikada girmişler.. 20 dakika peşrevle
geçiyor, 34’üncü dakikada Fikret Çetin, Diamond’un temel çelişkisine işaret
ediyor:
“Peki şunu soruyorum,
birşeyin varlığının bilinebilmesi ve birşey hakkında konuşabilmemiz,
hüküm verebilmemiz, onun tam tanımlanabilir olmasına mı bağlıdır
diyorsun?”
Evet, aslında defolu filozofluk heveslisi tam da bunu
söylüyor.. Bu soru yöneltilmeden önceki son laf-u güzafları şöyle:
“… Varlığın nesne
olan, bilgi sahibi olabileceğimiz bir şey olduğu iddia edilen bütün
özelliklerin ve bütün varlıkların bize farklı farklı yansımaları olduğunu
söylüyorum. İnsan vücudu, beş duyu organı, hatta akıl mantık çok farklı
çıkarımlarda bulunduğu için bunlar bizim çıkarımlarımızdır, çıkarımlarımızın
gördüğümüz veya incelediğimiz varlığa tam anlamıyla uyduğunu söylemek ise bir zandır,
bilgi değildir.”
Zan da bilgidir de, şüphe içeren, kesin olmayan
bilgidir.. Şüpheli bilgi.
Diamond örnek de veriyor, mesela gemiye uzaktan
baktığında küçük ve hareketsiz, yakından baktığında büyük ve hareketli
görünüyormuş, bal ağıza sürüldüğünde tatlı, göze sürüldüğünde
yakıcıymış.
Defolu filozofun anlayamadığı ise şu: Geminin ve balın varlığını
bilmekle, özelliklerini bilmek ayrı şeydir.
Allahu Teala’nın varlığını ve birliğini bilmekle, zatını
ve sıfatlarının künhünü bilmek de ayrı şeylerdir.
Geminin büyüklüğü ve küçüklüğüne gelelim.. Denizdeki
geminin büyük, oyuncakçı dükkanındaki oyuncak geminin ise küçük olduğu hususu zan
mıdır?!
Çocuğun ağzı laf yapıyor da, kafası bu meselelere tam
basmıyor.
Tanrı'nın varlığı meselesi hakkında söylediklerine bakıldığında aslında pozitivist ve materyalist olduğu anlaşılıyor, fakat o kendisini agnostik zannediyor.
Kendisinden habersiz, neyi savunduğunu bilmeyen bir şaşkın.
*
Diamond’un yukarıya aldığımız lafı “bilgi”yi
imkânsız hale getiriyor, herşeyi “zan” derekesine düşürüyor.
Böyle birinin şüpheciliğe ve agnostisizme sığınması yadırganmaz.. (İşin kötü tarafı şu ki, en adi bir eşekliğin bile isminin ardına bir "izm" eklendiğinde aptallar onu eşine az rastlanan bir felsefe boncuğu zannediyor.)
Ancak, bilgi bahsinde herşey zan üzerine kurulu değildir.
Mesela Diamond’un bir şempanze değil de insan
olduğu düşüncesi zan mıdır?!
Bazı şeylerin varlığını bilmek için onu beş duyu ile algılamış ve bu sayede tam olarak tanımlayabilir hale gelmiş bulunmamız gerekmez.
Mesela, Diamond’un bir anne ve babasıının bulunduğunu
bilmek için anne ve babasını tanımak, beş duyu ile yoklamak (görmek, seslerini
işitmek, dokunmak, koklamak, dilimizle yalayıp tatmak) gerekmiyor.
Duyularımıza hiç başvurmadan, aklımız sayesinde,
onun bir anne ve babasının bulunduğunu biliyoruz.
Ama mesela babası nasıl biridir, ahlâkı, görünüşü, yaşı
vs. nedir, bunları bilemeyiz, fakat babasının insan olduğunu (bir maymun
olmadığını) ve sadece bir tane babasının bulunduğunu, üç beş tane
babasının olmadığını biliriz.
Hayır, zan değil, kesin olarak biliriz.
Diamond, istiyorsa bize, “Hayır, o, sizin kendi zannınız,
iş bildiğiniz gibi değil” diyebilir, ona karışmayız.
Ancak, onun bu itirazı bizim bilgimize bir zarar
vermez.. Onun itirazını, şüphecilik ve agnostik marka bilgisizliğini
kaale almayız.
Diamond, “Öyleyse babamın şempanze değil insan
olduğunu bana ispatlayın, samimi söylüyorum, ispatlarsanız inanacağım”
derse, bunu da yapamayız.
Çünkü, “akıl” yoluyla ispatlanan birşeyin varlığını
“duyusal algılar”a, duyuların şahitliğine bağlayan bir anguta hiçbir şeyi ispat
edemezsiniz.
Bilmezliği (agnostisizmi, cehaleti) seçen birine neyi
nasıl öğreteceksiniz?!
*
Evet, birşeyin varlığını bilmek için her zaman duyuların
şahitliği gerekmiyor.
Allahu Teala’nın varlığı ve birliği meselesi de böyledir..
Varlığı ve birliği akıl yürütme yoluyla kesin
olarak bilinir, fakat zatı ve sıfatlarının künhü “tam olarak”
bilinemez.
İnsan Allahu Teala’yı zihninde de canlandıramaz.. İnsanın zihnindeki tasavvvurlar da Allahu Teala tarafından yaratılıyor. İnsan, bu evrenin bir parçasıdır, ve birşeyi zihninde ancak o güne kadar algıladığı
renklerle canlandırabilir.. Daha önce görmemiş olduğumuz bir rengi zihnimizde canlandıramayız. Yine, zihinde oluşan şekiller, terkibi itibariyle
yeni olsa da, aslı itibariyle evrende mevcut olan şeylerdir.. Mesela zihnimizde
çok acayip bir yaratık tasavvur edebiliriz; o, evrende mevcut değilse de, rengi
ve görünüşünün parçaları itibariyle evrende mevcuttur, farklılık terkiptedir.
Allahu Teala evrenin (yaratılmış varlıkların) bir parçası
olmadığı, yaratıcısı olduğu için onlara benzemez, ve evrenin bir parçası olmadığı için de
algılanamaz, zaman ve mekândan münezzehtir.. Yaratılmışlara benzemez.. Güneş ışığının Allahu Teala’ya değmesini ve yansıyıp bizim
gözümüze gelmesini, böylece O’nu görmemizi bekleyemeyiz.. Cennetlikler Cennet’te
görecekler fakat bu bilâ keyf (keyfiyetsiz, nasıllık bakımından
anlaşılamaz ve açıklanamaz) ve bilâ teşbih (başka birşeye benzetilemeyecek şekilde) olacaktır.
*
Allahu Teala’nın varlığı akılla bilinir, duyusal algı ile
değil.. Diamond’un babasının bir insan olduğunu, bir şempanze olmadığını,
ayrıca babasının birkaç tane değil bir tane olduğunu (içinde yaşadığımız
dünyanın işleyişinden hareketle) bildiğimiz gibi, Allahu Teala’nın (yaratıcının) varlığını da
bu kâinatın ve varlıkların durumlarından hareketle kesin olarak biliriz.
Bunun esası şudur: Ya kâinatın kendisi tanrısal
özelliklere sahip olmalıdır (yani Tanrı olmalıdır), ya da Tanrı tarafından
yaratılmış olmak durumundadır.. İlk şık, kâinatın özelliklerinden dolayı geçersizdir
(Ki mesela İmam Matüridî bunları Kitabü’t-Tevhîd’inde sıralar).
Modern fizik de Big Bang gibi teorilerle bu noktaya gelmiş durumdadır.
Allahu Teala’nın varlığını kabul etmek istemeyenler “Big
Bang öncesi belki şöyleydi, belki böyleydi” diye kendi kafalarından bir
peygambersiz din ve metafizik icat edebilir, kâinatın kendisini tanrı haline
getirmek için hayal güçlerini zorlayabilirler, fakat o uyduruk kâinat
tanrısının ne peygamberleri, ne de indirdiği kitaplar vardır.
Yoktan, yokluktan kendi kendine var oluş düşünülemez.. Bu
kâinat, Allahu Teala tarafından yoktan var edilmiştir.. Yaratılmadığını
düşünenler, gözlemledikleri varlığa (kâinata) tanrılık izafe etmiş
olmaktadırlar.. Ancak, tanrıları için bir yaş kabul etmek zorunda kalıyorlar,
evrenin yaşı 15-20 milyar yıl filan diyorlar, böylece tanrıları tanrı olmaktan
çıkıyor, yaratılmış, sonradan ortaya çıkmış birşey haline geliyor.
Ezelî olmayan, bir yaşı bulunan varlık, tanrı olamaz..
Tanrı, evren için bir başlangıç takdir eden, bir yaş takdir eden Allahu Teala’dır.
Diamond’un agnostisizmi, Allahu Teala’nın zatının ve sıfatlarının künhünün
bilinemeyeceği noktasında doğru, varlığının ve birliğinin bilinemeyeceği
noktasında ise yanlış.
*
Bilgi, her zaman duyusal algılar ve akıl
yürütme (muhakeme) ile oluşmaz.. Bazen “doğru haber” bilgi
kaynağı haline gelir.
Mesela, aklımız bize, Dünya üzerinde mutlaka Antartika
diye bir kıta bulunmalıdır demiyor.. Gidip görmüş de değiliz.. Fakat Antartika’nın
varlığından şüphemiz yok, çünkü onun varlığını mütevatir haberle (yalan
üzerine birleşmesi mümkün olmayan bir topluluğun şahitliğiyle) biliyoruz.. Bu
kadar insanın başka bir yere ait fotoğraf ve video görüntülerini Antartika diye
yutturmaya çalışmış olması mümkün değildir.
“Aklen mümkün” olan bir haberi “doğru kişiler”
getirdiğinde, onu kabul ederiz.
*
Mesela ahiret hayatının varlığına dair bilgiye (Allahu Teala'nın varlığı ve birliği hususunun aksine) salt akıl
yürütmeyle ulaşamayız.. Gelecekle ilgili bir konu olduğu için duyularımız da bu
konuda bilgi vermez.. Ancak, “doğru haber” sayesinde onu biliriz.
O doğru haberi, Allahu Teala’nın indirdiği kitaplar ve
peygamberler getirmiştir.. Peygamberlerin (pozitif-materyalist düzeyde
sergilenen) mucizeleri, onların iddialarının doğruluğunun delilidir.. Peygamberlerle
ilgili haberlerin tevatürle gelmiş olması da, o haberlerin doğruluğunun
delilidir.
Mesela Kur’an,
bize tevatürle intikal etmiş bir mucizedir.
Allahu Teala Kur’an’da kâfirlere, eğer
inanmıyorlarsa herhangi bir surenin benzerini getirmelerini söylüyor.. Kâfirler mesela
Kevser ya da İhlas Suresi’nin (Ki, birer satırdır) benzerini yazabilmiş
olsalar, Kur’an’ın mucize olmadığını, Muhammed isimli bir Arap tarafından
kaleme alınmış olduğunu ispatlamış olacaklar (sallallahu aleyhi ve sellem).
Fakat yapamıyorlar..
Çünkü kitap, yerlerin ve göklerin yaratıcısı, her şeye
kadir olan Allah’ın kitabı.
Kullardan bir kulun kitabı değil.
Siz hiç, “Benim şiirlerimden iki satırın benzerini yazın
da boyunuzun ölçüsünü görelim.. Yazamazsınız!” diye meydan okuyan bir şair
gördünüz mü?
(Bugün Ahmed Gazalî'nin Hilmi Yavuz tarafından seslendirilen bir dörtlüğüne rastladım.. İlk defa.. Ve içimden ona bir nazire yazmak geldi:
"Senin gönlün dâima meshûr ve müsahhardır, mâzursun
"Gamın ne olduğunu aslâ bilmedin, mâzursun
"Ben sensiz bin gece kan yuttum
"Sen bir gece sensiz kalmadın, mâzursun."
Ahmed Gazâlî
Senin sa'yin daima meşkûr ve mutahhardır, mansûrsun,
İnhizamın ne yaptığını asla görmedin, mansûrsun,
Ben yalnız ve sessiz nice savaşlarda kan kustum,
Sen bir kere bile yalnız bırakılmadın, mansûrsun.)
*
Fikret Çetin’in sorduğu soruya dönelim:
“Peki şunu soruyorum,
birşeyin varlığının bilinebilmesi ve birşey hakkında konuşabilmemiz,
hüküm verebilmemiz, onun tam tanımlanabilir olmasına mı bağlıdır
diyorsun?”
Diamond, “tam tanımlanabilir” olmaktan, birşeyin tüm
özelliklerinin bilinip ifade ediliyor olmasını kastediyor.
Fakat bir taraftan da, bunun mümkün olamayacağını,
tanımlanan nesneye dair yapılan her tespitin zan olarak kalacağını, bilgi
katına yükselemeyeceğini iddia ediyor.
Zavallı çocuğun kafası karışık.. Neye inandiği, neyi
savunduğu belirsiz.
Fikret’in sorusuna verdiği cevap ise şu: “Hayır, ama bu
özelliği barındırmalıdır.”
Şunu demiş oluyor: “Birşeyin varlığının bilinebilmesi
ve birşey hakkında konuşabilmemiz, hüküm verebilmemiz, onun tam
tanımlanabilir olmasına bağlı değildir, ama bu özelliği barındırmalıdır.”
Kısaca şöyle: “Tam tanımlanabilir olmaya bağlı değildir,
ama tam tanımlanabilir olma özelliğini barındırmaya bağlıdır.”
Tam tanımlanabilir olmaya bağlı değilse, o özelliği
barındırmaya ne ihtiyaç var ki?!
“Yaşamak, nefes almaya bağlı değildir, fakat nefes alma
özellliğini barındırmaya bağlıdır” demek gibi birşey.
Ya da şöyle: “Sınıf geçmek, öğrenip bilmeye bağlı
değildir, fakat öğrenip bilme özelliğini barındırmaya bağlıdır.”
Tabiî burada Diamond’un agnostisizminin dikişleri
patlıyor.
Çünkü “tam tanımlanabilir” olma, zannın sınırlarını aşıyor,
kesin bilgi haline geliyor.
*
Evet, Diamond dangalağı bu noktada agnostisizme veda ediyor, pozitivist-materyalist hale geliyor.
Allahu Teala'nın varlığının ve birliğinin anlaşılması için aklî delilleri kâfi görmüyor, duyusal algılara bağlı "tam tanımlanabilirlik" şartı getiriyor.
Yani "yaratılmış" olan varlıkların özelliklerini Tanrı'da görmek istiyor.. "Yaratılmışlarla aynı özellikleri taşıyan" bir tanrı arıyor.. Kul tanrı..
Madalyonun arka yüzünde ise, bir insan olarak tanrılaşma, Tanrı gibi herşeyi bilebilme ihtirası yatıyor.. Bu şeytanî ihtirasın onu getirdiği nokta ise, "Madem ki bilme işinde duyularımı kullanamıyorum, o halde ben de Allah'ı inkâr ediyorum" küfürbazlığı.
Bu, bir yönüyle cehalettir, insanın duyusal algılarının kapasitesini tanrısal (herşeyi kapsar) hale getirme, onun yetersizliğinin farkında olmamadır.
Diğer yönüyle de Allahu Teala'ya karşı haddini bilmezlik ve küstahlıktır, O'nun gibi (Tanrı gibi) "bilebilir" olma iddiasında bulunmaktır.
Evet, dangalak çocuk aslında pozitivist ve materyalist, fakat kendisini agnostik zannediyor.. Kendisinden habersiz, neyi savunduğunu bilmeyen bir ahmak.
Ya da bile bile salağa yatıyor.. Tartışmada zeytinyağı gibi daima suyun üstüne çıkabilmek için çifte standart uyguluyor.. Devekuşu gibi yük taşıması istendiğinde kuş, uçması istendiğinde deve oluyor.
*
Çocuk ne dediğinden habersiz.. Ya da habersiz görünmek, devekuşu politikası gütmek işine geliyor.. Söz konusu tartışmada insanı "düşünen bir hayvan" olarak tanımlamış durumda.. Bu, daha özel bir insan, "düşündüğünü 'zanneden' bir hayvan".
Ancak, tartışmayı video üzerinden izleyenlerin çoğunun, tartışma
hızlı bir biçimde cereyan ettiği için, Diamond’un laflarındaki düşüncesizlik, mantıksızlık,
tutarsızlık ve çelişkileri fark etmesi mümkün değil.
Peki, Diamond'un kendisi de fark edemez mi?..
Bence edebilir, ve de bile bile mantıksızlıktan yana tavır alıyor.. Kasten.
Bununla birlikte, konuşurken kendisinden emin bir görüntü veriyor, bu da onun sözlerine inandırıcılık (daha doğrusu etkileyicilik) kazandırıyor.
Tabiî bu etkileyicilik, cahil dinleyiciler için söz konusu.
*
Videonun tamamını izlemeyi düşünüyordum fakat ancak 45’inci
dakikaya kadar tahammül edebildim.