"DÜŞÜNDÜĞÜNÜ 'ZANNEDEN' BİR HAYVAN" OLARAK AGNOSTİK (BİLİNEMEZCİ AMA, NASILSA BABASINI BİLİYOR)

 



Kelamcı Fikret Çetin ile agnostik Diamond Tema’nın agnostisizm konulu tartışmasının video kaydının 45 dakikasını izledim.

İki buçuk saatlik uzun bir video.

Konuya 14’üncü dakikada giriyorlar.

Diamond Tema kendisini agnostik olarak tanımlıyormuş.

Agnostisizm, şüphecilikten (septisizm) bir şube..

Spinoza, “Şüpheciye düşen, sükuttur” der, fakat agnostik Diamond bir türlü susmuyor, vıdı vıdı edip duruyor.

Agnostisizmi de bildiğimiz türden bir agnostisizm değil, kendisinin şahsına özgü, kendisinin icat ettiği bir agnostisizm. (“Köktenci” agnostikler insan algılarından vs. de şüphe eder, zihnimiz dışındaki gerçeklik/realite ile zihnimizdeki izlenim arasında mütekabiliyet ve uygunluk olup olmadığının bilinemeyeceğini kabul ederler.. Diamond’un böyle bir şüphesi hem var, hem yok.. “Özel agnostisizm”i bu noktada çelişkili olmayı seçmiş.)

Nasrettin Hoca’ya “Hocam senin bir icadın var mı, birşey icat ettin mi?” diye sormuşlar, “İcat ettim, kar ile soğan yemeyi icat ettim, fakat ben de beğenmedim” demiş.

Bu soğan filozofu da bir icada imza atmış, kendi şahsına özgü bir agnostisizm icat etmiş.

Nasrettin Hoca’dan farkı ise, bunun, icadından memnun olması.

*

Evet, konuya 14’üncü dakikada girmişler.. 20 dakika peşrevle geçiyor, 34’üncü dakikada Fikret Çetin, Diamond’un temel çelişkisine işaret ediyor:

“Peki şunu soruyorum, birşeyin varlığının bilinebilmesi ve birşey hakkında konuşabilmemiz, hüküm verebilmemiz, onun tam tanımlanabilir olmasına mı bağlıdır diyorsun?”

Evet, aslında defolu filozofluk heveslisi tam da bunu söylüyor.. Bu soru yöneltilmeden önceki son laf-u güzafları şöyle:

“… Varlığın nesne olan, bilgi sahibi olabileceğimiz bir şey olduğu iddia edilen bütün özelliklerin ve bütün varlıkların bize farklı farklı yansımaları olduğunu söylüyorum. İnsan vücudu, beş duyu organı, hatta akıl mantık çok farklı çıkarımlarda bulunduğu için bunlar bizim çıkarımlarımızdır, çıkarımlarımızın gördüğümüz veya incelediğimiz varlığa tam anlamıyla uyduğunu söylemek ise bir zandır, bilgi değildir.”

Zan da bilgidir de, şüphe içeren, kesin olmayan bilgidir.. Şüpheli bilgi.

Diamond örnek de veriyor, mesela gemiye uzaktan baktığında küçük ve hareketsiz, yakından baktığında büyük ve hareketli görünüyormuş, bal ağıza sürüldüğünde tatlı, göze sürüldüğünde yakıcıymış.

Defolu filozofun anlayamadığı ise şu: Geminin ve balın varlığını bilmekle, özelliklerini bilmek ayrı şeydir.

Allahu Teala’nın varlığını ve birliğini bilmekle, zatını ve sıfatlarının künhünü bilmek de ayrı şeylerdir.

Geminin büyüklüğü ve küçüklüğüne gelelim.. Denizdeki geminin büyük, oyuncakçı dükkanındaki oyuncak geminin ise küçük olduğu hususu zan mıdır?!

Çocuğun ağzı laf yapıyor da, kafası bu meselelere tam basmıyor.

Tanrı'nın varlığı meselesi hakkında söylediklerine bakıldığında aslında pozitivist ve materyalist olduğu anlaşılıyor, fakat o kendisini agnostik zannediyor.

Kendisinden habersiz, neyi savunduğunu bilmeyen bir şaşkın.

*

Diamond’un yukarıya aldığımız lafı “bilgi”yi imkânsız hale getiriyor, herşeyi “zan” derekesine düşürüyor.

Böyle birinin şüpheciliğe ve agnostisizme sığınması yadırganmaz.. (İşin kötü tarafı şu ki, en adi bir eşekliğin bile isminin ardına bir "izm" eklendiğinde aptallar onu eşine az rastlanan bir felsefe boncuğu zannediyor.)

Ancak, bilgi bahsinde herşey zan üzerine kurulu değildir.

Mesela Diamond’un bir şempanze değil de insan olduğu düşüncesi zan mıdır?!

Bazı şeylerin varlığını bilmek için onu beş duyu ile algılamış ve bu sayede tam olarak tanımlayabilir hale gelmiş bulunmamız gerekmez.

Mesela, Diamond’un bir anne ve babasıının bulunduğunu bilmek için anne ve babasını tanımak, beş duyu ile yoklamak (görmek, seslerini işitmek, dokunmak, koklamak, dilimizle yalayıp tatmak) gerekmiyor.

Duyularımıza hiç başvurmadan, aklımız sayesinde, onun bir anne ve babasının bulunduğunu biliyoruz.

Ama mesela babası nasıl biridir, ahlâkı, görünüşü, yaşı vs. nedir, bunları bilemeyiz, fakat babasının insan olduğunu (bir maymun olmadığını) ve sadece bir tane babasının bulunduğunu, üç beş tane babasının olmadığını biliriz.

Hayır, zan değil, kesin olarak biliriz.

Diamond, istiyorsa bize, “Hayır, o, sizin kendi zannınız, iş bildiğiniz gibi değil” diyebilir, ona karışmayız.

Ancak, onun bu itirazı bizim bilgimize bir zarar vermez.. Onun itirazını, şüphecilik ve agnostik marka bilgisizliğini kaale almayız.

Diamond, “Öyleyse babamın şempanze değil insan olduğunu bana ispatlayın, samimi söylüyorum, ispatlarsanız inanacağım” derse, bunu da yapamayız.

Çünkü, “akıl” yoluyla ispatlanan birşeyin varlığını “duyusal algılar”a, duyuların şahitliğine bağlayan bir anguta hiçbir şeyi ispat edemezsiniz.

Bilmezliği (agnostisizmi, cehaleti) seçen birine neyi nasıl öğreteceksiniz?!

*

Evet, birşeyin varlığını bilmek için her zaman duyuların şahitliği gerekmiyor.

Allahu Teala’nın varlığı ve birliği meselesi de böyledir..

Varlığı ve birliği akıl yürütme yoluyla kesin olarak bilinir, fakat zatı ve sıfatlarının künhü “tam olarak” bilinemez.

İnsan Allahu Teala’yı zihninde de canlandıramaz.. İnsanın zihnindeki tasavvvurlar da Allahu Teala tarafından yaratılıyor. İnsan, bu evrenin bir parçasıdır, ve birşeyi zihninde ancak o güne kadar algıladığı renklerle canlandırabilir.. Daha önce görmemiş olduğumuz bir rengi zihnimizde canlandıramayız. Yine, zihinde oluşan şekiller, terkibi itibariyle yeni olsa da, aslı itibariyle evrende mevcut olan şeylerdir.. Mesela zihnimizde çok acayip bir yaratık tasavvur edebiliriz; o, evrende mevcut değilse de, rengi ve görünüşünün parçaları itibariyle evrende mevcuttur, farklılık terkiptedir.

Allahu Teala evrenin (yaratılmış varlıkların) bir parçası olmadığı, yaratıcısı olduğu için onlara benzemez, ve evrenin bir parçası olmadığı için de algılanamaz, zaman ve mekândan münezzehtir.. Yaratılmışlara benzemez.. Güneş ışığının Allahu Teala’ya değmesini ve yansıyıp bizim gözümüze gelmesini, böylece O’nu görmemizi bekleyemeyiz.. Cennetlikler Cennet’te görecekler fakat bu bilâ keyf (keyfiyetsiz, nasıllık bakımından anlaşılamaz ve açıklanamaz) ve bilâ teşbih (başka birşeye benzetilemeyecek şekilde) olacaktır.

*

Allahu Teala’nın varlığı akılla bilinir, duyusal algı ile değil.. Diamond’un babasının bir insan olduğunu, bir şempanze olmadığını, ayrıca babasının birkaç tane değil bir tane olduğunu (içinde yaşadığımız dünyanın işleyişinden hareketle) bildiğimiz gibi, Allahu Teala’nın (yaratıcının) varlığını da bu kâinatın ve varlıkların durumlarından hareketle kesin olarak biliriz.

Bunun esası şudur: Ya kâinatın kendisi tanrısal özelliklere sahip olmalıdır (yani Tanrı olmalıdır), ya da Tanrı tarafından yaratılmış olmak durumundadır.. İlk şık, kâinatın özelliklerinden dolayı geçersizdir (Ki mesela İmam Matüridî bunları Kitabü’t-Tevhîd’inde sıralar). Modern fizik de Big Bang gibi teorilerle bu noktaya gelmiş durumdadır.

Allahu Teala’nın varlığını kabul etmek istemeyenler “Big Bang öncesi belki şöyleydi, belki böyleydi” diye kendi kafalarından bir peygambersiz din ve metafizik icat edebilir, kâinatın kendisini tanrı haline getirmek için hayal güçlerini zorlayabilirler, fakat o uyduruk kâinat tanrısının ne peygamberleri, ne de indirdiği kitaplar vardır.

Yoktan, yokluktan kendi kendine var oluş düşünülemez.. Bu kâinat, Allahu Teala tarafından yoktan var edilmiştir.. Yaratılmadığını düşünenler, gözlemledikleri varlığa (kâinata) tanrılık izafe etmiş olmaktadırlar.. Ancak, tanrıları için bir yaş kabul etmek zorunda kalıyorlar, evrenin yaşı 15-20 milyar yıl filan diyorlar, böylece tanrıları tanrı olmaktan çıkıyor, yaratılmış, sonradan ortaya çıkmış birşey haline geliyor.

Ezelî olmayan, bir yaşı bulunan varlık, tanrı olamaz.. Tanrı, evren için bir başlangıç takdir eden, bir yaş takdir eden Allahu Teala’dır.

Diamond’un agnostisizmi, Allahu Teala’nın zatının ve sıfatlarının künhünün bilinemeyeceği noktasında doğru, varlığının ve birliğinin bilinemeyeceği noktasında ise yanlış.

*

Bilgi, her zaman duyusal algılar ve akıl yürütme (muhakeme) ile oluşmaz.. Bazen “doğru haber” bilgi kaynağı haline gelir.

Mesela, aklımız bize, Dünya üzerinde mutlaka Antartika diye bir kıta bulunmalıdır demiyor.. Gidip görmüş de değiliz.. Fakat Antartika’nın varlığından şüphemiz yok, çünkü onun varlığını mütevatir haberle (yalan üzerine birleşmesi mümkün olmayan bir topluluğun şahitliğiyle) biliyoruz.. Bu kadar insanın başka bir yere ait fotoğraf ve video görüntülerini Antartika diye yutturmaya çalışmış olması mümkün değildir.

Aklen mümkün” olan bir haberi “doğru kişiler” getirdiğinde, onu kabul ederiz.

*

Mesela ahiret hayatının varlığına dair bilgiye (Allahu Teala'nın varlığı ve birliği hususunun aksine) salt akıl yürütmeyle ulaşamayız.. Gelecekle ilgili bir konu olduğu için duyularımız da bu konuda bilgi vermez.. Ancak, “doğru haber” sayesinde onu biliriz.

O doğru haberi, Allahu Teala’nın indirdiği kitaplar ve peygamberler getirmiştir.. Peygamberlerin (pozitif-materyalist düzeyde sergilenen) mucizeleri, onların iddialarının doğruluğunun delilidir.. Peygamberlerle ilgili haberlerin tevatürle gelmiş olması da, o haberlerin doğruluğunun delilidir.

Mesela Kur’an, bize tevatürle intikal etmiş bir mucizedir.

Allahu Teala Kur’an’da kâfirlere, eğer inanmıyorlarsa herhangi bir surenin benzerini getirmelerini söylüyor.. Kâfirler mesela Kevser ya da İhlas Suresi’nin (Ki, birer satırdır) benzerini yazabilmiş olsalar, Kur’an’ın mucize olmadığını, Muhammed isimli bir Arap tarafından kaleme alınmış olduğunu ispatlamış olacaklar (sallallahu aleyhi ve sellem).

Fakat yapamıyorlar..

Çünkü kitap, yerlerin ve göklerin yaratıcısı, her şeye kadir olan Allah’ın kitabı.

Kullardan bir kulun kitabı değil.

Siz hiç, “Benim şiirlerimden iki satırın benzerini yazın da boyunuzun ölçüsünü görelim.. Yazamazsınız!” diye meydan okuyan bir şair gördünüz mü?

(Bugün Ahmed Gazalî'nin Hilmi Yavuz tarafından seslendirilen bir dörtlüğüne rastladım.. İlk defa.. Ve içimden ona bir nazire yazmak geldi:

"Senin gönlün dâima meshûr ve müsahhardır, mâzursun

"Gamın ne olduğunu aslâ bilmedin, mâzursun

"Ben sensiz bin gece kan yuttum

"Sen bir gece sensiz kalmadın, mâzursun."

Ahmed Gazâlî

Senin sa'yin daima meşkûr ve mutahhardır, mansûrsun,

İnhizamın ne yaptığını asla görmedin, mansûrsun,

Ben yalnız ve sessiz nice savaşlarda kan kustum,

Sen bir kere bile yalnız bırakılmadın, mansûrsun.)

*

Fikret Çetin’in sorduğu soruya dönelim:

“Peki şunu soruyorum, birşeyin varlığının bilinebilmesi ve birşey hakkında konuşabilmemiz, hüküm verebilmemiz, onun tam tanımlanabilir olmasına mı bağlıdır diyorsun?”

Diamond, “tam tanımlanabilir” olmaktan, birşeyin tüm özelliklerinin bilinip ifade ediliyor olmasını kastediyor.

Fakat bir taraftan da, bunun mümkün olamayacağını, tanımlanan nesneye dair yapılan her tespitin zan olarak kalacağını, bilgi katına yükselemeyeceğini iddia ediyor.

Zavallı çocuğun kafası karışık.. Neye inandiği, neyi savunduğu belirsiz.

Fikret’in sorusuna verdiği cevap ise şu: “Hayır, ama bu özelliği barındırmalıdır.”

Şunu demiş oluyor: “Birşeyin varlığının bilinebilmesi ve birşey hakkında konuşabilmemiz, hüküm verebilmemiz, onun tam tanımlanabilir olmasına bağlı değildir, ama bu özelliği barındırmalıdır.”

Kısaca şöyle: “Tam tanımlanabilir olmaya bağlı değildir, ama tam tanımlanabilir olma özelliğini barındırmaya bağlıdır.”

Tam tanımlanabilir olmaya bağlı değilse, o özelliği barındırmaya ne ihtiyaç var ki?!

“Yaşamak, nefes almaya bağlı değildir, fakat nefes alma özellliğini barındırmaya bağlıdır” demek gibi birşey.

Ya da şöyle: “Sınıf geçmek, öğrenip bilmeye bağlı değildir, fakat öğrenip bilme özelliğini barındırmaya bağlıdır.”

Tabiî burada Diamond’un agnostisizminin dikişleri patlıyor.

Çünkü “tam tanımlanabilir” olma, zannın sınırlarını aşıyor, kesin bilgi haline geliyor.

*

Evet, Diamond dangalağı bu noktada agnostisizme veda ediyor, pozitivist-materyalist hale geliyor.

Allahu Teala'nın varlığının ve birliğinin anlaşılması için aklî delilleri kâfi görmüyor, duyusal algılara bağlı "tam tanımlanabilirlik" şartı getiriyor.

Yani "yaratılmış" olan varlıkların özelliklerini Tanrı'da görmek istiyor.. "Yaratılmışlarla aynı özellikleri taşıyan" bir tanrı arıyor.. Kul tanrı..

Madalyonun arka yüzünde ise, bir insan olarak tanrılaşma, Tanrı gibi herşeyi bilebilme ihtirası yatıyor.. Bu şeytanî ihtirasın onu getirdiği nokta ise, "Madem ki bilme işinde duyularımı kullanamıyorum, o halde ben de Allah'ı inkâr ediyorum" küfürbazlığı.

Bu, bir yönüyle cehalettir, insanın duyusal algılarının kapasitesini tanrısal (herşeyi kapsar) hale getirme, onun yetersizliğinin farkında olmamadır.

Diğer yönüyle de Allahu Teala'ya karşı haddini bilmezlik ve küstahlıktır, O'nun gibi (Tanrı gibi) "bilebilir" olma iddiasında bulunmaktır.

Evet, dangalak çocuk aslında pozitivist ve materyalist, fakat kendisini agnostik zannediyor.. Kendisinden habersiz, neyi savunduğunu bilmeyen bir ahmak.

Ya da bile bile salağa yatıyor.. Tartışmada zeytinyağı gibi daima suyun üstüne çıkabilmek için çifte standart uyguluyor.. Devekuşu gibi yük taşıması istendiğinde kuş, uçması istendiğinde deve oluyor.

*

Çocuk ne dediğinden habersiz.. Ya da habersiz görünmek, devekuşu politikası gütmek işine geliyor.. Söz konusu tartışmada insanı "düşünen bir hayvan" olarak tanımlamış durumda.. Bu, daha özel bir insan, "düşündüğünü 'zanneden' bir hayvan".

Ancak, tartışmayı video üzerinden izleyenlerin çoğunun, tartışma hızlı bir biçimde cereyan ettiği için, Diamond’un laflarındaki düşüncesizlikmantıksızlık, tutarsızlık ve çelişkileri fark etmesi mümkün değil.

Peki, Diamond'un kendisi de fark edemez mi?..

Bence edebilir, ve de bile bile mantıksızlıktan yana tavır alıyor.. Kasten.

Bununla birlikte, konuşurken kendisinden emin bir görüntü veriyor, bu da onun sözlerine inandırıcılık (daha doğrusu etkileyicilik) kazandırıyor.

Tabiî bu etkileyicilik, cahil dinleyiciler için söz konusu.

*

Videonun tamamını izlemeyi düşünüyordum fakat ancak 45’inci dakikaya kadar tahammül edebildim.


MİLLET HAKİMİYETİNE GETİRİLMİŞ “DEĞİŞTİRİLEMEZ, DEĞİŞTİRİLMESİ TEKLİF DAHİ EDİLEMEZ” KAYIT VE ŞARTLAR

 


Selanikli Mustafa Atatürk ilke ve inkılapları iş başında: Türk kadınları özgürleştiriliyor


Türkiye’de cumhuriyet denilince ilk akla gelen “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” palavrası (Palavradır, çünkü “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddelerle kayıtlı ve şartlıdır), İslam’a göre şirk ve küfrün ta kendisidir.

Has halis, som ve saf, katkısız katıksız şirk ve küfür..

Selçuklu sultanları ve Osmanlı padişahları, “Hakimiyet kayıtsız şartsız saltanatındır” demediler.

Hakimiyetlerinin Şeriat’le (ve Şeriat’e aykırı olmayan örfle, töreyle) kayıtlı olduğunu kabul ettiler.

Uygulamadaki hatalarını zihniyet düzeyinde savunmaya kalkışmadılar.

Şayet “Hakimiyet kayıtsız ve şartsız saltanat makamınındır” demiş olsalardı, Firavun ve Nemrut durumuna düşerlerdi.

*

“Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir” palavrası ise, önce millete, “Siz ‘Tanrı-Kral’ Firavun ve Nemrut gibisiniz.. Dediğiniz dedik, öttürdüğünüz düdük.. Ağzınızdan çıkan kanundur” diyerek göstermelik yağ çekiyor, aldatmak için riyakâr dalkavukluk yapıyor.

Ardından da, “Ama bu Firavunluk yetkisi, seçtiğiniz ya da seçmiş sayıldığınız seçkinler/seçilmişler, yani yöneticileriniz eliyle kullanılır” diyor.

(Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Hak Dini Kur’an Dili’nde, Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini tefsir ederken, Yahudi ve Hristiyanlar’da haham ve papazlara verilen “rablik” konumunun laiklikle birlikte parlamentolara, milletvekillerine devredildiğini belirtiyor.)

*

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesi şöyle:

“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”

Görüldüğü gibi, devlet İslam-cı veya din-ci değil, fakat milliyet-çi..

Birileri çıkıp, millet ve milliyet kelimelerinin Arapça’daki otantik anlamları çerçevesinde farklı yorumlar ve teviller yapmasın diye, bu milliyet-çiliği bir de “mutlak” olmaktan çıkarıp Atatürk ile “kayıtlı ve şartlı” hale getirmişler.

Ne olur ne olmaz, birileri çıkıp “Kur’an müslümanlığı” tabirine benzer şekilde “Kur’an milliyetçiliği“nden de söz edebilirler diye düşünmüş olmalılar.

(Osmanlı’daki “millet sistemi” çerçevesinde Müslümanlar [Türk, Kürt, Çerkez, Arnavut, Arap, Boşnak, Laz, Gürcü vs.] tek milletti; ayrı kilise teşkilatları ve dinî liderleri bulunduğu için Rumlar, Ermeniler, Süryaniler vs. de ayrı birer millettiler. Bu anlamda milliyetçilik de ümmetçilik ya da cemaatçilik olmaktadır. Buradaki ayrım ırk, dil, bölge vs. değil, din eksenlidir.

Kısacası, hem Atatürk milliyetçiliği hem de “ata”sız Türk milliyetçiliği, millet ve milliyet kelimelerini alıp içini boşaltmış, bu kelimeleri gasp etmişlerdir.)

*

“Başlangıçta belirtilen temel ilkeler“e gelelim..

Anayasa’nın başlangıcında şunlar söyleniyor:

Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;

… Millet iradesinin mutlak üstünlüğüegemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;

Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;

(Değişik: 3/10/2001-4709/1 md.) Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;

… FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere,

TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.

*

Millet iradesi edebiyatı, anayasacılık geleneğine Fransız İhtilali‘nin bir hediyesi..

Kimi hukukçulara göre (mesela kamu hukukçusu Duguit‘ye göre), millet iradesi kavramı, içi boş bir lafazanlıktan ibarettir. Safsatadır. (Duguit’nin görüşleri için bkz. Ali Fuat [Başgil], Esasiye Hukuku Dersleri, 2. b., İstanbul: Bozkurt Matbaası, 1936, s. 199-248; Vakur Versan, Kamu Yönetimi, 10. b., İstanbul: Der Y., 1990, s. 17-22.)

Ancak, bizi işin bu yönü ilgilendirmiyor.

Bir müslüman için millet iradesi denilen şeyin de bazen bir değeri olabilir, fakat “mutlak” anlamda değil..

İslam açısından millet iradesi mutlak değil mukayyet (kayıtlı/şartlı) bir öneme sahiptir.

Millet iradesi denilen şey, İslam’da, Allahu Teala’nın emir ve yasakları ile kayıtlanmıştır.

Laik (siyasal dinsiz) Türkiye’de ise, Ali Rıza ile Zübeyde’nin (Allahu Teala’nın konumuna çıkarılıp putlaştırılan) ölmüş oğlunun ilke ve inkılapları ile kayıtlıdır.

*

Evet, İslam’a göre, Allahu Teala’ya bireysel olarak itaat etmek zorunda olan insanlar, toplanıp bir araya gelip kendilerine devlet adını verdikleri zaman keyiflerine ya da şeytanî arzularına göre davranma, Allahu Teala’yı haşa yok sayma serbestiyetine sahip olamazlar.

Tabiî bu, İslam açısından böyle.. Laik (yani siyasal dinsiz, dini olmayan) nitelikteki Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre durum farklı..

Nasıl Türkiye Cumhuriyeti’nin laik anayasası dini (İslam’ı, Allahu Teala’nın emir ve yasaklarını) kaale almıyorsa, Allahu Teala da, dininin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre reforme edilmesine ve “güncellenmesi”ne izin vermiş değildir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, derini ve yüzeyseliyle bunu böyle bilmesi gerekiyor.

Devlet (kendilerini devlet olarak gören siyasetçi ve bürokrat taifesi) kendilerini milletin “rableri” olarak görmeye kalkışmamalıdırlar.

*

Anayasa’nın başlangıcına göre “egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olması“na gelelim.

Egemenlik kelimesi sonradan baş tacı edildi, önceden hakimiyet diyorlardı: Hakimiyet bilâ kayd ü şart milletindir.

Hakimiyet, hükmetmek, hüküm sahibi olmak, hükümet mevkîinde olmak demek oluyor.

Yani “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletine aittir” sözü, (başka bir hüküm sahibi tanımama bakımından) Hz. Ali dönemi Haricîlerinin Hüküm ancak Allah’ındır sloganına karşılık geliyor.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndaki ifadenin Haricîler’in sloganından farkı, Allahu Teala’nın konumunu Türk milletine veriyor olmasından ibaret.

Haricîler’in sözü, aslında doğruydu, yaptıkları çıkarım ise yanlıştı; o yüzden Hz. Ali, Hak bir sözle batılı kast ediyorlar” demişti.

Anayasa’daki ifadeye gelince, Hz. Ali’nin yaklaşımı (daha doğrusu İslam) açısından bakıldığında, “Tamamen batıl bir sözle saf ve pür batılın kast edilmesi” demek oluyor.

*

Haricîler, Allah’tan başkasına hüküm sahibi olma imtiyazı tanımak istemediklerini söylüyorlardı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ise, bu yetkiyi yüce yaratcımız Allahu Azîmüşşan’a bile vermiyor, nerde kaldı ki Çerkez’e, Kürd’e vs. ondan bir pay versin..

Ve, içimizdeki “sınırlı sorumlu iman sahibi” birtakım sefih sapıkların ve münafıkların, buna karşı seslerini yükseltip, “Nedir bu modern Haricîlik, nedir bu Haricî rejimi?.. Burası Haricî Türkiye Cumhuriyeti Devleti mi?!” dediklerine şahit olamıyoruz.

Onlar, çağdaş Haricîler’i Arabistan’daki Vehhabîler ve Selefîler arasında aramamızı istiyorlar.

Bu “Allahsız küfür ve şirk Haricîliği rejimi”yle (Tabiî İslam açısından böyle, Türk milliyetçiliği açısından bu, muasır medeniyet anlamına geliyor) bir dertleri yok..

Haricîlerin burnumuzun dibinde, hemen yanı başımızda, sağımızda solumuzda olduğunu fark etmeyelim istiyorlar.

"Ol mahîler ki derya içredirler, deryayı bilmezler" hesabı hem kendimizden ve dünyadan habersiz yaşayıp gidelim, hem de kendimizi çok uyanık ve akıllı zannedelim diye bize maval okuyorlar.

*

Görüldüğü gibi, Anayasa’ya göre, hiçbir faaliyet, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremezmiş.

Bu hiçbir faaliyete, İslamî faaliyetler de dahil tabiî ki..

“Hiçbir faaliyet, Allahu Teala’nın emir ve yasakları, ilke ve hükümleri, dini karşısında korunma göremez” derseniz bağnaz bir yobaz oluyorsunuz.

Fakat aynı şey, Allahu Teala yerine Atatürk anılarak söylenirse, bağnazlık ve yobazlık olmaktan çıkıyor.

İslam, burada bağnazlık ve yobazlık kelimelerini kullanmıyor, böylesi bir anlayışın, şirkin (Allahu Teala’ya eşit konumda bir varlık icat etmenin) ve küfrün (gerçeği örtmenin) ta kendisi olduğunu söylüyor.

*

Bununla birlikte, Türkiye’nin hukuk düzeni, İslam’ı ve İslam’ın şirk tanımını kabul etmek zorunda değildir.

Aynı şekilde İslam da, “Birtakım sözler küfürdür, ancak o sözler Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na yazıldığı anda küfür olmaktan çıkar” şeklindeki bir ilkesizlik, kaypaklık ve oynaklıktan berîdir.

Nasıl Atatürkçüler için Atatürk ilke ve inkılaplarının doğru anlaşılması, çarpıtılıp içinin boşaltılmaması önem taşıyorsa, Müslümanlar için de İslam’ın (güncelleme veya başka bir ad altında) tahrif, tahrip ve tebdil edilmemesi en az o kadar önem taşımaktadır.


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...