O, her ne kadar bu bölgede dini
yaşama arzusu içerisinde bulunan gruplar varsa da bunların dinî şuur
düzeylerinin ve maneviyat anlayışlarının son derece düşük düzeyde olduğunu
vurgulamış, bölgenin dindar sayılan kesimlerinin geniş bahçeler içerisinde, yüksek
binalar şeklinde hankâhlar [tekke, zaviye ve dergahlar] yapmalarına,
giyim kuşamlarına [cübbe ve sarıklarına], sakallarına ve teşrifata özen göstermelerine rağmen, herhangi bir yol, yöntem (tarikat)
edinmeksizin hakikate ulaştıklarını ve hakikat ehli olduklarını
iddia ettiklerini; halbuki bir yol ve yöntem edinmeksizin hakikate ulaşmanın
mümkün olamayacağını belirtmiştir.
Çünkü usulün kaybedilmesi, vusulden
mahrumiyete götürmektedir.
Yine onun ifadesine göre, o günler
zorlu günlerdir, şeytanları azgın, zorbaları inatçıdır; kötü alimler, sadece
yemeyi düşünmekte; zalim yöneticiler, kendilerinin yapmadıklarını halktan
istemektedirler.
Sufiler ise dünya malı
ve itibarı peşinde; kalplerini dünya bürümüş, başka bir
amaçları kalmamış, hak, gözlerinde küçülmüş; korudukları tek şey; yer döşemeleri, giyim-kuşam ve
ellerinde taşıdıkları asalarıdır; yaşlılar, çocuklar ve zayıf akıllılar
gibi sesli tesbihat çekmekten öte bir eylemleri yoktur.
Bu tip sufilerde ne haramdan
koruyacak ilim, ne de dünyadan sakındıracak zühd bulunmaktadır; dünyanın
görünüşüne sarılmışlar, hankahlara ve ribatlara [tekke, zaviye ve
dergahlara] kapanmışlar, helal olsun, haram olsun sürekli bir şeylerin gelmesini
bekleyerek şişip semirmektedirler.
*
Yukarıdaki satırlar, Prof. Dr. Cağfer
Karadaş’ın Muhyiddîn İbn Arabî ve Düşünce Dünyası
adlı kitabında yer alıyor (Ankara: Otto Y.,
2018, s. 26).
Bu ifadelerin başı şöyle:
“İbn
Arabî, Ruhu'I-Kuds adlı eserinde batı
İslam dünyasının (Mağrib) [Endülüs,
Fas] sosyal hayatı ve alimlerin durumu hakkında çok geniş malumat vermektedir.”
Görüldüğü gibi, sufîler hakkındaki sözleri, sanki
Selanikli Mustafa Atatürk’ün ruhu o sırada İbn Arabî’nin içindeymiş de
konuşuyormuş gibi bir izlenim veriyor.
Bütün sufîlerin durumu nasıl böyle olabilir ki!..
Nitekim, aynı kitapta anlattıkları, yaptığı bu tespit ve
genellemeleri yalanlıyor.
Ancak, o devrin sufîlerine yönelttiği suçlamalar tam da
kendi durumuna uyuyor.
Sözünü ettiği bütün kusurlar kendisinde eksiksiz biçimde var,
fazlası da mevcut.. Onların aynasında gördüğü, kendi sahtekâr, çirkin ve pespaye suratı.
*
Adamın ne yolu yöntemi (tarikatı) var, ne zühdü.. Fakat
uydurma rüya ve keşif bol..
Dünya malı ve
itibarının peşinde; kalbini dünya
bürümüş, özellikle itibarlı, soylu, zengin ve güzel kadın..
Başka bir amacı kalmamış, hak, gözünde
küçülmüş; koruduğu tek şey; yer
döşemeleri, giyim-kuşam ve elinde taşıdığı asa olmuş.
Ancak, yaşlılar, çocuklar ve zayıf
akıllılara layık gördüğü sesli tesbihattan uzak durmuş.. Başka “eylem”lerin
peşinde koşmuş.. Mekke’nin itibarlı alimi Mekînüddîn’in güzel kızı Nizam
için aşk şiirleri yazmak, sonra da bunlara ilahî aşk tecellileri madalyası
takma hokkabazlığı sergilemek gibi..
*
Adamda ilim var, fakat haramdan
koruyacak ilim değil, haramı yalayıp yutmasını sağlayacak ilim..
Dünyadan sakındıracak zühd de yok,
zenginlerin, eşrafın, sultanların peşinden koşmuş, onlara lüzumsuz mektuplar
yazarak gözlerine girmeye çalışmış..
Hankahlara ve
ribatlara [tekke ve dergahlara] kapanmamış, uzlet ve inziva defterini yırtıp suya atmış, saraylarda
misafir edilmek, el kesesinden yiyip içmek için kırk takla atmış.
Helal olsun, haram olsun sürekli
bir şeylerin gelmesini bekleyerek şişip semirmiş.
Hayat hikayesinden anlaşılan o..
Baybars
gibi bir sultanın karşısında bile ilmin vakarını koruyan gerçek zahid İmam
Nevevî rh. a. nerdee, bu şarlatan Endülüs soytarısı nerde!
*
Karadaş’ın kitabında şu satırlar da
yer alıyor:
“İbn
Arabi İşbiliye'de iken babası tarafından dostu olan ünlü filozof
İbn Rüşd ile görüşmesi için Kurtuba'ya gönderilmiştir. Zira İbn Rüşd, manevi
alanda onun mertebe sahibi olduğunu öğrenmiş ve görüşme arzusu duymuştur.
Bu sırada henüz bıyık ve sakalı çıkmadığından İbn Rüşd ile karşılaşması
esrarengiz bir sahne içerisinde gerçekleşmiş, sadece ikisinin anladığı
karşılıklı kısa bir konuşmanın ardından vedalaşıp ayrılmışlardır. Daha sonra
ünlü filozofla ikinci defa görüşmek için babasından talepte bulunmuş ise de bu
mümkün olmamıştır.” (s. 32.)
Endülüslü
şarlatanın en büyük palavralarından biri olan bu hikayenin saçmalığını başka
bir yazıda tartışma konusu yapmıştık, o yüzden üzerinde durmayacağız.
İbn Rüşd, daha bıyığı bile terlememiş 15 yaşındaki çocuğun manevi alanda mertebe sahibi olduğunu duymuşmuş da başka bir şehirden yanına getirtmişmiş..
O devirde
Arabistan, Anadolu ve Suriye niree, Endülüs nire!.. İddiayı sorgulamak ve teyit
ettirmek mümkün değil ya, salla gitsin! At martini Debreli Hasan, dağlar
inlesin!
Bu soytarının bütün hayat hikayesi kendi anlattıkları üzerine kurulu.. Bozacının şahidi yine bozacının kendisi, şıracı bile değil.
*
Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri adlı kitabında, İslam dünyasına yerleştirilen ve alim ya da mutasavvıf gibi gösterilen ajanlardan söz ediyor.
Yine, meşhur seyyah ve tebliğci Abdürreşid
İbrahim de Âlem-i İslam adlı hatıratında, Hindistan’da
karşılaştığı mutasavvıf/derviş görünümlü bir Rus ajanından bahsediyor.
Mevlana,
Mesnevî’nin birinci cildinde, Hristiyanların akidesini bozmak
için zühd ü takva sahibi hristiyan gibi görünen bir yahudi bilgininin hilesini anlatır.. Ölmeden
önce, "Benden sonra yerime sen geçeceksin" diyerek 10 kadar talebesine ayrı ayrı görüşler telkin etmiş, fitne ve fesat, fikir
ayrılığı ve tefrika çıkmasına neden olmuştur.
İbn
Arabî zındığının durumu bu örneklerdeki gibi mi, bilmiyoruz, birşey diyebilmek için elimizde veri yok. Bununla birlikte, ancak öyle bir misyonla çalışan ajan ve fitneci
münafıkların yapabilecekleri bozgunculuk ve tahrifatı en üst düzeyde
gerçekleştirmiş durumda..
Bunu,
köşeye sıkıştığında suret-i haktan gelerek, “usûl”ü tersyüz ederek, hak ile
batılı karıştırarak, sahte keşf ve rüya hikayeleri anlatarak yapmış
durumda.
Öyle
böyle değil, büyük zındık!
*
Karadaş’ı
dinlemeye devam edelim:
Böylece birçok yer gezen İbn Arabi yaşı ilerleyince 617/1220 yılında Halep şehrine uğrayarak tahminen 618/1221 veya 619/1222 yılında Şam'a (Dımaşk) gelmiş ve sürekli olmak üzere buraya yerleşmiştir.
Belki de İbn Arabi’yi buraya çeken önemli sebeplerden biri, sufilerin burada adeta 'sultan' muamelesi görmeleridir. Çünkü sufiler burada dünya sıkıntısı ve geçim derdinden uzakta, cennet bahçelerini andıran saray benzeri yerlerde yaşamaktadırlar.
İkinci bir sebep ise burada Mağriblilere [Endülüslülere]
çok itibar edilmektedir. Bunun en güzel örneği sultan Nureddin'in; Maliki
zaviyesinde kalan Mağribliler için yıllık geliri beş yüz dinarı bulan bir
vakıf bağışlaması ve böylelikle onların barınak ve yiyecek ihtiyaçlarını
karşılamasıdır.
Öte yandan Mağriblilere şehir halkının ileri derecede
güven duyduğu görülür. Bu yüzden bahçıvanlık, hizmetçilik, hamamda elbise
bekçiliği, değirmen işçiliği, çocukları okula götürme gibi işlerde
güvenilirlikleri dolayısıyla hep Mağribliler tercih edilmektedir.
Üçüncü bir neden ise şehre gelen yabancılar eğer
hayırlı yolda iseler dilenmek gibi bir onursuzluğa uğratılmaksızın bütün
ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Bu yüzden olacak ki [Endülüslü gezgin] İbn
Cubeyr kitabında, "Mağribli hemşehrilerimizden kim rahata kavuşmak
istiyorsa buraya göç etsin" diye bir çağrıda bulunmaktadır.
İbn Arabi, bilinen ve bilinmeyen bütün bu sebeplerden
dolayı Şam'a yerleşmiştir. (s. 40-41.)
Adam işini biliyor, postu nereye sereceğinin hesabını iyi yapmış.. Nerde beleş, orda yerleş!..
Bedava sirke baldan tatlıysa, bedava balın
tadı nasıl olur, varın siz hesaplayın..
*
Evet, Endülüslü soytarının zühd sofrasında görmek
istediği herşey Şam’da onu bekliyormuş.. Dünyaya sırt çevirmiş ya, Şam’a
yerleşmesi lazım.
Ama bu zühd sofrasında eksik olan birşey var, kuş
sütü, yani hareme dahil edilecek olan bir eşraf kızı..
Şehrin ileri gelenlerinden, hali vakti yerinde, parası bol,
makam mevki sahibi bir kalantorun kızıyla evlenmezsen zühdden ne hayır
gelir!
Doğal olarak Endülüslü şarlatan soytarı zühd
duvarındaki o eksik altın kerpici de tamamlamış, şehrin Malikî kadısının
kızıyla evlenmiş.