VAR SENİN ELBETTE FESADIN KANDEDİR

 













Diyanet’in bugünkü (12 Temmuz 2024 tarihli) cuma hutbesinin ana konusu FETÖ ve 15 Temmuz idi. (Yan konu ise Kerbela.)

Hutbenin Türkçe kısmı şu cümleyle başlıyordu:

Okuduğum ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Onlara, ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde, ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Hâlbuki onlar fesatçıların ta kendileridir. Lâkin onlar anlamak istemezler.”

Daha sonra şu söyleniyordu:

“Önümüzdeki Pazartesi günü Yüce Rabbimizin yardımı, devletimizin dirayeti, milletimizin cesaretiyle küresel şer odaklarına ve onların taşeronluğunu yapan FETÖ’ye karşı elde ettiğimiz destansı zaferimizin sekizinci yıl dönümü.

Görüldüğü gibi, küresel şer odakları Diyanet’in hutbesinin konusu olabiliyor, fakat Şer’-i şerîf olamıyor.

(Kötülük anlamındaki şerden farklı olarak şerîat anlamındaki şer’de fazladan bir “ayn” harfi var.. Bu harf Türkçe’de mevcut değil.. Şerrun/eş-şerru başka, şer’un/eş-şer’u [şerîat] başkadır.)

Siz hiç Şeriat konulu hutbe dinlediniz mi?. Dinleyebildiniz mi?

Anlaşıldığı kadarıyla Diyanet personelinin şerre ayıracak vakti bol, fakat Şer’a ayıracak vakti yok. (Ya da izinleri yok.)

Sen bana küresel şer odaklarından bahsediyorsun, iyi güzel, fakat yerli-milli şer odaklarından ne haber?

*

FETÖ’nün (Fethullahçı Takiyye Örgütü’nün) son tahlilde bir fesat hareketi olduğu doğrudur.

Dini laik (siyasal dinsiz) devletin ve küresel şer odaklarının (Adını da koyalım, NATO, Avrupa Birliği, Vatikan) arzusu doğrultusunda aheste aheste, kimseyi ürkütmeden, suret-i haktan gelerek güncelliyordu.

Kendisini “Siyasal İslam’ın potansiyel terörizmine karşı İslam’ın gülen yüzü durumundaki hizmet ve güzel ahlâk hareketi” olarak lanse ediyordu.

İddiasına göre, Anadolu irfanını temsil ediyordu.

Ne Arab’ın selefîliği ve Vehhabîliği, ne Acem’in (Yemen’in Husiler’inde görülen türden) Şiîliği, ne de Taliban’ın cihatçılığı ile ilgisi vardı.

Anadolu'nun bağrından çıkmış olan bu hareket İslamcı değildi, Siyasal İslam'a karşıydı.

Onlar muhabbet fedaileriydi.

Asr-ı saadet simülasyonu demek olan tuhaf nostaljilere onların kitabında yer yoktu.

İslam'ı çakma İbrahimîliğin hoşgörü kazanında kaynatarak donmuşluk ve tutukluktan kurtarıyor, çağa uygun hale getiriyorlardı.

Bu, yerli-milli Anadolu irfanı demekti.

*

Gel gör ki, Diyanet’in bu son hutbesinde, “Anadolu irfanı”ndan da bahsediliyordu.

Hutbede yer alan bir cümle şöyle:  Milletimizin mayası olan ve dini hayatımızı ayakta tutan Anadolu irfanına sahip çıkalım.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin Şam bölgesi (Suriye, Ürdün, Lübnan, Filistin) ve Yemen hakkında hadîsi var, fakat bilad-ı Rum (Anadolu) hakkında yok.

Demek ki Diyanet de, FETÖ gibi Şam irfanını ve Yemen irfanını beğenmiyor.

Gezdim (U)rum ile Şam’ı,

Yukarı illeri kamu,

Çok istedim bulamadım,

Şöyle garip bencileyin.

*

FETÖ, küresel şer odaklarının himayesinde yurtdışında gelişip büyüyen ve Türkiye’ye sirayet eden bir hareket değildi.

Tam aksine, onun gerisinde Genelkurmay’ın Özel Harp Dairesi ve MİT vardı.

Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı olarak hizmet vermiş olan Korgeneral İsmail Hakkı Pekin, Fethullah Gülen ile Mehmet Şevket Eygi’nin Özel Harb’ın adamı olduklarını açıklamıştı.

Yine, Fethullah’ın çok yakınında bulunmuş olan isimlerden Latif Erdoğan da bu hareketin bir CIA-MİT projesi olduğunu ifade etmişti.

Dolayısıyla, bu fesat hareketinin küresel şer odaklarının yanı sıra bir yerli-milli ayağı da var.

Ancak Diyanet, hutbede yerli-milli şer odaklarından nedense bahsetmiyor.

Niye ki acep?


DEMOKRASİ MÜNAFIKLARIN REJİMİDİR, ÇÜNKÜ MÜNAFIKLIK REJİMİDİR

 













Birçok ülkede sahte demokratlık diyebileceğimiz bir olgunun ortaya çıktığını, “demokrasi münafıklığı”nın sahnelendiğini görüyoruz.

Küresel ölçekte de böyle.

Mesela ABD, rahatça sömürdüğü Suudi Arabistan’da, Mursi’yi darbe ile deviren Mısır’da demokrasinin olup olmamasını önemsemiyor, hiçbir zaman önemsemedi, fakat Afganistan’a demokrasi götürmek için bütün bir NATO’sunu (Türkiye de dahil olmak üzere) peşine takıp Afgan halkının üstüne “çullandı”.

Afganistan’a demokrasi götürmeyi başarsaydı, sadece kendisinden vize alanların (demokrasiye iman ettiklerini beyan ederek) partileşip seçimlere katılabildikleri, “İslamcı değiliz, müslümanız” demeyi kabul etmeyen Taliban gibi oluşumların önünün ise yasal engellerle kapatıldığı bir düzen kurar, muradına ererdi.

Bugünün demokratları, birilerinin “demokratik yoldan gelip demokrasiyi rafa kaldıracağı” iddiasıyla bizzat kendileri demokrasiyi yok edebiliyorlar.

Yani demokratlığı muhataplarından bekliyorlar, kendilerini ise bununla kayıtlı kabul etmiyorlar.

Bu olguya “demokrasi münafıklığı” demek yerinde olur.

Ve bu olgu, eskiden sadece “demokrasisi gelişmemiş” ülkelere özgü bir durum gibi görünüyordu, bugünse ABD başta olmak üzere bütün bir Batı dünyasının dış politikasının temeli haline gelmiş bulunuyor.

*

Buna karşılık İslam, İslamî ilkelerin uygulanmasını İslam düşmanlarından değil, bizzat inananlardan ister.

Mesela Selahaddin-i Eyyubî Kudüs’ü fethettiğinde Hıristiyan halka karşı katliam ve zulüm uygulamadı.

Oysa şöyle diyebilirdi: “Onlar bizim yerimizde olsalar yaparlardı, o halde biz de yapmalıyız.”

Bu bir vehim olarak nitelendirilemezdi, çünkü geçmişte Haçlılar Kudüs’ü işgal ettiklerinde bunu fazlasıyla gerçekleştirmişlerdi.

Fakat Selahaddin-i Eyyubî, İslamî ilkelere uymakla sorumlu olarak muhataplarını değil, kendisini görüyordu.

*

Olduğu gibi görünüp göründüğü gibi olmak önemlidir ve bunun aksi tutumun İslamî terminolojideki karşılığı münafıklıktır.

Demokrasiyi benimsemediği halde konjonktür gereği demokrasiyi (bütün kurum ve kurallarıyla) savunmak da, dürüstlükten uzak bir tavırdır ve münafıklık kavramını akla getirmektedir.

Türkiye’de demokrat ve halkçı geçinenlerin geçmişte yaptıkları demokrasi savunuculuğunun samimiyetten yoksun olduğunu ve demokrasi münafıklığı yaptıklarını “darbeler tarihi” gösterdi. 

Aynı şekilde Batılılar’ın da demokrasi konusunda çifte standart sergiledikleri, çıkarlarına uygun düşmeyen demokratik hükümetlerin darbelerle devrilmesi için ellerinden geleni yaptıkları biliniyor.

Son örnek, Türkiye’deki hain 28 Şubat.

O sürecin lokomotifi ABD ve İsrail’di, yurtiçindeki dinamosu ise MİT’ti.

Müyesser Yıldız şunları yazmıştı:

28 Şubat davasının 106 celsesinden 103’ünü izlemişbinlerce sayfalık klasörleri okumuş birisi olarak hemen şunu belirteyim:

Sermayeyi renklere ayıran TSK değil MİT’ti. Dahası “irtica” raporlarını hazırlayan, önce dönemin Cumhurbaşkanı merhum Süleyman Demirel’e, ardından Genelkurmay’a ve nihayetinde MGK’ya brifingler veren, özetle “28 Şubat”ın düğmesine basan da MİT’ti.

[https://muyesseryildiz.com/2022/05/10/kozmik-odada-fetocu-28-subatta-degil-oyle-mi/]

*

28 Şubat hedefine ulaştı ve MİT’in, ülke içindeki operasyonları için yurtdışından akıl ve destek almasına ihtiyaç kalmadı.

Görebildiğim kadarıyla şimdi bütün mesailerini şu noktalara teksif etmiş durumdalar:

Tarikatçıların Selanikli Mustafa Atatürk gibi boş kurtçu ya da yoz kurtçu olması, “İslam’ın güncellenmesi” dolmasının “dindar”lara yutturulması, “İslamcılığa karşı yani İslam’dan taraf olmayan” bir müslümanlık tanımının “içindeki çocuğu öldürmemiş” ve dolayısıyla çocuk akıllı kalmış kazık kadar angut heriflere benimsetilmesi, laikliğin yani siyasal dinsizliğin İslam’a aykırı olmadığı fakat Şeriat’in yani İslam hukukunun -güncellenmemiş olduğu için- İslam’a aykırı olduğunun kabul ettirilmesi, ahlâk adına LGBT’cilik de dahil olmak üzere her sapıklığın önünde secdeye kapanılmasının kibarlık, incelik ve nezaket olarak gösterilmesi fakat böyle bir ahlâk kalpazanlığının önünü kestiği için Şeriatçılığın kabalık olarak nitelendirilmesi..

Özetle İslam’ın içinin boşaltılması, laiklik (siyasal dinsizlik) tarafından istismar edilebilecek öğelerine müsaade edilmesi fakat laik rejim için tehlikeli olabilecek yönlerinin ise unutturulması, unutturulamıyorsa itibarsızlaştırılması, İslam’ın (laik dinsizlik tarafından keşfedilmiş olan sözde) ruhuna uygun olmamakla suçlanması.

*

Müslüman olmanın ne anlama geldiğini bilen bir müslümanın, yani İslâm’ı bütünüyle benimsemiş bir insanın, demokrasiyi bütün kurum ve kurallarıyla benimsemesi mümkün değildir.

Ancak, çoğunluğun tercihlerinin yasalaştığı bir düzenin, yani demokratik bir sistemin, müslümanların ekseriyeti teşkil ettikleri bir toplumda onlar için faydalı sonuçlar üretebileceği izahtan varestedir.

Demokrasi, böyle işletilmesi, yani demokrasinin korunması adına yasaklarla demokrasiciliğe/demokrasizme dönüşmeyip demokrasi olarak kalması durumunda, hristiyan bir toplumda Hristiyanlar’a, budist bir toplumda Budistler’e, ateist bir toplumda ateistlere hizmet edecektir.

Ancak böyle olmuyor, “İslamcı/islamist değilim, müslümanım” diyenlerin haddi hesabı yokken, bir kişi bile çıkıp “Demokrasist değilim, demokratım” demiyor.

Evet, Türkiye gibi ülkelerde demokrasi değil, demokrasizm/demokrasicilik vardır.. Demokrasinin kendisi yoktur, ve hiçbir zaman olmamıştır.

Müslüman olduğunu söyleyen bir insan, müslüman olmanın ne anlama geldiğini biliyorsa, ülkemizde oynanan demokrasizm tiyatrosuna tepki göstermek, bunun bir aldatmaca olduğunu söylemek zorundadır.

Ancak, müslüman olmak, değil demokrasizme, has halis (münafıklık yapmayan, çifte standart uygulamayan, göstermelik bir tiyatro oyunu olmayı kabul etmeyen) gerçek demokrasiye de karşı olmayı gerektirir.

Çünkü demokrasi, Müslümanlar’ın azınlıkta bulundukları bir toplumda, siyasal süreçlerin “Allah’ın indirdiği”nin aleyhine işlemesine yol açar.

Sadece bu bile, bir müslümanın neden demokrat olamayacağını gösterir. Fakat bu, sadece müslümanlar için değil, her dünya görüşü mensubu için geçerlidir.

Bunun için, demokrat olduklarını iddia edenlerin çok büyük çoğunluğu gerçekte demokrat değildir, anti-demokrat demokrasisttirler.

*

Bununla birlikte, bir müslümanın demokrasi konusundaki tutumu ve kanaati pragmatik gerekçelere ve konjonktürel şartlara değil, ilkelere göre şekillenmek durumundadır.

İslam’ın, halkın seçimi, tercihi ve onayına bırakılamayacak “doğru”ları vardır ve bu nedenle demokrasi ile İslam asla bağdaşmaz.

Buna karşılık, kendi resmî ideolojisini tahkim eden bir düzeni “demokrasinin tezahürü” olarak kabul eden rejimler, bir yandan anayasalarına “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilkeler yerleştirirken, diğer yandan da halktan, kendi kendilerini yönettiklerine inanmalarını istemektedirler.

Bu tutumu benimseyenlerin, “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilkelerinin baştan benimsenmesi durumunda İslam’ın da has halis bir demokrasi sayılabileceğini kabul etmeleri mantıken kaçınılmazdır, ama buna rağmen, bir müslümanın gönlü ikiyüzlülük ve çifte standart olarak da yorumlanabilecek böylesi bir tutumu savunmayı kabul edemez.

*

Demokrasiyi benimsemediği halde konjonktür gereği demokrasiyi savunmak, dürüstlükten uzak bir tavırdır ve münafıklık kavramı ile ifade edilmeyi hak etmektedir.

Bugünün “ulusalcı laikler”inin geçmişte yaptıkları demokrasi savunuculuğunun samimiyetten yoksun olduğunu ve demokrasi münafıklığı yaptıklarını (demokrat değil sahtekâr demokrasist olduklarını) zaman gösterdi.

Aslına bakılırsa onların cumhuriyetçi oldukları bile şüphelidir.

Buna karşılık, bir müslümanın, yani İslâm’ı bütünüyle benimsemiş bir insanın da, demokrasiyi bütün kurum ve kurallarıyla kabul etmesi gerçekte mümkün değildir.

*

Demokrasinin sadece münafıklık değil, tutarsızlık, sözünde durmama ve “maç devam ederken oyunun kurallarını değiştirme” rejimi olduğu kesindir.

Üniversitede anayasa hukuku dersinde “parti yasaklama rejimi”nden söz edilirken bize verilen örnek, Almanya’daki ırkçı partilere karşı sürdürülen uygulamaydı ve tam da bu, “maç devam ederken oyunun kurallarını değiştirme” olayına karşılık geliyordu.

Buna göre, şayet söz konusu ırkçı partiler kayda değer bir oy oranına ulaşamıyorsa onların varlığına göz yumuluyor, bir halk tabanına sahip olmaları durumunda ise kapatılıyorlardı.

Yani, demokratik destekten yana nasipleri artınca, demokrasiden mahrum hale geliyorlardı.

*

Aynı şey, Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında merkez sağ ve sol dışındaki partilere karşı yapılmıştı.

Yüzde 10 barajı getirilmiş, bu partilerin önleri kapatılmıştı.

1991 yılında Refah Partisi, ancak MHP ile ittifak yaparak barajı aşabilmişti. Bu, tek başına kendisinin başarısı değildi.

1995’te barajı bir başına geçip en büyük demokratik desteğe sahip parti olunca, 28 Şubat’ın hışmına uğramaktan ve kapatılmaktan kurtulamadı.

Yerine Fazilet Partisi kuruldu. O da, aynı akıbete uğradı, kapatıldı. Halk desteğinin aşırısı zararlıydı.

Bu arada Fazilet milletvekillerinin önemli bir bölümü yeni kurulan AK Parti’ye gidip aşkla ve şevkle gömlek değiştirdiler.. TBMM’deki koltukların rahatına alışmışlardı.

Fazilet’in yerine kurulan Saadet Partisi ise, 2002 seçimlerinde tüm oyların yüzde 2’sini ancak alabildi.. Bu oran, oyların zekâtı bile değildi.

Kısa vadede (hatta uzun vadede) barajı aşamayacağı anlaşıldığı için kapatılmadı.

“Bırakalım, durdukları yerde ot yolsunlar ya da otlasınlar” denildi..

Çıkmayan candan umut kesilmez, halihazırda, yanık bir sesle “Vallahi de billahi de İslamcı değiliz, saf gariban müslümanlarız” türküsünü söyleyerek ot yolmaya devam ediyorlar.

*

28 Şubat’ın Prof. Necmettin Erbakan liderliğindeki Millî Görüş hareketini bir silindir gibi ezip geçmesi sayesinde ortaya çıkan AK Parti iktidarının Türkiye Müslümanları’nın hayatını kolaylaştıracak birçok adım attığı bir gerçek.

Ancak, madalyonun bir de arka yüzü var; ön yüzde amelî (eylemsel) rahatlık, fazla görünmeyen arka yüzde ise, itikadî ve söylemsel savruluş, çöküş ve çözülüş, zübük büzülüş ve büzüklüğü yer alıyor.

Ne yazık ki AK Parti iktidarı döneminde, önceden İslamcı/Şeriatçı olduğunu söyleyen birçok kişi (hatta cemaatler, “tasavvufsuz tarikat”lar) ideolojik açıdan laik ve demokrat hale geldiler.

Kuşkusuz AK Parti bunu zorla yapmadı, kimseye “Laikliği benimsemek, demokrasiye iman etmek zorundasınız” demedi.. İnsanları (derin devletin yönlendirmesiyle) buna davet ettiler ve birileri de “menfaat gereği” bu davete icabet ettiler.

Dolayısıyla, AK Parti’nin çağrısına uyup laiklik ve demokrasi havarisi haline gelen birey ve cemaatlerin, İslamcılıktan/Şeriatçılıktan vazgeçenlerin, ahirette hesap verirken herhangi bir mazeret gösterebilmeleri, suçu başkalarına yükleyebilmeleri mümkün değil..

Vebal, kendi veballeri.

Bununla birlikte AK Parti (ve lideri Erdoğan), yaptığı davetle, o laikleşip demokratlaşan kitlelerin vebaline ortak olmuş durumda.

AK Parti liderliği (lider ve etrafındaki [eskisi ve yenisiyle] “mele’” topluluğu) kendi veballeriyle birlikte o laikleşip demokratlaşan kitlelerin vebalini de yüklenmiş bulunuyor.

 

DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...