Birçok ülkede sahte demokratlık
diyebileceğimiz bir olgunun ortaya çıktığını, “demokrasi münafıklığı”nın
sahnelendiğini görüyoruz.
Küresel ölçekte de böyle.
Mesela ABD, rahatça sömürdüğü Suudi
Arabistan’da, Mursi’yi darbe ile deviren Mısır’da demokrasinin olup
olmamasını önemsemiyor, hiçbir zaman önemsemedi, fakat Afganistan’a
demokrasi götürmek için bütün bir NATO’sunu (Türkiye de dahil
olmak üzere) peşine takıp Afgan halkının üstüne “çullandı”.
Afganistan’a demokrasi götürmeyi
başarsaydı, sadece kendisinden vize alanların (demokrasiye iman
ettiklerini beyan ederek) partileşip seçimlere katılabildikleri, “İslamcı
değiliz, müslümanız” demeyi kabul etmeyen Taliban gibi oluşumların önünün
ise yasal engellerle kapatıldığı bir düzen kurar, muradına ererdi.
Bugünün demokratları, birilerinin “demokratik
yoldan gelip demokrasiyi rafa kaldıracağı” iddiasıyla bizzat kendileri demokrasiyi yok edebiliyorlar.
Yani demokratlığı muhataplarından
bekliyorlar, kendilerini ise bununla kayıtlı kabul etmiyorlar.
Bu olguya “demokrasi münafıklığı”
demek yerinde olur.
Ve bu olgu, eskiden sadece “demokrasisi
gelişmemiş” ülkelere özgü bir durum gibi görünüyordu, bugünse ABD başta olmak
üzere bütün bir Batı dünyasının dış politikasının temeli haline gelmiş
bulunuyor.
*
Buna karşılık İslam, İslamî ilkelerin uygulanmasını İslam düşmanlarından değil,
bizzat inananlardan ister.
Mesela Selahaddin-i Eyyubî Kudüs’ü
fethettiğinde Hıristiyan halka karşı katliam ve zulüm uygulamadı.
Oysa şöyle diyebilirdi: “Onlar bizim
yerimizde olsalar yaparlardı, o halde biz de yapmalıyız.”
Bu bir vehim olarak nitelendirilemezdi,
çünkü geçmişte Haçlılar Kudüs’ü işgal ettiklerinde bunu fazlasıyla
gerçekleştirmişlerdi.
Fakat Selahaddin-i Eyyubî, İslamî
ilkelere uymakla sorumlu olarak muhataplarını değil, kendisini görüyordu.
*
Olduğu gibi görünüp
göründüğü gibi olmak önemlidir ve bunun aksi tutumun İslamî terminolojideki
karşılığı münafıklıktır.
Demokrasiyi benimsemediği
halde konjonktür gereği demokrasiyi (bütün kurum ve kurallarıyla)
savunmak da, dürüstlükten uzak bir tavırdır ve münafıklık kavramını akla
getirmektedir.
Türkiye’de
demokrat ve halkçı geçinenlerin geçmişte yaptıkları demokrasi savunuculuğunun
samimiyetten yoksun olduğunu ve demokrasi münafıklığı yaptıklarını
“darbeler tarihi” gösterdi.
Aynı şekilde Batılılar’ın da demokrasi
konusunda çifte standart sergiledikleri, çıkarlarına uygun düşmeyen
demokratik hükümetlerin darbelerle devrilmesi için ellerinden geleni
yaptıkları biliniyor.
Son örnek, Türkiye’deki hain 28 Şubat.
O sürecin lokomotifi ABD ve İsrail’di, yurtiçindeki dinamosu
ise MİT’ti.
Müyesser Yıldız şunları
yazmıştı:
28 Şubat davasının 106 celsesinden 103’ünü izlemiş, binlerce
sayfalık klasörleri okumuş birisi olarak hemen şunu belirteyim:
“Sermayeyi renklere ayıran” TSK değil MİT’ti. Dahası “irtica” raporlarını
hazırlayan, önce dönemin Cumhurbaşkanı merhum Süleyman Demirel’e, ardından
Genelkurmay’a ve nihayetinde MGK’ya brifingler veren, özetle “28
Şubat”ın düğmesine basan da MİT’ti.
[https://muyesseryildiz.com/2022/05/10/kozmik-odada-fetocu-28-subatta-degil-oyle-mi/]
*
28 Şubat hedefine ulaştı ve MİT’in, ülke içindeki operasyonları için
yurtdışından akıl ve destek almasına ihtiyaç kalmadı.
Görebildiğim kadarıyla şimdi bütün mesailerini şu noktalara teksif etmiş durumdalar:
Tarikatçıların Selanikli Mustafa Atatürk gibi boş kurtçu ya da yoz kurtçu olması,
“İslam’ın güncellenmesi” dolmasının “dindar”lara yutturulması, “İslamcılığa
karşı yani İslam’dan taraf olmayan” bir müslümanlık tanımının “içindeki
çocuğu öldürmemiş” ve dolayısıyla çocuk akıllı kalmış kazık kadar angut heriflere
benimsetilmesi, laikliğin yani siyasal dinsizliğin İslam’a aykırı
olmadığı fakat Şeriat’in yani İslam hukukunun -güncellenmemiş olduğu
için- İslam’a aykırı olduğunun kabul ettirilmesi, ahlâk adına LGBT’cilik
de dahil olmak üzere her sapıklığın önünde secdeye kapanılmasının kibarlık,
incelik ve nezaket olarak gösterilmesi fakat böyle bir ahlâk kalpazanlığının
önünü kestiği için Şeriatçılığın kabalık olarak nitelendirilmesi..
Özetle İslam’ın içinin boşaltılması, laiklik (siyasal dinsizlik) tarafından
istismar edilebilecek öğelerine müsaade edilmesi fakat laik rejim için
tehlikeli olabilecek yönlerinin ise unutturulması, unutturulamıyorsa
itibarsızlaştırılması, İslam’ın (laik dinsizlik tarafından keşfedilmiş olan sözde) ruhuna
uygun olmamakla suçlanması.
*
Müslüman olmanın ne anlama geldiğini bilen bir müslümanın, yani İslâm’ı
bütünüyle benimsemiş bir insanın, demokrasiyi bütün kurum ve kurallarıyla benimsemesi mümkün değildir.
Ancak, çoğunluğun tercihlerinin yasalaştığı bir düzenin, yani demokratik
bir sistemin, müslümanların ekseriyeti teşkil ettikleri bir
toplumda onlar için faydalı sonuçlar üretebileceği izahtan
varestedir.
Demokrasi, böyle işletilmesi, yani demokrasinin korunması adına
yasaklarla demokrasiciliğe/demokrasizme dönüşmeyip demokrasi olarak
kalması durumunda, hristiyan bir toplumda Hristiyanlar’a, budist bir toplumda
Budistler’e, ateist bir toplumda ateistlere hizmet edecektir.
Ancak böyle olmuyor, “İslamcı/islamist değilim, müslümanım” diyenlerin
haddi hesabı yokken, bir kişi bile çıkıp “Demokrasist değilim, demokratım”
demiyor.
Evet, Türkiye gibi ülkelerde demokrasi değil, demokrasizm/demokrasicilik
vardır.. Demokrasinin kendisi yoktur, ve hiçbir zaman olmamıştır.
Müslüman olduğunu söyleyen bir insan, müslüman olmanın ne anlama geldiğini
biliyorsa, ülkemizde oynanan demokrasizm tiyatrosuna tepki göstermek,
bunun bir aldatmaca olduğunu söylemek zorundadır.
Ancak, müslüman olmak, değil demokrasizme, has halis (münafıklık
yapmayan, çifte standart uygulamayan, göstermelik bir tiyatro oyunu olmayı
kabul etmeyen) gerçek demokrasiye de karşı olmayı gerektirir.
Çünkü demokrasi, Müslümanlar’ın azınlıkta bulundukları
bir toplumda, siyasal süreçlerin “Allah’ın indirdiği”nin aleyhine
işlemesine yol açar.
Sadece bu bile, bir müslümanın neden demokrat olamayacağını gösterir. Fakat
bu, sadece müslümanlar için değil, her dünya görüşü mensubu için geçerlidir.
Bunun için, demokrat olduklarını iddia edenlerin çok büyük çoğunluğu
gerçekte demokrat değildir, anti-demokrat demokrasisttirler.
*
Bununla birlikte, bir müslümanın demokrasi konusundaki tutumu ve kanaati pragmatik gerekçelere ve konjonktürel şartlara değil, ilkelere göre şekillenmek durumundadır.
İslam’ın, halkın seçimi, tercihi ve
onayına bırakılamayacak “doğru”ları vardır ve bu
nedenle demokrasi ile İslam asla bağdaşmaz.
Buna karşılık, kendi resmî ideolojisini tahkim
eden bir düzeni “demokrasinin tezahürü” olarak kabul eden
rejimler, bir yandan anayasalarına “değiştirilemez, değiştirilmesi
teklif dahi edilemez” ilkeler yerleştirirken, diğer yandan da
halktan, kendi kendilerini yönettiklerine inanmalarını istemektedirler.
Bu tutumu benimseyenlerin, “değiştirilemez, değiştirilmesi
teklif dahi edilemez” ilkelerinin baştan benimsenmesi durumunda İslam’ın da has halis bir
demokrasi sayılabileceğini kabul etmeleri mantıken kaçınılmazdır,
ama buna rağmen, bir müslümanın gönlü ikiyüzlülük ve
çifte standart olarak da yorumlanabilecek böylesi bir tutumu savunmayı kabul
edemez.
*
Demokrasiyi
benimsemediği halde konjonktür gereği demokrasiyi savunmak, dürüstlükten
uzak bir tavırdır ve münafıklık kavramı ile ifade edilmeyi hak
etmektedir.
Bugünün
“ulusalcı laikler”inin geçmişte yaptıkları demokrasi savunuculuğunun
samimiyetten yoksun olduğunu ve demokrasi münafıklığı yaptıklarını (demokrat
değil sahtekâr demokrasist olduklarını) zaman gösterdi.
Aslına
bakılırsa onların cumhuriyetçi oldukları bile şüphelidir.
Buna
karşılık, bir müslümanın, yani İslâm’ı bütünüyle benimsemiş bir insanın da,
demokrasiyi bütün kurum ve kurallarıyla kabul etmesi gerçekte
mümkün değildir.
*
Demokrasinin sadece münafıklık
değil, tutarsızlık, sözünde durmama ve “maç devam ederken oyunun kurallarını
değiştirme” rejimi olduğu kesindir.
Üniversitede anayasa hukuku dersinde “parti
yasaklama rejimi”nden söz edilirken bize verilen örnek, Almanya’daki ırkçı
partilere karşı sürdürülen uygulamaydı ve tam da bu, “maç devam ederken oyunun
kurallarını değiştirme” olayına karşılık geliyordu.
Buna göre, şayet söz konusu ırkçı partiler kayda değer bir oy oranına ulaşamıyorsa
onların varlığına göz yumuluyor, bir halk tabanına sahip olmaları
durumunda ise kapatılıyorlardı.
Yani, demokratik destekten yana
nasipleri artınca, demokrasiden mahrum hale geliyorlardı.
*
Aynı şey, Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi
sonrasında merkez sağ ve sol dışındaki partilere karşı yapılmıştı.
Yüzde 10 barajı getirilmiş, bu partilerin
önleri kapatılmıştı.
1991 yılında Refah Partisi, ancak
MHP ile ittifak yaparak barajı aşabilmişti. Bu, tek başına kendisinin başarısı
değildi.
1995’te barajı bir başına geçip en büyük
demokratik desteğe sahip parti olunca, 28 Şubat’ın hışmına uğramaktan ve kapatılmaktan
kurtulamadı.
Yerine Fazilet Partisi kuruldu. O
da, aynı akıbete uğradı, kapatıldı. Halk desteğinin aşırısı zararlıydı.
Bu arada Fazilet milletvekillerinin önemli
bir bölümü yeni kurulan AK Parti’ye gidip aşkla ve şevkle gömlek
değiştirdiler.. TBMM’deki koltukların rahatına alışmışlardı.
Fazilet’in yerine kurulan Saadet Partisi
ise, 2002 seçimlerinde tüm oyların yüzde 2’sini ancak alabildi.. Bu oran, oyların
zekâtı bile değildi.
Kısa vadede (hatta uzun vadede) barajı
aşamayacağı anlaşıldığı için kapatılmadı.
“Bırakalım, durdukları yerde ot
yolsunlar ya da otlasınlar” denildi..
Çıkmayan candan umut kesilmez, halihazırda,
yanık bir sesle “Vallahi de billahi de İslamcı değiliz, saf gariban
müslümanlarız” türküsünü söyleyerek ot yolmaya devam ediyorlar.
*
28 Şubat’ın Prof. Necmettin Erbakan liderliğindeki Millî
Görüş hareketini bir silindir gibi ezip geçmesi sayesinde ortaya çıkan AK
Parti iktidarının Türkiye Müslümanları’nın hayatını kolaylaştıracak birçok
adım attığı bir gerçek.
Ancak, madalyonun bir de arka yüzü var; ön yüzde amelî
(eylemsel) rahatlık, fazla görünmeyen arka yüzde ise, itikadî ve
söylemsel savruluş, çöküş ve çözülüş, zübük büzülüş ve büzüklüğü yer
alıyor.
Ne yazık ki AK Parti iktidarı döneminde, önceden İslamcı/Şeriatçı
olduğunu söyleyen birçok kişi (hatta cemaatler, “tasavvufsuz tarikat”lar)
ideolojik açıdan laik ve demokrat hale geldiler.
Kuşkusuz AK Parti bunu zorla yapmadı, kimseye “Laikliği
benimsemek, demokrasiye iman etmek zorundasınız” demedi.. İnsanları (derin
devletin yönlendirmesiyle) buna davet ettiler ve birileri de “menfaat gereği”
bu davete icabet ettiler.
Dolayısıyla, AK Parti’nin çağrısına uyup laiklik ve demokrasi
havarisi haline gelen birey ve cemaatlerin, İslamcılıktan/Şeriatçılıktan
vazgeçenlerin, ahirette hesap verirken herhangi bir mazeret gösterebilmeleri,
suçu başkalarına yükleyebilmeleri mümkün değil..
Vebal, kendi veballeri.
Bununla birlikte AK Parti (ve lideri Erdoğan), yaptığı davetle, o
laikleşip demokratlaşan kitlelerin vebaline ortak olmuş durumda.
AK Parti liderliği (lider ve etrafındaki [eskisi ve yenisiyle] “mele’”
topluluğu) kendi veballeriyle birlikte o laikleşip demokratlaşan kitlelerin
vebalini de yüklenmiş bulunuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder