İSLAMÎ “İCMA”YA DEMOKRATİK ÇOĞUNLUK ELBİSESİ GİYDİRME HOKKABAZLIĞI



AK Parti iktidarının (“görüş”ün “millî” olanının kıymetten düştüğü, tuhaf bir nostalji muamelesi gördüğü) ilk yıllarında, Avrupa Birliği idealinin gölgesindeki “muhafazakâr demokratlığın” dayanılmaz hafifliğinin herkesin aklını başından aldığı o “ilginç zamanlar”da, istisnalar dışında bütün “dindar”ların, yükselen trend “laik (siyasal dinsiz) toplumsallık” otobüsünde bir yer kapmaya çalıştıkları görülüyordu.

Bunun yanı sıra,“donmuş” sayılarak artık aşağılanmaya başlanan bütün “dinî sabite”leri, eriyip cıvıklaşsınlar, çağa göre güncellenip yeniden dondurulabilecek hale gelsinler diye laiklik (siyasal dinsizlik) fırınının cehennemî ateşine atma furyası başlatılmıştı.

O sıralarda AK Parti kurucularından bir prof., Yeni Şafak’taki köşesinde”zamanın ruhu”na uygun olarak şunu yazmıştı:

“Gönüllü toplum, bütün ülkelerde azınlığın değil, çoğunluğun sesidir. Gönüllü toplumun önemi, çoğunluk yanlışta birleşmez’ ilkesinden kaynaklanır.”

Bu ilkeyi nereden çıkarmış ya da öğrenmişti?!

 “Akıl”dan mı, yoksa vahiyden mi?

*

Akıl, böyle bir ilke olamayacağını söylüyor.

Hiç kimse de böyle bir ilkeden söz etmemiştir.

Ayrıca tarihî tecrübe, ortadaki vakıa (gerçeklik) çoğunluğun yanlışta birleşebildiğini göstermektedir.

Mesela çoğunluk, Hz. İsa’yı terk etti.. Onun hakkında çarmıha gerilerek işkenceyle ve aşağılanmak suretiyle öldürülme hükmünü verdi.

Evet, çoğunluğa, ve onların “yasalarına” göre, Hz. İsa aleyhisselam, yaşamayı asla haketmeyen bir insandı.

Toplum için zararlıydı.. Toplum onun varlığından ve zararından kurtarılmalıydı.

Demokrasinin beşiği Eski Yunan’da çoğunluk, Sokrates’i idama mahkum etmiş, zehir içirerek öldürmüştü.

Mısır’daki halk çoğunluğu, Hz. Musa a.s.’ın değil, Firavun’un yanında saf tutmuştu.

Yahudi (İsrailoğulları) çoğunluğu bile, gördükleri bütün mucizelere rağmen, Hz. Musa’ya muhalefet etmişlerdi.

“Musa (şöyle) dedi: ‘Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hakim olamıyorum; bizimle, bu yoldan çıkmış toplumun arasını ayır’.” (Maide, 5/25)

*

Tarihî tecrübe bir yana, akıl da, çoğunlukta olmanın haklılık anlamına gelmeyeceğini söyler.

Bu, "Kuvvet, hak kaynağıdır" anlayışının toplumsal versiyonudur.

Tecrübenin itiraz edilemez sesi duyulmasaydı bile, akıl tek başına, ‘Çoğunluk yanlışta birleşmez’ diye bir ilke olmayacağını anlayacak kabiliyettedir.

B. Russell gibi “Akılsızca birşeyi milyonlarca kişi de söylese o şey yine akılsızcadır” diyebilmek için ne filozof olmak gerekiyor, ne öğrenim görmüş olmak, ne de dahi olmak.

S. Maugham’ın “Birçok insanın kabul etmesi, birşeyin gerçek olduğuna delil sayılmaz” şeklindeki sözünün doğru olduğunu anlamak için Hintli çoğunluğun inekçi sapıklığıyla tanışmak gerekmiyor.

*

Müslüman olduğunu söyleyen (tarihî tecrübeden habersiz, aklı da kıt) bir kişinin (aklının kıtlığına muvazi olarak dinci değil dindar, İslamcı değil müslüman olduğunu söylese bile), hiç değilse müslümanlığından dolayı bu gerçeği öğrenmiş olması gerekir:

Yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan onlar seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna tabi olurlar ve onlar ancak yalan söylerler.” (En’âm, 6/116)

Yoksa gerçekten onların çoğunun (hak sözü) dinleyeceklerini veya akıl erdireceklerini mi sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir; hattâ onlar yolca daha sapıktırlar..” (Furkan, 25/44)

(Çünkü onlar, hayvanî yanlarını norm kabul eder, akıllarını kullanmazlar. 

Hayvanlar akıl sahibi olmadıkları için mazurdurlar. Akıl nimetini kullanmayan insanlar hayvandan aşağıdır, daha sapıktır.)

*

Evet, söz konusu akılsız “ilke”, putperest Eski Yunan ile Roma’ya ait ideolojik bir sapıklıktan başka birşey değildir.

Demokratlık (özellikle de “yasama/teşrî” [kanun koyma] anlamında demokratlık), akılsızca, insanı hayvandan da aşağı hale düşüren bir sapıklıktır.

Demokrat eğilimliler, şu Latin atasözünü tekrarlamaya, ve çoğunluğu bir tür tanrı haline getermeye pek heveslidirler: “Vox populi, vox Dei.” Yani, “Halkın sesi, Hakk’ın sesi.

Halktan, Hakk’ın sesine (vahiy) uyması istenmiyor, tam tersi savunuluyor.

Halkın sesi Hakk’ın sesi olsaydı, Hz. İsa a. s. çarmıhta ölmeye mahkum edilir miydi?!

Hakk’ın sesinin ne olduğu Kur’an’dan/vahiyden öğrenilir, putperest Latin atasözlerinden değil.

*

Söz konusu AK Parti kurucusu yazar, belki de, edille-i şer’iyyeden icma ilkesine ve “sevad-ı azam” (büyük karaltı) ile ilgili hadis-i şerife dayandığını “zannediyordu”.

İcmada, halk çoğunluğu birşey ifade etmez:

“Bir mesele hakkında icma yapma yetkisine sahip olanlar, elbette müctehidlerdir.... Şevkani, ‘İrşadü’l-Fuhul’de şöyle der: ‘İlimde muteber bir icma, bu ilmi bilenlerin icmaıdır; ötekilerin icmaı değildir....’”

(Ebu Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi (Fıkıh Usulü), s. 179)

Ebu Zehra’nın naklettiğine göre, icmaın hüccet olduğunu söyleyen cumhur-u fukaha şu iki delile dayanmaktadır:

1. Ümmetin dalalet üzerinde birleşmeyeceğini ve müslümanların güzel gördüğü şeyi Allah’ın da güzel göreceğini haber veren hadîsler.

2. Kur’an’daki şu ayet: “Kendisine doğru yol açıkça belli olduktan sonra, Peygamber’den ayrılıp müminlerin yolundan başkasına uyan kimseyi, yöneldiğine döndürürüz ve onu cehenneme yaslandırırız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.” (Nisa/115)

Buna göre icma, müminlerin yoludur:

“Bu nass gösteriyor ki müminlerin yolundan başkasına uymak haramdır; çünkü böyle yapanlar, Peygamber’den ayrılmış olup .... Bir kimse, müminlerden ayrılır ve onların görüşlerinin zıddını ileri sürerse, elbette onların yollarına uymamış olur.”

Şimdi düşünelim: Müminlerin yolu Kur’an ve Sünnet’e, Şeriat’e bağlılık mıdır, yoksa Kopenhag ya da Brüksel kriterleri etrafında Hıristiyanlarla birleşmek mi?

Müminlerin yolu, fiilen Hıristiyan birliği olan, Hıristiyan değerlerinin resmen de benimsenmesinin tartışıldığı AB’yi savunmak mıdır?

Müminlerin yolu laiklik (siyasal dinsizlik) midir?. 

Dinsizlik siyasete bulaşmayıp evinde oturunca kötü de siyasal hale gelip başımıza bela kesilince iyi mi oluyor?!

*

Üstelik, icma konusunda İmam Gazalî gibi alimlerin çekinceleri bulunmaktadır:

“Bu gibi ayetlerin hepsi nassların zahirine göredir ve icmaı açıkça ifade etmez; hatta zahirin delaleti kadar bile ona delalet etmez. Bunların en kuvvetlisi, ‘Kendisine doğru yol...’ (Nisa/115) ayetidir. Güya bu nass, müminlerin yoluna, yani icma’a uymak gerektiğini ifade etmektedir.... Bize göre ise, bu ayet-i kerime, bu konuda maksada elvermez.”

(el-Mustasfa, C. 1, s. 175’ten aktaran Ebu Zehra, s. 176.)

Mevlana, topluluk (cemaat) ve "toplumsallık" hakkında şunu der:

Topluluk, suret bakımından olursa beyhudedir. Kendine gel de Tanrı’dan mana topluluğu iste.

“Topluluk, bedenlerin çokluğundan meydana gelmez. Cismi de isim gibi yel üstünde durur bir şey bil!

“Farelerin yüreklerinde topluluk kudreti olsaydı kızarlar, gayrete gelirlerdi de birkaç tanesi bir araya gelir;

“Fedai gibi aman vermeden kediye saldırırdı.

“Bir tanesi gözünü ısırır, oyar, öbürü kulağını dişleyip yırtar.

“Bir başkası yanını delerdi. Kedi de bu topluluktan kurtulamazdı.

“Fakat farede topluluk için yürek yoktur. Kedinin sesini duydu mu aklı başından gider.

“Hilebaz kedinin önünde kuruyup kalır. İsterse farenin sayısı yüz bin olsun, ne çıkar?

Koyun sürüsü çok olmuş, kasaba ne gam? Akıl çokluğu, uykuyu defedebilir mi?”

(Mesnevî, çev. Velid İzbudak, C. 6, s. 241)

 

“BU BİR RIZA LOKMASIDIR, YİYEMEZSİN DEMEDİM Mİ?!”

 



Allahu Teala yarattığı canlıları eşit kılmamıştır.. Bazısı bazısından bazı özellikleri ile üstündür..

Mesela kedi ile kaplan, serçe ile kartal, boğa ile koyun, at ile eşek bir değildir.

Kurt ile kuzunun durumu da aynı değil, karşılaştıklarında kuzu kurda yem oluyor.

Bu, Allahu Teala’nın yarattığı mahlukata karşı bir zulmü, bir adaletsizliği midir?

Hayır!.. Mahlukat Allahu Teala’nındır, dilediği şekilde yaratır.. Kurt kuzudan güçlü ama insanlar kuzuları koruyor, kurtları öldürüyorlar.

İnsanlar da, hayvanlar da Allahu Teala’nın yarattığı canlılar, fakat insan bütün hayvanata üstün kılınmıştır.

Buna karşı hayvanatın “Bu adalet değil, biz eşitlik isteriz, insanla eşit olmalıyız” demesi haklı bir itiraz olabilir mi?!

*

Mevlana’nın Mesnevî’de anlattığı bir “eşek ve atlar” hikâyesi var.. Şöyle:

Yoksul bir oduncunun ağır yük taşımaktan zayıflamış, yarı aç yarı tok yaşayan eşeğine, oduncunun padişah sarayının ahırında görev yapan arkadaşı acır.

Saray ahırında birkaç gün rahatına baksın diye alır götürür.

Tertemiz ahırda bol yem yiyen, hizmeti görülüp tımar edilen gürbüz atları gören eşeğin bedeni rahatlarken kafası altüst olur, iç dünyasında fırtınalar esmeye başlar.

“Rabbim, ben bu kadar sıkıntı çekerken bu atlar neden bu kadar rahat yaşıyor? Ben de senin yarattığın bir mahluk değil miyim?” diye düşünüp söylenerek, elindekiler yetmiyormuş gibi kendisine yeni dertler bulur.

Derken bir savaş patlak verir, atlara gem vurulur, eğerlenip götürülürler.

Birkaç gün sonra ok, mızrak ve kılıç yaralarıyla perperişan ve bitkin halde, yarı ölü yarı diri geri dönerler.

Eşek manzaraya bakıp tevbe eder, şöyle der: “Rabbim, yoksulluğuma da, çektiğim sıkıntı ve açlığa da razıyım. Ne o refahı isterim ne de bu yaraları.”

Ancak, insanların çoğu zihniyet olarak bu eşekten daha kötü durumdadır.

O ibret almış, tevbe etmiş, bunlar ne tefekkür eder, ne ibret alır, ne de tevbe ederler.

*

Nimetle beraber külfet de artar, şükür borcu da.

Mehmed Zahid Kotku rh. a.’in şöyle bir sözü var: “Dünya nimetlerinin dışı tatlı, içi zehirdir.”

Çoğu nimet “Dışı seni yakar, içi beni” kıvamındadır.

Allahu Teala dağına göre kar verir, nimet sahiplerinin yükü ve sorumluluğu ağırlaşır.

Nimetin gereğini yapar, şükrünü eda ederse ne âlâ, aksi takdirde onun için felaket sebebi olur.

“İnsanın akıldan başka neyi artarsa helaki ondan olur” diyenler vardır.

*

Kâmil (olgun, bilge, hikmet sahibi) insan, iyi kul, kendisinden üstün olana haset etmez.

Hatta gıpta bile etmez, imrenmez.

İmrenmesi bile doğru değildir.. Anadolu irfanı denilen (“coğrafya” eksenli ve hakkı batıla karıştırma anlamına gelen “tarihsel” nitelikteki) safsata değil fakat evrensel, çağlar üstü İslam irfanı (Ehl-i Sünnet irfanı; Kur’an irfanı, Sünnet irfanı) bunu öğretiyor.

Onun için Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir: Biri, Allah’ın kendisine verdiği malı hak yolunda harcayıp tüketen, diğeri, Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten.”

(Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’tisâm 13; Müslim, Müsâfirîn 268. İbni Mâce, Zühd 22.)

*

İnsanlar, durumlarındaki farklılıkla imtihan olunmaktadır:

“Sizi yeryüzünün halîfeleri kılan ve size verdiği şeyler husûsunda sizi imtihân etmek için bazınızı bazınızın üstüne derecelerle yükselten de O'dur. Muhakkak ki Rabbin, azâbı pek çabuk olandır ve şübhesiz ki O, elbette Gafûr’dur (çok bağışlayandır), Rahîm’dir (çok merhamet edendir).” (En’âm, 6/165)

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Bir imtihan olarak sizi şerle de hayırla da deneriz. Ve ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 21/35)

“Celâlim hakkı için, içinizden cihâd edenleri ve sabredenleri belli edinceye ve haberlerinizi (durumunuzu, nasıl insanlar olduğunuzu) ortaya çıkarıncaya kadar, sizi imtihân edeceğiz!” (Muhammed, 47/31)

Sabır; zorluk, meşakkat, bela ve musibetlerle birlikte olur.. Böyleyken (Riyazü's-Salihîn'de de yer alan) bir hadîste “Hiç kimseye sabırdan daha büyük bir hayır verilmemiştir” buyurulmuştur.

“Asr’a andolsun ki, hiç şüphesiz insan, kesinlikle hüsrandadır. Ancak îmân edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (Asr, 103/1-3)

*

Allahu Teala’nın kendisine verdiğine “razı” olan, başkalarına gıpta etmeyen, onların elindeki nimetlere heveslenmeyen insan, kâmil insandır

Bir başka ifadeyle, kâmil insan (kâmil iman sahibi mümin), dünya hayatında çok nimete sahip olan insan değildir, Allahu Teala’nın kendisi hakkında takdir ettiği şeye “razı olan” insandır.

Nefs-i emmare (çok emredici nefs) ve nefs-i levvame (hatalarından dolayı kendisini çok kınayan nefs) gibi nefs mertebelerini aşıp nefs-i mutmainne (yatışıp itminan bulmuş nefs) mertebesine erişen insanların temel özelliği “Allah’tan razı” (Allah'ın emir ve yasaklarına, hükümlerine, şeriatine, ve kendisi hakkındaki takdirine razı) olmalarıdır:

“Ey nefs-i mutmainne! Râzı olan, (ve) kendisinden râzı olunan olarak Rabbine dön!” (Fecr, 89/27-28)

İblis, Allahu Teala’nın takdirine razı olmadığı, rıza lokmasını yiyemediği, Hz. Adem a.s.’ın kendisine üstün kılınmış olmasına katlanamadığı için rahmetten kovuldu.

“Bu bir rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi?”

*

Dünyada devlet işleri de böyledir..

Bir devlet başkanı dilediği kişiyi bakan, genel müdür vs. yapabiliyor..

Bir kimse çıkıp, “Bakan olmaya layık olan bendim, devlet başkanı haksızlık yaptı, artık bu devleti de, devlet başkanını da tanımıyorum, böyle devlet de, böyle devlet başkanı da olmaz olsun.. Ortada (toplumsal cinsiyet lafında olduğu gibi) toplumsal devlet bile değil kişisel devlet var” diye yüksek sesle konuştuğu zaman ya “devlete karşı işlenen suçlar” kapsamında cezaî kovuşturmaya uğrar ya da devletlular ona hayatı “örtülü” yollarla zindan ederler.

Evet, dünyada bir şekilde güç ve yetki sahibi olan insanlar, bazılarını bazılarına tercih edebiliyorlar, ve onların bu tasarruflarına “razı olmadıklarını” söyleyenler bunun bedelini ödüyorlar.

Halbuki hasbelkader devlet başkanı olan kişiyle sıradan vatandaşlar arasında insan olma bakımından hiçbir fark yok.

Hatta belki yönetilenlerden birçoğu devlet başkanından (manevî hasletler bakımından) “daha insan”dırlar.

*

Evet, herşeyi yaratan Allahu Teala erkeğe, kadın karşısında cüz’î bir üstünlük vermiştir.

Kulların buna itiraz etme hakkı yoktur.

Allahu Teala dilediğini dilediğine üstün kılar, Adem a.s.’ı İblis’e üstün kıldığı gibi.

Erkeğin üstünlüğüne “razı” olan kadın bahtiyar olur, olmayan İblis’in avanesi haline gelir.

“Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler; Allah'ın bazılarını bazısından üstün kılması ve erkeklerin kendi mallarından sarf etmeleri sebebiyle,. Sâliha kadınlar, itâatkâr olan, Allah'ın (kendilerini) korumasına mukabil, gaybı (kocasının yokluğunda koruması gerekenleri) muhâfaza eden kadınlardır,,,.” (Nisa, 4/34)

Hal böyleyken, KADEM’in dergisinde makalemsisi yayınlanan aklı kısa doç. gibi “ilahiyatçı” tipler, “tarihsel” diyerek İslam Şeriati’nin spesifik emir ve yasaklarını reddedebiliyor, laik (siyasal dinsiz) demokrasinin (topluma taparlığın) vaz’ ettiği (koyduğu) hükümleri onlara tercih edebiliyorlar.

*

Kadınların erkeklere verilen bu üstünlüğe itiraz etmemeleri gerektiği gibi, erkeklerin de bu üstünlüğün hakkını vermeleri, kadınlara karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri, bu üstünlüğü istismar etmemeleri gerekmektedir.

Erkeğin karısını koruması, onun ihtiyaçlarını karşılaması gerekirken, köle gibi çalıştırıp parasını yiyorsa, kendisi yatıyorsa, bu üstünlüğün hakkını vermiyor demektir.. Cezaya müstehak hale gelir.

Sorumluluğunun şuurunda olmayan bir erkeklik, üstünlük sebebi değildir.

[Bir zamanlar “âlemlere üstün kılınmış” olan Yahudiler’in durumu da budur.

Onların üstünlüğü Tevrat ileydi.. Hakimiyeti kayıtsız şartsız Tevrat’a vermeleri gerekirken onun işlerine gelmeyen bölümlerini (kelimelerin yerlerini değiştirerek ve ekleme-çıkarma yaparak) tahrif edince, görünüşte itaat ediyormuş gibi yaparken fiiliyatta millet olarak onun üzerinde hakimiyet kurmaya çalışınca, üstünlüklerini kaybettiler. Allahu Teala’nın gazap edip lanetlediği aşağılık bir kavim haline geldiler.]


"DERİN" SİYASETİN DİAMOND PİYONU

  Diamand adlı sümsük ve sünepe süprüntü, "Şeriatın haricindeki hiçbir sistemde altı yaşındaki bir kızla evlenemezsin" diyormuş. Ö...