İNGİLİZ’İN İZNİ (VİZESİ), LORD CURZON’UN KAVLİYLE SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK ANADOLU’YA “VATAN KURTARACAK KAHRAMAN” OLARAK GİDERKEN

 



UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 36

 

Bir önceki bölümde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün, “mütareke döneminde İstanbul’da birkaç arkadaşıyla birlikte ihtilal komitesi/çetesi (terör örgütü) kurmuş oldukları” yönündeki itirafını aktarmıştık.

İşin aslının başka olduğunu Rauf Orbay’ın yazdıkları ortaya koyuyor.

Selanikli Sarı Kemal, İttihat ve Terakki’nin komitacı siyasetçilerinden Kara Kemal ile, (Sadrazam/Başbakan Tevfik Paşa’yı kaçırmak suretiyle) hükümet darbesi yapmayı planlıyor, bunu duyan İsmail Canbulat (sözde komite üyesi olduğu halde) sinirlenip bunların yanından çıkıyor, arkasından hole gelen Rauf Orbay’a “Yok birader, böyle komitacı işlerine gelemem, böyle şey olmaz, bu benim işim değil…” diyor, ve Sarı Kemal’in evinden çekip gidiyor.

Kara Kemal de gittikten sonra Rauf Orbay Sarı Kemal’e “Neden böyle oldu? Kara Kemal de nereden çıktı?” diyerek hesap soruyor.

Panikleyen Sarı Kemal ise, hemen kıvırıyor, “Yok canım, ben komitacılık yapar mıyım, Kemal Bey’in ağzını arıyordum diyerek Kara Kemal’e hainlik yaptığı ve ona karşı yalan söyleyip olduğundan farklı göründüğü itirafında bulunuyor.

Aslında yalan söyleyip hainlik yaptığı kişi Kara Kemal değil.. Rauf Orbay ile İsmail Canbulat’a yalan söylüyor.

İlginç olan ise, Sarı Kemal’in sonraki yıllarda İzmir Suikasti girişimini bahane ederek İsmail Canbulat’ı astırmış, Rauf Orbay’ı 10 yıl hapse mahkum ettirip bütün mal ve mülküne el koydurmuş olması..

Kara Kemal de unutulmamış, fakat o, Sarı Kemal’in adamlarının eline düşmemek için intihar etmiş.. Sarı Kemal onu astırma zevkinden mahrum kalmış.

*

Görüldüğü gibi, konuyu Selanikli Mustafa Atatürk’ün kendi sözlerini temel alarak tartışıyoruz.

İlk söz hakkını ona tanıyoruz.

Laflarını aktaran kişi, has adamı Falih Rıfkı Atay..

En son, Falih Rıfkı’nın, Selanikli’nin şu sözlerini aktardığını görmüştük:

“Fethi Bey'le ben gözlerimizle konuştuk.

“Derhal dedim ki:

"- Beyefendinin [İsmail Canbulat] iştirak etmeyeceği bir teşebbüs makul de olmayabilir. Onun için cemiyeti [terör örgütünü] hemen feshetmeliyiz."

“Böyle yaptık. Kendisi müsaade alıp gitti. Kalanlar [Selanikli, Fethi Okyar ve Rauf Orbay] cemiyeti tekrar kurmuş oldular.”

(Falih Rıfkı Atay, M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, haz. Nurer Uğurlu, İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, Mayıs 1999, s. 128.)

Rauf Orbay’ın yazdıkları ise (Ki önceki bölümde aktarmıştık), böyle bir sahnenin hiç yaşanmamış olduğunu gösteriyor.

Bir defa, ortada Fethi Okyar yok..

İkincisi, asabîleşen İsmail Canbulat müsaade almadan ve vedalaşmadan evi terk edip gidiyor.

Üçüncüsü, Selanikli ile Rauf Orbay, İsmail Canbulat’ın Osmanbey’deki evine gidiyorlar ve Selanikli, Rauf Orbay’a söylediği Kara Kemal’e yalan söylemiş olduğu yalanını Canbulat’ın önünde de tekrarlıyor.

*

Falih Rıfkı’nın Selanikli’den aktardığı sözler şöyle devam ediyor:

“Sırdaşlarımdan birini size haber vereyim: Bir gün İsmet Bey'i (İsmet İnönü), davet ettim. Şişli'deki evimde beni yalnız bulan İsmet Bey:

"- Gene ne var? dedi. …

"- Ne haber dedim.

"- Tahmin edeceğin gibi...

"- Şuradan bana bir Türkiye haritası bulup masaya açar mısın? Üzerinde konuşacağım. …

"- Ne yapacaksın? diye sordu. …

"- Mesela, dedim, hiçbir sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın Anadolu'ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntaka ve beni o mıntakaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir?

"Yüzüme baktı, tekrar neşeli ve ümitli güldü:

"- Karar verdin mi? dedi.

“- Şimdilik bundan bahsetmeyelim, bana memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikede şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver!

"İsmet Bey masanın kenarındaki sandalyeye ilişti ve derin derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar gezindim. Birdenbire ayağa kalktı, gülerek:

"- Yollar çok, mıntıkalar çok! dedi.

"Bazı ziyaretçilerin geldiklerini haber verdiler. Haritayı kapamaya vakit kalmadan içeri giren tanıdıklarla başka bahislere daldık. Bir hayli müddet soma gene İsmet Bey'le yalnız kaldık:

"- Ne yapacağını bana ne vakit söyleyeceksin?

"- Zamanında!" (s. 129-130.)

Görüldüğü gibi, komitacı (çeteci, terörist) Kemal, kimi bulursa hemen oturup onlarla terör örgütü kuruyorken, Kara Kemal gibi bir kulağı kesikle çılgınca “Sadrazam’ı kaçırıp hükümet darbesi yapma” planları kotarıyorken, birdenbire, istihbarat (gizli servis) eğitimi ve terbiyesi almış bir adam gibi sakin, durmuş oturmuş, ketum, ihtiyatlı ve ağzı sıkı biri haline gelmiş bulunuyor.

*

Önceki bölümlerde şunu söyledik:

Selanikli’nin mütareke döneminde (13 Kasım 1918 – 16 Mayıs 1919 tarihleri arasında) İstanbul’da geçirdiği altı ayın ilk iki ayının, İngilizler’le görüşme ve pazarlıklarla geçmiş olması gerekiyor.

İngiliz Gizli Servisi’nin (istihbarat teşkilatının) İstanbul şefi Robert Frew ile (Rauf Orbay’ın ifadesine göre) “iki üç kez” görüştüğünü gözönünde bulundurduğumuzda, üçüncü görüşmede her konuda mutabakata varıp el sıkışmış olduklarını kabul edebiliriz. (Selanikli Nutuk’unda Frew [Fro] ile “bir iki kere” görüştüğünü söylüyor. Yaveri Cevat Abbas ise “fasılalı tarihlerde” görüştüğünü ifade ediyor.. "Fasılalı tarihlerde" tabiri iki kere için kullanılmaz.)

Selanikli’nin ajan Frew ile en az üç defa görüşmüş olması gerekiyor.

Daha önce de söylediğimiz gibi, 18 Kasım 1918’de Selanikli’nin İngiliz yetkililerle görüşme teklifini İngiliz gazeteci Ward Price’a iletmesinden sonra İngiltere Büyükelçiliği konuyu değerlendirmeye alıp hummalı bir çalışmaya girişmiş olmalıdır.

Bunun Padişah Vahideddin’in ve Osmanlı Hükümeti’nin kendilerine yönelik bir yoklaması, sondajı ya da oyunu olup olmadığını anlamaya çalışmışlardır. İstanbul’daki ajanlarından Selanikli hakkında bilgi toplamalarını istemişlerdir: Ne yer ne içer, nasıl bir karaktere sahiptir, hobileri fobileri nelerdir, neleri sever nelerden nefret eder, nasıl bir zihniyete sahiptir, yakın dostları kimlerdir, yaşayışı nasıldır, ne gibi alışkanlıkları bulunmaktadır?..

Böyle bir araştırma sonucunda, Enver’le rekabet eden bir İttihatçı olduğunu, büyük ihtiraslarının ve muazzam bir makam mevki sevdasının bulunduğunu, gençliğinden itibaren kafayı çekmeye ve kadınlarla dansa düşkünlüğü ile tanındığını, (Falih Rıfkı’nın dile getirdiği üzere) İttihatçılar’ın onu “sarhoş, sefih, ahlâksız, haris (hırslı, ihtiraslı) ve fırsatçı” olarak nitelendirdiklerini, Fevzi (Çakmak) ve İsmet (İnönü) gibi isimlerin de onu “menfaat düşkünü ve muhteris” olarak tanıdıklarını öğrenmiş, ve böylece muhtemelen “Tamam, bu adam tam bize göre, kullanılmaya müsait, kişilik olarak buna elverişli” demiş olmalıdırlar.

Bunun ardından Frew, Selanikli’yi bizzat kendisi ölçüp tartmak, tanımak, test etmek, sorular yöneltip konuşturmak için onunla ilk “başbaşa gizli” görüşmesini gerçekleştirmiştir.

Bu hazırlık çalışmaları yapıldıktan sonra konu ayrıntılı bir raporla Londra’ya, İngiltere Dışışleri Bakanlığı’na, yani İngiliz Hükümeti’ne arzedilmiştir.

İşin bu aşaması birkaç haftayı bulmuştur.

*

Elçiliğin gönderdiği raporu hem Lord Curzon hem de Dışişleri Bakanlığı’ndaki Türkiye uzmanları dikkatle okumuş, daha sonra bu konudaki mütalaalarını dile getirip bu kullanışlı şahıstan nasıl istifade edilebileceği konusu üzerinde kafa yormuşlardır.

O sırada İngiliz Savaş Kabinesi’nin Türkiye politikasından sorumlu Doğu Komitesi Başkanı olan ve kafasında hem İslam dünyası hem de Türkiye ile ilgili bir gelecek vizyonu bulunan Lord Curzon, ajan Frew’nun Selanikli’ye şunları sormasını istemiştir:

“Kendilerinin (İnönü’nün itiraf etmiş bulunduğu gibi) destekleyeceği (sahte) bir istiklal mücadelesi başlatabilir mi, Anadolu’da bir millet meclisi toplamak suretiyle ‘millet iradesi’ kalkanının ardına sığınarak Osmanlı padişahına ve hükümetine başkaldırma cesareti ve becerisi gösterebilir mi, bu meclisi topladıktan sonra (Türkiye halkını temsil eden o meclis kararıyla) Osmanlı padişahını artık tanımadığını, saltanatı kaldırdığını ilan edebilir mi, yönetim şekli cumhuriyet olan yeni bir devlet kurduğunu açıklayabilir mi, Hilafet kurumuna son verebilir mi, yeni devletin başkentinin Anadolu’da olmasını sağlayabilir mi, Türkiye halkına Curzon ilke ve inkılaplarını dayatmak suretiyle bir batılılaşma hamlesi başlatabilir mi? Türkiye’nin İslam dünyasından uzaklaşmasını, kültür olarak Batı’ya yönelmesini ve ‘uygarlaşması’nı temin edebilir mi? Hepsinden önemlisi, bütün bunları yaparken sanki bunları (TBMM’deki vekilleri vasıtasıyla) bizzat Türk milleti istiyormuş, Türkiye halkı yapıyormuş gibi gösterebilir, olayın gerisindeki ‘İngiliz aklı’nı perdeleyebilir mi?”

İşte, Frew ile Selanikli arasında gerçekleşen ikinci başbaşa gizli” görüşmede bu sorular etrafında fikir alışverişi yapılmış olmalıdır.

Selanikli, kendisine güveninin tam olduğunu, İngilizler’in de ona güven duyması gerektiğini, Osmanlı subaylarını ve Türkiye halkını iyi tanıdığını, onları nasıl idare edeceğini ve idealleri doğrultusunda nasıl “gaza getirip” kullanacağını çok iyi bildiğini söylemiş olmalıdır.

*

Böylece konu, Lord Curzon’un önüne ikinci kez gitmiştir.. O, Selanikli’ye gereken desteğin verileceğini, Fransa ile İtalya’nın da ikna edileceğini müjdelemiş olmalıdır.

Ve bütün bunların akabinde Frew ile Selanikli’nin üçüncü “başbaşa gizli” görüşmesinde artık planın netleşmiş olduğu düşünülebilir.

Buna göre, İngilizler Selanikli’yi adamdan saymayan ve dolayısıyla “istiklal mücadelesi” sırasında ve sonrasında ona sorun çıkaracak, ayak bağı olacak dişli budaklı kişileri tutuklayıp Malta’ya sürecek, İttihatçı örgütlenmesini dağıtarak araziyi temizleyecekler, böylece onun önünün açılmasını sağlayacaklardır. Ayrıca, Selanikli’nin Anadolu’ya usturuplu bir biçimde intikali temin edilecek, bunun için bir bahane oluşturulacaktır.

Burada en önemli husus, Selanikli’nin İngilizler’le anlaşmış ve onların desteğini alarak yola çıkmış olduğunun kimse tarafından bilinmemesi, bunun bir “sır” olarak saklanmasıydı.

*

Evet, Selanikli’nin komitacılık mesleğine birdenbire veda edip gelecekle ilgili büyük hayallere sahip “sır”lı ve ketum bir adama dönüşmesi mucizesinin ardındaki gizem işte bu..

Lord Curzon’un sihirli değneğinin dokunuşu herşeyi değiştirmiş.

Selanikli’nin, Anadolu’da yeni bir devlet kurma fikrine kafası yatmış.. Keyfi yerinde, fakat beklemede..

İsmet İnönü o sırada (24 Ekim 1918’den beri) Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı) Müsteşarı.. Harbiye Nezareti’nin herşeyi ondan soruluyor.

Yani çok önemli bir konumda..

Bunu çağırıyor ve (başka hiç kimseye birşey söylemezken) ona şunu diyor:

Hiçbir sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın Anadolu'ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntaka ve beni o mıntakaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir?”

İsmet’i harita başına oturtup yoruyor.. Sanki kendisi harita okumaktan aciz..

Ancak, maksat başka..

Adam, kendisi için üretilecek kahramanlık hikâyesinin ilk satırlarının yazılması için “tulumbaya su koyuyor”.

Biliyor ki, İsmet İnönü gidip Savunma Bakanlığı’ndaki herkese şunu diyecek:

“Bu Selanikli Mustafa Kemal’i muhteris ve menfaat düşkünü biliyordum ama belki de yanıldım, adamın günahını aldım.. Adam hiçbir sıfat (unvan, makam, mevki) ve salahiyet (yetki) sahibi olmaksızın sırf vatan ve millet uğruna etkisiz yetkisiz, gariban bir Sarı Çizmeli Mustafa olarak Anadolu’ya gitmeyi düşünüyor.. Çok şaşırdım, adamın aklı fikri hükümette koltuk kapmada, bakanlıkta, bunun için dünyayı ateşe verir diye biliyorduk fakat bugün çok farklı bir Mustafa Kemal’le karşılaştım.. Allah Allaah, demek ki insanlar değişebiliyor.. Hayret, vallahi çok şaşırdım.. Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz.. Hayat ne garip, her gün yeni birşey öğreniyorsun!”

*

Evet, Selanikli, İngiliz istihbaratından (gizli servisinden) aldığı akılla algı operasyonunu Harbiye Nezareti’nin kilit adamı ile başlatmış durumda..

Yetenekli adam, her rolün hakkından gelebiliyor, duruma ve şartlara göre her rolde görünebiliyor, bukalemun gibi derhal şekil değiştirebiliyor, her role kolayca adapte olabiliyor.

Yetenekli..

İsmet İnönü’nün kulağına birşeyler üfleyerek (“teşbihte hata olmaz” derler) “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürme” babından Padişah Vahideddin’in, Osmanlı Hükümeti’nin ve Harbiye Nezareti’nin aklına (kendisiyle ilgili) iş düşürüyor.

Durgun gölete ilk taşı atıyor, biliyor ki o taşın etkisi dalga dalga etrafa yayılacak.

Biliyor ki, evinde doğup büyüyen palavra kelebeğinin kanat çırpması, Harbiye Nezareti’nde, Osmanlı Hükümeti’nde ve Osmanlı Sarayı’nda fırtınaya yol açabilir.

Biliyor ki, akıllara şunlar gelecektir:

“Madem Selanikli böyle bir fedakârlıkta bulunuyor, böyle fedakârca duygular taşıyor, devletin onu ödüllendirmesi, illa da gidecekse birtakım yetkilerle gitmesini sağlaması gerekir.. Aksi, insafsızlık olur. İnsan, hele de böyle fedakâr bir insan kolay yetişmiyor.. Böylesi yüce gönüllü insanları her zaman bulmak mümkün değildir.”

*

Şunu da biliyor elbette: İngilizler Doğu Karadeniz’i karıştırıp Osmanlı Hükümeti’nden olayları yatıştırmak için bir görevli talep ettiklerinde ilk akla gelecek isim kendisi olacaktır.

Bunun olacağından emin, fakat zamanı konusunda kesin birşey söyleyemiyor.. O yüzden, “Ne yapacağını bana ne vakit söyleyeceksin?” diye soran İnönü’ye “Zamanında!” diye cevap veriyor.

Zamanı gelecek, o kesin..

Vahideddin ve Osmanlı Hükümeti, “İngilizler’in bu talebini bir fırsata çevirelim, güvendiğimiz bir adamı Anadolu’ya olağanüstü yetkilerle gönderelim” diyeceklerdir.

Selanikli zaten Vahideddin’in çok güvendiği yaveri..

Üstelik, sıfat (unvan) ve salahiyet (yetki) sahibi olmaksızın hizmet etmeye hazır bir fedakârlık abidesi.. Kafasında zerre kadar hesapçılık olmayan hasbîlik heykeli.. Ondan daha iyisi nerde bulunabilir?! 

Haa, adamın zaafları varmış, içkiciymiş, işret düşkünüymüş, ahlâksızmış, sefihmiş, dansçıymış, şuymuş buymuş.. Üzümün çöpü, armudun sapı dersen ortada adam mı kalır?! Hem, memleket yangın yeri, şimdi bunları düşünecek zaman mıdır?! Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır "netekim".

*

Evet, İngiliz’in sadece sicimi ve anahtarı değil, istihbaratçılığı da dünya markası.


AHLÂK, SAMİMİYET, ERDEM, FETÖ, SURİYE, ALPARSLAN KUYTUL, KÜRTLER, HİZBULLAH, İSMAİLAĞA VS. VS.

 






 

Önce fikriyat.com’un Arap medyasının serabında kaybolmuş ve girdabında boğulmuş yazarı Mustafa Özcan’ın (3 Mayıs 2024 tarihli) son yazısı üzerinde duralım.

Söze şu cümlelerle girmiş:

“Küresel tekerlek tümsekte sıkıştı; ne ileriye ne de geriye gidebiliyor. Ehl-i hak da ehli batıl da maruz oldukları girdap dairesinde çırpınıp duruyorlar. Sahil-i selamete yol bulamıyorlar. Çırpınıyorlar. Süreç iki taraf için de uzuyor. Beni İsrail bunu Tih sürecinde yaşamıştır.”

Bunlar boş ve yanlış laflar.

Özcan salt kendisi adına konuşsa “eyiymiş”, herkesi kendi sıkışmışlığı ve “girdap dairesi içindeki çırpınışı”na ortak etmesi kıyas bi’l-nefs kabilinden bir hüsn-ü kuruntu.

Sünen-i Tirmizî’de şöyle bir hadîs yer alıyor:

“Ümmetimden bir taife, mansur ve muzaffer olmakta kıyamete kadar devam eder. Onları yardımsız bırakanların kendilerine bir zararı olmaz.”

Diğer kaynaklarda benzer başka hadîsler de yer alıyor (Bkz. https://dinimizislam.com/detay.asp?Aid=2742).

*

Özcan’ın sözlerinin devamı “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı” türküsü söylüyor:

“Bu Tirmizi’nin tahriç ettiği bir hadisin ifadelerine de tekabül ediyor. Şöyle ki, ahir zamanda bir takım insanlar çıkar, din ile dünyayı isterler. Yumuşaklıkta kuzu postuna bürünürler. Kalpleri ise kurt kalbinden katıdır. Allah onlara şöyle hitap eder: Beni mi kandırıyorlar yoksa bana karşı cüret mi ediyorlar? Ahdim olsun ki, onları öyle fitnelere uğratırım ki dini bütün kimseleri bile (keskin görüşlü alimler bile) şaşkına dönerler. Bu fitneler halim kişiyi bile hayrette bırakır!”

Özcan’ın başta söyledikleri ile aktardığı bu hadîs alâkasız..

Bu ümmette her zaman hak üzere mücahede ve mücadele edenler de bulundu.. Bugün de varlar.. Misal, Taliban.

İşin açıkçası bu hadîs akla Fethullah Gülen grubunu getiriyor.. Kalpleri hakkında birşey söyleyemem, onu Allahu Teala bilir, fakat söylemleri, hareket tarzları, ve uğradıkları akıbet bu hadîsle örtüşüyor. (Ancak, kendileri gibi “ılımlı” olmaya rıza göstermeyen müslümanlara karşı sergiledikleri katılık, ılımlılıksızlık, şiddet ve celâlin “kurt kalbi”nden haber vermediği de söylenemez.)

*

Özcan’ın lafları mantıksızlık ve tutarsızlık bakımından istikrarlı bir şekilde devam ediyor. Yazıya başlarken onlara da değinmeyi düşünmüştüm fakat vazgeçtim.. Çünkü yazı çok uzayacak..

(Bir neden de, fikriyat.com’daki yazıların kopyalanıp yapıştırılamaması.. İlke olarak, birinin ifadelerini tartıştığım zaman, “anladığım gibi” değil, şahsın kendisinin “yazdığı gibi” aktarmayı gerekli görüyorum. Günümüzde birçok kişi, tartıştığı muhatabının ifadelerini aynen aktarmak yerine çarpıtarak aktarıyor. Evet, fikriyat.com’daki ifadeleri kopyalayıp yapıştıramadığımız için yeniden yazmak, bir de ona vakit ayırmak durumundayız. Zahmetli..)

İkinci yazarımız Yeni Şafak gazetesinin köşe sahiplerinden Taha Kılınç..

Mustafa Özcan yaşlı ve tecrübeli bir yazar.. Dolayısıyla, “Cahil cesur olur” kuralından gönlünce yararlanamıyor, yazılarındaki cesaret dozu, yeterince cahil olmadığı için düşük.

Taha efendi öyle değil.. Maşallah cesur.

Kendisine “Herkese lo lo da bize de mi lo lo?” denilebileceğini aklına getirmeden mugalata vadisine destursuz girebiliyor.

Yazısında şunları söylüyor:

“Sizi bilmem, ama ben bir samimiyet ölçüsü olarak, Gazze ve Filistin için sesini yükselten birinin Suriye’de 2011’den bu yana can veren 500 binden fazla Müslüman hakkında ne yorum yaptığına bakıyorum. Yanlış anlaşılmasın: ‘Acı yarıştırmak’ derdinde değilim. Yalnızca ahlâkî bir tutarlılık, erdemli bir çizgi ve kalplerde bir samimiyet arıyorum. Bir coğrafyada katledilen Müslümanlara ağıt yakarken, onun hemen yanı başında katledilen başka Müslümanlara gözlerinizi ve kulaklarınızı tamamen kapatıyorsanız… Bir coğrafyadaki Müslüman katillerini lanetlerken, onun hemen yanı başındaki başka Müslüman katillerini coşkulu bir şekilde destekliyorsanız… Bir bölgedeki Müslüman mazlumları sosyal medyada sürekli paylaşırken, hemen yan bölgedeki başka Müslümanları ‘emperyalistlerin kuklaları’ olarak zemmedip yerin dibine batırıyorsanız… Kusura bakmayınız, derdinizin Filistin, Gazze ve Kudüs olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Dostum, sırça köşkte oturuyorsan, başkalarının evine taş atmaya kalkışmayacaksın. (Çok dert etme, gençsin, zamanla öğrenirsin.)

Sen bu lafları söylediğin zaman birileri çıkıp sana Türkiye’de Kürtler’in (sadece ellerinde olmadan Kürt olarak dünyaya gelmiş olma bahtsızlığına uğradıkları için) yaşadıkları haksızlıkları, zulümleri, aşağılanmaları, yok sayılmaları hatırlatabilirler.

Ve şunu diyebilirler: Gazze ve Filistin konusunda samimi isen, Kürtler konusundaki bu duyarsızlığın ne?

Evet Taha, Türkiye Kürtleri hakkında bugüne kadar ne yazdın?

Hayır, Gazze konusundaki samimiyetinin ölçüsü olarak bunu kendi inisiyatifimle alıyor değilim..

Ölçüyü koyan sensin, dolayısıyla bu ölçü (başkalarını değilse bile) seni kesinlikle bağlıyor..

Seni, senin terazinle tartıyoruz.. Tartmak mecburiyetinde kalıyoruz.

*

İmdi, sen şunu diyebilirsin: Ama her Kürt bunları yaşamadı.

(O “bunlar”ı burada sıralamayalım.. Bunun içinde köylülere insan pisliği yedirme de, saf dindar Kürtler’i Kur’an’daki Hizbullah kavramını oltadaki yem olarak kullanmak suretiyle aldatıp laik Kemalist rejim hesabına “laik fakat Kemalist olmayan” Kürtler’e saldırtmak da var.)

Evet, her Kürt bunları yaşamadı.. Fakat Kürt kimliğinden vazgeçmeyi kabul ettiği, laik Kemalist rejimin dayatmalarına boyun eğdiği için yaşamadı.

İşte, Suriye’de de durum böyle..

Suriye’de rejim karşıtı Müslümanlar şayet Suriye rejiminin dayatmalarına boyun eğselerdi, onlar da “rahat” ederlerdi..

Böyle yapıp rahat edenler vardı.

*

Bir de İslamî hareket açısından olaya bakalım.

Türkiye ile Suriye’de yaşananlar biraz birbirine benziyor.

Mesela Suriye’de 1982 yılında yaşanan bir Hama katliamı var.

Türkiye’de de Şeyh Said isyanı yaşandı.. İsyan (birileri öldürülerek) bastırıldı, Şeyh Said ile bazı arkadaşları da asılarak idam edildiler.

Ancak, Türkiye’de İslam’a karşı yürütülmüş olan dehşetengiz, canavarca ve acımasız yok etme kampanyası Suriye’de yaşanmadı.. Medreseler, tekkeler kapatılmadı.. Alenî bir Şeriat düşmanlığı yapılmadı.. Müslümanlar’ın kılık kıyafetine, örtüsüne dokunulmadı. Şeriat aşağılanmadı.

Bununla birlikte, bazı müslümanlar, Müslüman Kardeşler Teşkilatı gibi örgütler etrafında toplandılar.

Rejim, bu örgütleri yasakladı.. Çünkü bu teşkilatların devleti ele geçirme gayesi taşıdıkları kanaatine sahipti.

Medrese ve tekkelerde böyle bir gaye görmediği için onlarla uğraşmadı.

Türkiye’de ise İslam tamamen yok edilmeye çalışıldı.

Tarikatlar bugün bile yasak..

Siyaset sahnesinde “Şeriatçı” olarak yer almak mümkün değil.. Şeriatçı olduğunuz anda vatandaşlık haklarınız elinizden otomatikman kayıp gidiyor.

Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini etmezseniz memur bile olamıyorsunuz. 

Milletvekili hiç olamıyorsunuz.

Bu yemini ederseniz, mevcut Anayasa’nın “kısıtlama ve yasaklama”larına gönüllü biçimde boyun eğerseniz, sorun yok.

Suriye’de de Hafız Esed’in ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini etmeye hazır olan, “devletine bağlı olduğunu” ilan edenlere birşey diyen yoktu.

(İsmailağa Cemaati’nin önde gelenleri bazı gazetecilerle bir toplantı yapmışlar ve orada “devlete bağlı olduklarını” ifade etmişler. Mahmud Efendi’ye halef olabilecek evsafta iki hocaları müphem cinayetlere kurban giden, Cübbeli Ahmet üzerinden terbiye edilmeye çalışılan bir cemaatin [laik (siyasal dinsiz) olduğu halde] devlete bağlılık vurgusu yapması, devletten gözlerinin fena halde korkmuş olduğunu gösteriyor.. Korkmaları doğal, ortada iki şehit var, kim olsa korkar.. “Vallahi billahi bizim devlette gözümüz yok, FETÖ gibi değiliz, devlet sizin olsun, bizim devlet işlerine karışmak ne haddimize efendim, bizim payımıza ancak vesayet altındaki sabi sübyan gibi devlete bağlı kalmak düşer; laik abiler kurbanınız oluruz n’olur bize dokunmayın” modundalar.. Ne yapsınlar?! Her biri merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca gibi evine kapanıp kimseyle biraraya gelmeden ölümü beklemeye nasıl katlanabilir?!)

*

Söz buraya gelmişken FETÖ (Fethullahçı Takiyye Örgütü) bahsi üzerinde durmakta da fayda var.

İmdi sen devlet olarak bir FETÖ tehdidinden hareketle dünya kadar insanı işten atmış, tutuklamış, yargılamış durumdasın.

FETÖ’yü (Latif Erdoğan gibi isimlerin de söylediği gibi) MİT-CIA işbirliği çerçevesinde sen kendin kurmuşsun, dünya genelinde örgütlenmesi, okullar açması için devlet olarak ona yardımcı olmuşsun, onun önünü açmışsın, sonra da gaflete düşüp kontrolünü dış güçlere kaptırmışsın.

Suriye’deki adam da Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı Mısır kökenli, yurtdışı bağlantıları olan bir hareket olarak görüyor. Tehdit olarak algılıyor. Ve yasaklıyor. Fakat orada durmuyor, ona sempati beslediğini veya üye olduğunu düşündüğü kişileri tutukluyor, onlara işkence yapıyor, vatandaşlık haklarından mahrum ediyor.

Benzer şeyleri FETÖ’cüler de yaşamadı mı?!

Yani adam, sadece, yasal izinle faaliyet gösteren bir bankaya para yatırdı diye örgüt üyeliğiyle suçlanabildi.

Böyle bir şey olabilir mi?!

Oldu.. Gelecek kuşaklar bunu bir zulüm ve gadr olarak hatırlayacaklar.

İmdi, ey Taha efendi, sendeki bu “ahlakî tutarlılık, kalbinden taşıp coşan samimiyet, erdemli çizgi”, “emperyalist Batı’nın kuklaları” diye uyduruk ve kıytırık bahanelerle, sudan gerekçelerle FETÖ torbasına doldurulan yüz binler söz konusu olduğunda nereye gidiyor?

Evet, haklısın, Suriye’de zalim bir rejim hüküm sürüyor. Fakat bölgedeki tek zalim devlet Suriye değil.

Ve tek zalim lider de Esed değil.

İmdi, mesela Alparslan Kuytul’u iyi tanımıyorum, samimiyetine kefil olamam, fakat yaşadıkları, “Beraet-i zimmet asıldır” hukuk ilkesi çerçevesinde makul ve mazur görülebilir mi?!

Hukuk hepimize lazım.

Evet, cesur cahil Taha’nın lafları pek havalı:

“Bir bölgedeki Müslüman mazlumları sosyal medyada sürekli paylaşırken, hemen yan bölgedeki başka Müslümanları “emperyalistlerin kuklaları” olarak zemmedip yerin dibine batırıyorsanız… Kusura bakmayınız, derdinizin Filistin, Gazze ve Kudüs olduğuna kimseyi inandıramazsınız.”

Adresini ver de, doya doya samimiyetsiz yüzü seyretmen için sana bir ayna gönderelim.

Hali buyken bir de tutmuş artistlik yapıyor.. Oturduğu ahır sekisi, söylediği İstanbul türküsü.

*

Gadr kelimesi üzerinde durmak gerekiyor.

Gadr, sözünde durmamak, ahdi/sözleşmeyi çiğnemek, vaadinden dönmektir.

Mağdur (gadre uğrayan), kendisine verilen söz (mesela yasal güvenceler) çiğnenen kişidir.

Tarihten bir örnek verelim.. Taifli Sakif kabilesinden Muğire bin Şube, (Asım Köksal Hoca’nın İslam Tarihi’nde anlattığına göre) aynı kabileden müşrik birkaç arkadaşı ile birlikte Mısır’a gitmişti. Dönerlerken bununla arkadaşları arasında bir gerginlik yaşandı. Tuttu gece, uyurlarken bu arkadaşlarını öldürdü. Sonra da onların mallarını da alıp Medine’ye geldi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e müslüman olduğunu söyledi, yanında getirdiği gasbedilmiş malları da ganimet olarak bağışlamak istedi. 

Peygamber Efendimiz s.a.s. de, müslümanlığının kabul edildiğini, fakat yaptığı şeyin gadr (ahde vefasızlık ve ihanet) olduğunu, bu malı kabul etmeyeceğini bildirdi.

Evet, gadr, sadece müslümanlara karşı yapılan haksızlıklar değildir. Müşriklere ve kâfirlere karşı da sergilenebilir.

İmdi, Türkiye-Suriye ilişkilerine bu çerçevede baktığımızda, Türkiye ile Suriye heyetleri dostça görüşür gelecek planları yaparken (Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı Korgeneral İsmail Hakkı Pekin’in açıkladığı üzere) tutup ABD ile anlaşılarak Suriye’nin içinin karıştırılmış olmasını nasıl yorumlamak gerekir?

Bu bir gadr mıdır, değil midir?..

(O yıllarda gördüğüm bir rüyaya göre, dönemin başbakanı Erdoğan, Esed’e karşı iki kere gadr sergilemiş bulunuyordu. Biri işte bu ABD ile anlaşılarak atılan “kazık”.. İkincisinin ne olduğunu bilmiyorum.. Tabiî bu benim rüyam, sadece beni bağlar, fakat yaşananlar da ortada.. 

Bu arada şunu da söyleyeyim.. 2015 yılında Ulaştırma Bakanlığı’nın Sivas Bölge Müdürlüğü’nde uzman sıfatıyla vazifeliydim.. Orada çalışan bir elektrik-elektronik yüksek mühendisi, bir Türkmen aşiretinden olduğunu, aşiretinin bir kısmının Suriye’de bulunduğunu, onlarla temas halinde olduğunu, ve Suriye olayları sırasında MİT’in onlarla birtakım işler çevirdiğini söylemişti.. Bu arkadaş, geçmişte memuriyeti sırasında MİT’çilerin kendisinden, uhdesindeki görev çerçevesinde bazı taleplerde bulunmuş olduklarını da anlatmıştı.. 

Yine bir ara bana, aile çevresi üzerinden AK Parti hanımlar teşkilatı ile bağlantısının olduğunu, benden onlara bahsettiğini, benim kendilerine bir konuşma yapmamı istediklerini söylemişti. İlke olarak artık hiçbir yerde konuşma yapmadığımı söyleyerek teklifi reddetmiştim.)


BİR "DECCAL" (ÇOK YALANCI) OLARAK SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK

 








UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 35

 

Bir önceki bölümde dikkat çektiğimiz hususlardan anlaşılabileceği gibi, Selanikli Mustafa Atatürk’ün sözleri çelişki, tutarsızlık ve mantıksızlıklarla meşbu durumda.

Ve külliyetli miktarda yalan içeriyor.

Bu yüzden sözlerinin elekten geçirilmesi, gökten inmiş vahiy gibi “mutlak doğru” kabul edilmemesi gerekiyor.

(Ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Anayasa’sına dercettiği Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık kaydıyla onun sözlerine bu şekilde “mutlak doğruluk” ve bir tür tanrısallık atfediyor. Allahu Teala için yanılma, unutma, yalan söyleme, yanlış bilme ve yanlış bilgi verme söz konusu olamaz, fakat Selanikli Mustafa Atatürk’te bu arızaların hepsi var.)

Evet, Selanikli’nin sözlerinin “mutlak doğru” kabul edilmemesi, şahsının (kendisine yanılmazlık ve yanıltmazlık izafe edilerek) tanrılaştırılıp putlaştırılmaması, laflarının hayatta en hakiki mürşit olan ilmin rehberliğinde bilimsel bir bakış açısıyla kritik-analitik (tahlilî ve tenkidî, eleştirel ve çözümleyici) bir yaklaşımla değerlendirmeye tabi tutulması gerekiyor.

Allahu Teala Kur’an-ı Kerîm’de pekçok ayette aklımızı kullanmamızı emrediyor, insanlığı akıl nimetini kullanmaya davet ediyor.

Dolayısıyla Selanikli’nin yapıp ettiklerini de aklımızı kullanarak değerlendirmek durumundayız.

Ancak Türkiye’de Selanikli söz konusu olduğunda bunun yapıldığı pek söylenemez.

Bir kesim (Kemalistler/Atatürkçüler), Selanikli’nin sözlerini iman ettikleri ölümlü bir tanrının ölümsüz vahyi gibi sorgulamadan huşu içinde (trans halinde) okuyup dinliyorlar.

(Atatürkçü/Kemalist derin devlet, modernist-“düzen”baz ilahiyatçı aparatlarına Allahu Teala’nın hükümleri için “tarihsel” hükmünü verdirirken, yani onların belirli bir tarihe ve bölgeye özgü olduğunu söyletirken, tanrılaştırıp putlaştırdığı Selanikli’nin zırvalarına “evrensellik”, yani zaman/tarih ve mekân/coğrafya üstülük, ebedî geçerlilik tanıyor. Ve bu “tarihsellik” konusunda pek hassas olan ilahiyatçı tufeylîlerin, Selanikli’nin ilke ve inkılapları söz konusu olduğunda, putunun karşısında dilsiz hale gelen putperestler gibi sessizliğe gömüldüklerini görüyoruz.)

*

Evet, Selanikli’yi putlaştıranlara, onun en mantıksız lafları bile eşsiz hikmetler gibi görünüyor.

(Misal, “Bir Türk dünyaya bedeldir” şeklindeki saçma sözü.. Sevmedikleri Sultan Vahideddin bir Türk olduğu için dünyaya bedel, o kadar kıymetli, fakat ona yapmadıkları hakareti bırakmıyorlar.. Hapishanelerimizi dolduran ırz düşmanı sapıklar, çocuk tecavüzcüleri vs. Türk oldukları için çok kıymetliler, dünyaya bedeller.. Görüldüğü gibi Selanikli saçmalamış, fakat birileri akıllarını yitirmiş gibi bu sözü eşsiz bir vecize olarak tekrarlayabiliyorlar.)

Bir kesim de Türkiye’de Selanikli’yi eleştirmek rejim açısından istenmeyen birşey olduğu için istikbal ve menfaat hesapları yaparak (rejimperestlere şirin görünmek için) Selanikli’nin sözlerindeki yalan yanlış ifadeleri görmezden geliyor.

(Üstad Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu gibi yanlışlara dikkat çekenler geçmişte büyük sıkıntılar yaşadılar. Selanikli’nin yaşadığı dönemde ise ona gözünün üstünde kaşın var diyenin bile başı belaya girebiliyordu.)

*

Asıl mevzuya gelelim.

Bir önceki bölümde, (Selanikli Mustafa Atatürk’ün has adamı) Falih Rıfkı’nın, velinimeti Selanikli’den naklettiği şu sözleri aktarmıştık:

"Bir gün Fethi (Okyar) Bey ve dört müşterek arkadaşımla birlikte, bir hayli münakaşadan sonra, ihtilalci bir komite kurmaya karar verdik ve ihtilalci tedbirler düşünmeye başladık: Padişahı değiştirmek, kabineyi düşürmek, yeni bir hükümet teşkil ederek daha azimli hareketlere başvurmak gibi..

Başka bir gün bizim Şişli'deki evde toplantımız nihayet bulduktan sonra dört kişiden biri dedi ki: "Arkadaşlar, ben çok düşündüm. Namusumla söz veririm ki sırrınız gizli kalacaktır, fakat komitede çalışmaya devam etmeyeceğim." Hepimiz hayret içinde birbirimize baktık. İçimizden biri:

"- Bu ne demek, muvaffakiyetten emin mi değilsiniz?" diye sordu.

"- Hayır, bunu düşünmedim. Muvaffak olacaksınız. Fakat ihtilalciler muvaffak olsalar bile birçok tehlike karşısındadırlar. Bunu da kabul etmelidirler. İşte o zaman ben ve benim gibiler, sizin kararlarınızı tatbik etmek üzere iktidara gelecek ihtiyat namzetler (yedek adaylar) oluruz."

“Fethi Bey'le ben gözlerimizle konuştuk.

“Derhal dedim ki:

"- Beyefendinin iştirak etmeyeceği bir teşebbüs makul de olmayabilir. Onun için cemiyeti hemen feshetmeliyiz."

“Böyle yaptık. Kendisi müsaade alıp gitti. Kalanlar cemiyeti tekrar kurmuş oldular.”

(Falih Rıfkı Atay, M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, haz. Nurer Uğurlu, İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, Mayıs 1999, s. 128.)

Selanikli kendisinin ve Fethi Okyar’ın “dört müşterek (ortak) arkadaşı”ndan söz ediyor fakat gerçekte sadece iki müşterek arkadaş söz konusu.

Yani toplamda dört arkadaşlar.

Geriye kalan iki kişi Rauf Orbay ile İsmail Canbulat.

Ve Selanikli, sonraki yıllarda bu iki ortak arkadaşlarına çok fena “kazık” atacaktır.

İzmir suikasti girişimi bahanesiyle (suikast değil, suikast girişimi) İsmail Canbulat’ı haksız yere astıracak, yurtdışında olduğu için gıyabında yargılanan Rauf Orbay’ı ise 10 yıl hapse mahkum ettirecektir. Ayrıca bütün mal varlığına el koyacaktır. (Türkiye'de olsaydı kesinlikle asılırdı. Türkiye'ye dönmedi, sürgün hayatı yaşadı. Selanikli'nin ölümünden sonra mahkemesi tekrar görüldü, beraat etti.)

Evet, toplamda dört kişiler.

Fakat, Selanikli’nin anlattığı hikâyede İttihat ve Terakki hükümetinin eski bakanlarından Kara Kemal de “konuk sanatçı” olarak önemli bir yere sahip.

Dolayısıyla bir “beşli çete”nin varlığından söz edenler de çıkabilir. 

(Fakat İsmail Canbulat ile Rauf Orbay'ın Kara Kemal alerjisi dikkate alınırsa, en iyi ihtimalle "dörtlü çete"den söz edilebilir. Selanikli Mustafa Atatürk çeteye Kara Kemal'i de dahil etmek istemiş fakat bu girişimi komitacılık/terör karşıtı İsmail Canbulat ile Rauf Orbay tarafından veto edilmiş.)

*

Selanikli’nin mütareke (ateşkes) döneminde İstanbul’da geçirdiği günleri konu edinen akademik çalışmalar mevcut.

Selanikli’nin yukarıda aktardığımız sözlerini bu “bilimsel” araştırmaları temel alarak tartışacağız inşaallah.

Önce konuyla ilgili bir yüksek lisans tezinde mevzu nasıl anlatılıyor, ona bakalım.

M. Fatih Cebeci, hazırladığı tezinde konuya şöyle girmiş:

“Tevfik Paşa Hükümetinin Meclisten güven oyu almasından sonra da buhükümetin düşürülmesi için çeşitli şekillerde çalışmaların yaşandığını ve bu organizasyonlarda Mustafa Kemal’in isminin geçtiğini görmekteyiz. 26 Aralık 1918 tarihli Sabah gazetesinde çıkan habere göre Tevfik paşa hükümetinin düşürülmesi için bazı gizli faaliyetlerin olduğu, bu faaliyeti gerçekleştirenlerin hazırlamış olduğu listede Mustafa Kemal’in isminin “Bahriye Nazırı” (donanma ve denizcilik bakanı) olarak geçtiği yazmıştı. Tabi Mustafa Kemal bu haberi ertesi gün yalanladı.”

(Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, c.1, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1991, s. 77’den aktaran Mehmet Fatih Cebeci, Mütareke Döneminde Mustafa Kemal’in İstanbul’daki Faaliyetleri ve Anadolu’da Görevlendirilmesi, yüksek lisans tezi, Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013, s. 35-36.)

Görüldüğü gibi Selanikli yaptığı işin arkasında mertçe durmuyor, yalan söylüyor.

Olduğundan farklı görünme, yalan söyleme, herkesin karşısına farklı bir yüzle çıkma onun karakterinin başat ve değişmez özelliklerinden biri.

Selanikli’nin Tevfik Paşa hükümetinin kurulmaması, İzzet Paşa liderliğinde (içinde kendisinin Harbiye Nazırı yani Milli Savunma Bakanı olarak yer aldığı) yeni bir hükümet kurulması için çevirdiği dalavereleri önceki bölümlerde görmüştük.

Selanikli, hedefine İzzet Paşa (Mareşal Ahmet İzzet Paşa) ile ulaşamayınca, şansını bir de Âyan Meclisi Reisi Ahmed Rıza Bey’le denemiş bulunuyor. (Meşrutiyet döneminde Meclis-i Mebusan’ın yanı sıra bir de Âyan Meclisi vardı. Türkiye’de 12 Eylül öncesinde bir senatonun bulunuşu gibi.. Ahmed Rıza, Jön Türkler’in ve İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerindendi.)

Cebeci, “Ayan Reisi Ahmet Rıza, Tevfik Paşa Hükümetine yönelik olarak tenkitlerini sürekli padişaha iletmekte idi…. Ahmet Rıza Bey’in hükümeti ele geçirme düşüncesiyle ilgili olarak Mustafa Kemal’in alakadarlığını Kazım Karabekir şu şekilde beyan etmişti” diyor ve onun şu sözlerini aktarıyor:

“Nitekim Mustafa Kemal Paşa, Ahmet Rıza Bey riyasetinde (başkanlığında) bir kabine (hükümet) kurmak ve kendisi Harbiye Nazırı olmak ve benim de –pek zor durumda olan- iaşe vaziyetini düzeltmem için iaşe nazırlığını (bakanlığını) kabul etmemi kararlaştırmışlar ve İsmet Bey (İnönü) vasıtasıyla da bana bunu bildirmişlerdi…”

(Kazım Karabekir, Paşaların Hesaplaşması, Emre Yayınları, İstanbul 1993, s. 34’ten aktaran Cebeci, s. 36.)

Cebeci, Karabekir’den yaptığı bu alıntının ardından şunları söylüyor:

“Görüldüğü gibi Mustafa Kemal’in Hükümete Harbiye Nazırı olarak girme ya da istedikleri kişilerden oluşacak bir hükümet oluşturma gibi teşebbüsleri başarıyla neticelenmedi. Dolayısıyla Mustafa Kemal ve arkadaşları daha zorlayıcı ve köklü bir girişime başvurmayı düşündüler; İhtilalci bir komite kurarak padişah ve hükümet düşürülecekti. Mustafa Kemal’in Şişli’deki evinde yapmış oldukları bir toplantıda İsmail Canbulat Bey’in tereddüt ve çekincesini bildirmesi üzerine komite oluşturma fikrini pek de ileri bir aşamaya götüremediler.” (s. 36-37.)

Cebeci, bu sözlerinin ardından bir dipnotla açıklama yapıyor ve “Mustafa Kemal ihtilalci bir komite fikrinin ortaya çıkmasını hatıralarında şu şekilde bahsetmektedir” diyerek, yukarıda Atay’dan yaptığımız alıntıyı aktarıyor.

Ancak kaynak olarak Tansel’in yukarıda adı geçen kitabı ile İsmet Bozdağ’ın Nutuk Öncesi Atatürk Konuşuyor adlı kitaını gösteriyor. Metin, Atay’ın ifadelerinin sadeleştirilmiş şekli.. Diğer bir fark, Atay’ın kitabında isim verilmezken burada İsmail Canbulat’ın adının açıklanmış olması.

*

Buraya kadar herşey iyi.. Fakat bundan sonrası tufan..

Çünkü Cebeci, yukarıdaki ifadelerinin akabinde, olayın şahitlerinden Rauf Orbay’ın konuyla ilgili ifadelerini aktarıyor.

Ve, Rauf Orbay’ın sözlerine baktığımızda, Selanikli’nin olayı yalan dolanlarla çarpıtmış olduğunu görüyoruz.

Ya da Rauf Orbay yalan söylüyor.

Sen hangisine inanıyorsun diye sorarsanız cevabım şu: Kesinlikle Selanikli yalan söylüyor.. Rauf Orbay Selanikli’ye göre katiyyen daha dürüst, şerefli ve namuslu bir adam..

(Kâzım Karabekir ile Selanikli’nin ihtilaf ettikleri mevzularda da aynı şekilde düşünüyorum.. Bence Selanikli tescilli yalancı.. Yalancılıkta müseccel marka.. “Hayır, Selanikli doğruyu söylüyor, Kâzım Karabekir ve Rauf Orbay gibi isimler yalan söylüyor” diyenlere de sözüm yok, memlekette fikir ve inanç hürriyeti var, isteyen istediği şekilde düşünebilir ve inanabilir.)

Evet, Cebeci sözlerini şöyle sürdürüyor:

Rauf Orbay ise Mustafa Kemal’in teklifiyle Tevfik Paşa hükümeti ve onun destekçisi Padişah’ı devirme kararı aldıklarını fakat İsmail Canbulat Bey’in itirazıyla bu işin sonlanmasını hatıralarında şu şekilde anlatmaktaydı:

“… Tevfik Paşa hükümetinin kırık düzen becerisizlikleri ile uğranılan zararların bir an evvel önüne geçilmek için bu hükümeti, hatta onu desteklemekte olan Padişah Vahdeddin’i bir yolunu bulup devirmekten başka çare kalmadığını ileri süren [Mustafa Kemal] Paşa’nın teklifiyle faaliyete geçmek kararını bile vermiştik ki, araya Kara Kemal beyin girişinden kuşkulanan İsmail Canbulat Bey’in itirazıyla bu iş o kadarla kalmıştı.

“İsmail Canbulat Bey’in itirazı şöyle olmuştu. Tevfik Paşa hükümetinin ve hatta padişahın nasıl değiştirilebileceği meselesini aramızda, konuştuğumuz günlerin birinde İsmail Canbulat Bey’le ben, Şişli’de Mustafa Kemal Paşa’nın evine gittiğimizde Paşa’yı, -o zamana kadar ilk defa evine geldiğini gördüğümüz- İttihat ve Terakki’nin meşhur İaşe Nazırı Kara Kemal Bey’le baş başa konuşur bulduk.

“Odaya gidip yanlarına yaklaştığımızda, konuşma konusunun: “Tevfik Paşa’yı, otomobilinin şoförünü değiştirip kaçırarak, İstanbul’da bir yerde saklamak...” olduğunu anlayınca, İsmail Canbulat Bey, birdenbire asabileşerek ters yüzü dönüp odadan sofaya çıktı. Ben de peşinden gittim.

“Yok birader, böyle komitacı işlerine gelemem, böyle şey olmaz, bu benim işim değil…” diye gittikçe sinirlenen Canbulat Bey’i teskin etmek hususundaki gayretlerime rağmen evden çıkıp gitti.

“Sonra Kara Kemal Bey de gitmişti. İsmail Canbulat Bey asabileşince hayret etmekte olan Mustafa Kemal Paşa’ya, vaziyeti anlattım.

“-Neden böyle oldu? Kara Kemal de nereden çıktı?” [dedim.]

“–Yok canım, dedi, ben komitacılık yapar mıyım, Kemal Bey’in ağzını arıyordum.” dedi.

“-Öyleyse haydi kalkın gidelim. Canbulat’a anlatın..” dedim.

“Canbulat’ın Osmanbey’deki evine gittik. Mustafa Kemal Paşa, Kemal Bey’in ağzını aradığını tekrar ile, işin içinde komitacılık olmadığı hususunda teminat verdi. Bu teşebbüs de bu kararla kaldı.” (s. 37-38.)

[Cebeci Orbay’ın hatıratına “a.g.e., s. 232” diyerek atıfta bulunuyor, fakat dalgınlığına gelmiş, kitabın adını diğer dipnotlarda ve bibliyografyada vermeyi unutmuş.. Söz konusu eser, Rauf Orbay’ın Cehennem Değirmeni -Siyasî Hatıralarım- adlı eserinin birinci cildi (İstanbul: Emre Y., 1993), sayfa numarası doğru.}

*

Görüldüğü gibi, Selanikli’nin anlattığı hikâye ile Rauf Orbay’ın konuyla ilgili açıklamaları tamamen farklı.

Rauf Orbay’ın sözlerinden, Selanikli’nin, bu arkadaşlarını, “Her ne pahasına olursa olsun hükümeti yıkmalı başka bir hükümet kurmalıyız, gerekirse bu hükümeti görevden almayan ve istifaya zorlamayan Vahideddin’i de tahttan indirmeliyiz” diyerek kışkırttığı anlaşılıyor.

Derdi bir şekilde hükümette koltuk kapıp bakan olmak.. Fakat arkadaşlarını “gaza getirmek” için “Siz de bakan olmalısınız, olacaksınız, buna layıksınız” diyor.

Arkadaşları da “He, hı” diyorlar, fakat bunun siyasî alavere dalavere ve entrikalarla, birtakım ittifaklar yoluyla Padişah ve hükümet üzerinde baskı kurulması suretiyle olacağını zannediyorlar.

Sonra bir gün bakıyorlar ki, o güne kadar Sarı Kemal’in evine gelmemiş olan Kara Kemal bunun evine damlamış ve başbaşa kanunsuz işler planlıyorlar.

Terör örgütü olarak faaliyet göstermeyi (o günkü tabirle komitacılık yapmayı) kafaya koymuşlar.

İşte buradan, Selanikli Sarı Kemal’in (Mustafa Atatürk’ün) birinci yalanı ortaya çıkıyor: İddiasının aksine ortada bir “ihtilalci komite” yok.. Böyle bir terör örgütü kurulmuş değil.

İkincisi, İsmail Canbulat’ın daha önce girmiş olduğu halde ihtilalci komiteden ayrılması diye birşey de mevzubahis değil.

Üçüncüsü, Fethi Okyar o gün orada değil.. Çünkü Rauf Orbay, Sarı Kemal ile Kara Kemal’in başbaşa konuştuklarını söylüyor.

Dolayısıyla Selanikli ile Fethi Okyar arasında bir “bakışarak konuşma” durumu yaşanmış değil.. Fethi Okyar piyasada yok.

Dördüncüsü, Selanikli’nin şu sözleri de baştan aşağı yalan:

“Başka bir gün bizim Şişli'deki evde toplantımız nihayet bulduktan sonra dört kişiden biri dedi ki: ‘Arkadaşlar, ben çok düşündüm. Namusumla söz veririm ki sırrınız gizli kalacaktır, fakat komitede çalışmaya devam etmeyeceğim.’ Hepimiz hayret içinde birbirimize baktık.”

Ortada bir toplantı yok ki nihayet bulsun..

İsmail Canbulat Sarı Kemal ile Kara Kemal’in dengesiz laflarından rahatsız olup çekip gitmiş.. Dolayısıyla yaptığı herhangi bir açıklama da, kalanların hayret içinde birbirlerine bakması da söz konusu değil. (Sonraki yıllarda Sarı Kemal'in adamları İzmir Suikasti girişiminin ardında olduğu iddiasıyla Kara Kemal'in peşine düşecekler, o da ellerine canlı düşmemek için intihar edecektir.)

Beşincisi, içlerinden birinin İsmail Canbulat’a "Bu ne demek, muvaffakiyetten emin mi değilsiniz?" diye sorması diye birşey de yok.

Altıncısı, Rauf Orbay İsmail Canbulat’ın değil Selanikli’nin tavrına hayret ediyor. “Neden böyle oldu? Kara Kemal de nereden çıktı?” diye hesap soruyor.

Yedincisi, İsmail Canbulat’ın sinirli bir şekilde çekip gitmesi ve Rauf Orbay’ın itirazından paniğe kapılan ve pabucun pahalı olduğunu gören Selanikli hemen tabiri caizse “kıvırıyor” ve “Yok canım,” diyor, “ben komitacılık yapar mıyım, Kemal Bey’in ağzını arıyordum”. ("Kıvırmacı" olduğunu, gerçek düşüncelerinin hilafına konuşarak arkadaşlarını aldattığını kendisinin  "Beyefendinin iştirak etmeyeceği bir teşebbüs makul de olmayabilir, onun için cemiyeti hemen feshetmeliyiz dedim" şeklindeki ifadesi de ortaya koyuyor.)

Buradan da anlaşılıyor ki ortada bir “ihtilalci komite” yok. O, Selanikli’nin hayalindeki mutlu tablo..

Bu komitacılığını İstanbul’da gerçekleştiremeyecek, İngilizler’in (İsmet İnönü’nün itiraf ettiği) desteği sayesinde ileride hayata geçirecek, TBMM’yi bir “ihtilalci komite” gibi Osmanlı Devleti’nin karşısına dikecektir.

Sekizincisi, Selanikli’nin "Beyefendinin iştirak etmeyeceği bir teşebbüs makul de olmayabilir. Onun için cemiyeti (ihtilalci komiteyi, terör örgütünü) hemen feshetmeliyiz" demesi de söz konusu değil.

Tam aksine, İsmail Canbulat’ın Osmanbey’deki evine gidiyorlar, Selanikli ona da, Rauf Orbay’a söylediği gibi, Kara Kemal’in ağzını aradığını ifade ediyor, işin içinde komitacılık olmadığı hususunda teminat veriyor. (Ağız aramak için olduğundan farklı görünerek yalan söylemek de bir başka karaktersizlik.. Komitacılık yapmazmış, fakat Kara Kemal'e öyle görünmüşmüş.. Erzurum Kongresi gecelerinden birinde hempaları Mazhar Müfit ile Süreyya'ya gerçek niyetlerini ve gizli gündemini açıklamışken bütün bir millete karşı takiyye yaptı, yalan söyledi.)

Dokuzuncusu, Selanikli’nin “Böyle yaptık. Kendisi müsaade alıp gitti” şeklindeki sözleri de yalan.. İsmail Canbulat müsaade almadan çıkıp gitmiş durumda.

Onuncusu, Selanikli’nin “Kalanlar cemiyeti (ihtilalci terör örgütünü) tekrar kurmuş oldular” şeklindeki sözü de püsküllü yalan. (Fakat yalancı ve sahtekâr olduğunu böylece itiraf etmiş oluyor. Kendi beyanına göre, İsmail Canbulat'ı aldatıyor, ona yalan söylüyor, terör örgütünü feshetmiş gibi görünüyorlar, fakat aslında böyle bir fesih yok.. Selanikli'nin bütün hayatı yalan dolan, aldatma, döneklik, ikiyüzlülük, sahtekârlık ve takiyye üzerine kurulu.)

*

Evet, Selanikli büyük yalancı.. (Yeri gelmişken söyleyelim, "deccal", kelime anlamı itibariyle "çok yalancı" demektir.)

Bu kadar kolay “kıvıran”, yalan söyleyen bir adamın, İngiliz Gizli Servisi’nin (İstihbarat Teşkilatı’nın) İstanbul şefi Robert Frew ile olan başbaşa gizli görüşmeleri hakkında doğru bilgi vermesi beklenebilir mi?!

İsmet İnönü, adamını çok iyi tanıyormuş:

"İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

Demek ki bu topraklarda Selanikli liderliğinde “yedi düvel”e (yedi devlet) karşı verilmiş bir istiklal/bağımsızlık mücadelesi yok.

Dört düvelin (İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya) desteğiyle Yunanistan’a karşı verilmiş bir mücadele var.

Selanikli’nin hedef aldığı ikinci devlet ise Osmanlı Devleti.

Evet, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş serüveninin “İngiltere'nin izni, Lord Curzon'un kararı ve kavliyle, ve de dört düvelin yardımıyla iki düvele karşı verilmiş şanlı mücadele” olarak yeniden yazılması gerekiyor.

 


İNGİLİZ’İN İZNİ (VİZESİ), LORD CURZON’UN KAVLİYLE SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK ANADOLU’YA “VATAN KURTARACAK KAHRAMAN” OLARAK GİDERKEN

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 36   Bir önceki bölümde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün, “mütareke döneminde İstanbu...