Bir önceki yazıda Dr. Nurullah Çakmaktaş’ın “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” başlıklı makalesinden yaptığımız alıntıda şu ifadeler yer alıyordu:
Demokrasinin genelde laiklik ile
mündemiç olma zorunluluğu, cihâdî selefi ideologların demokrasiyi sert
bir dille eleştirmesinin diğer bir nedeni olmuştur. Mesela İhvan-ı
Müslimin’in laik Vefd Partisi ile seçimler için ittifak
görüşmeleri sürerken İhvan’ın o dönemdeki mürşidi Ömer et-Tilmisâni’nin
laiklik hakkında kendisine sorulan soruya verdiği cevap Eymen
ez-Zevâhirî tarafından tenkide tabi tutulmuştur. Öyle ki et-Tilmisâni
bu mülakat esnasında laikliğin din karşıtlığı anlamına gelmediğini, aksine
dindarlara kendilerini ifade etme özgürlüğü sunduğunu ifade etmiş, ayrıca laik
Vefd Partisi’nin diğer partiler gibi İhvan’a zulmetmediğini belirtmiştir.
Ez-Zevâhiri ise İhvan’ın İslami hükümler yerine insanların kendilerine
nasıl davrandığına bakarak tercihte bulunduğunu belirterek genel
mürşide eleştiride bulunmuştur (Ez-Zevâhirî, 2005, 51).
Görüldüğü
gibi İhvan’ın mürşidi (şeyhi) et-Tilmisânî saçmalamış.
İmam
böyle olursa cemaat nasıl olur, tahmin etmek zor değil.. Mürşidin kendisi
irşada muhtaç.. “Kendisi muhtac-ı himmet bir dede / Nerde kaldı gayriye
himmet ede!”
İmdi,
laikliğin din karşıtlığı anlamına gelmemesi, onun (İslam açısından)
savunulabilir birşey olduğunu göstermez.
Mesela
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hamisi ve amcası Ebu Talib
din (İslam) karşıtı değildi, fakat bu tavrı onu ahirette kurtarmayacak.
Laikliğin
din karşıtlığı anlamına gelmemesi söylemi gerçekte bir yalandan ibarettir.
Aldatmacadır.
Laiklik,
İslam’ın devlete hakim olmasına karşı mıdır, değil midir, asıl mesele bu.
Laiklik,
tanım gereği İslam’ın devlete hakim olmasına karşıdır.. Bu da din karşıtlığı da
değilse, din karşıtlığı nasıl birşeydir?
Laikçilerin
dilindeki ezber şu: “Efendim, ibadetinize karışılmaz, caminiz kapatılmaz..
Namazınıza orucunuza karışan mı var?!”
Yahudisi,
hristiyanı vs. söz konusu olduğunda (laik olmadığı halde) İslam devleti de bu
kadarına izin veriyor.
Üstelik,
bunu bir iyilik olarak görüp onların başına da kakmıyor.. “İslam devleti olarak
siz Hristiyanların ibadetinize, kilisenize karışmıyoruz.. İbadet namına ne
varsa yapıyorsunuz, daha ne istersiniz?!” demiyor.
*
Mürşid
müsveddesine göre laiklik dindarlara kendilerini ifade etme özgürlüğü
sunuyormuş..
Ne
kadar sunuyor?
Türkiye
örneği üzerinden konuşalım..
Geçmişteki
(İşgalci Fransız’ın Maraş’taki zulmünü aratmayan) başörtüsü mezalimi,
Ceza Kanunu’nun (Özal’ın kaldırdığı) 163’üncü maddesi filan
bahislerine girmeyelim, bugünden söz edelim..
Bir müslüman, mesela TBMM kürsüsünden kendisini şöyle ifade edebilir mi:
Arkadaşlar, ben İslam Şeriati’ni
benimsiyorum, Şeriat’in bu ülkede yürürlükte olmasını istiyorum.. Eğer bu
ülkede din ve vicdan hürriyeti varsa, bunu söylemek benim hakkımdır.. Burada
Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini etme dayatması da yapılmamalıdır..
Benim “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bir vatandaş olma hakkım yok
mu?.. Kendi hür fikrimle, hür vicdanımla, hür irfanımla Atatürkçülüğü, Atatürk
ilke ve devrimlerini reddediyorum.. Eğer bunları reddetme hakkım yoksa, bana
fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür olma hakkı tanındığı nasıl söylenebilir?!
Bir
müslüman, (din karşıtı olmayan) laik Türkiye’nin Meclis’inde (Erdoğan’ın
tabiriyle) “sıkıysa” kendisini bu şekilde ifade etsin..
Hayır,
Türkiye’de fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür olma hakkı Atatürkçülerin
(Kemalistlerin) tekelindedir.
Müslüman, bu ülkede fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür değildir.. Resmen Kemalist
laiklerin vesayeti ve velayeti altındadır.. Hacr altındadır, mahcûrdur.
Kendi
hukukuna malik değildir.
“Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olmak nedir, merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Fatiha Suresi’ni tefsir ederken açıklıyor:
Lisan-ı İslâm’da (İslamî terminolojide) hürriyet,
hukukuna malikiyet (haklarına sahip olma) diye tarif olunur (Keşf-i Pezdevî)
ki bunun zıddı hukukuna başkasının malik olması demek olan esaret ve
rıkkiyettir (köleliktir).
Asl-ı hukuk (hukukun aslı) ise vaz’-ı ilâhîdir
(Allahu Teala tarafından konulup belirlenmiştir). Binaenaleyh herhangi bir
ferdin vaz’-ı ilahî olan hukuku kendi rızası munzam (zammedilmiş, eklenmiş)
olmaksızın diğer bir [Atatürk ilke ve inkılapları veya TBMM kararları gibi] vaz’-ı beşerî ile tebdil, tağyir veya tasarrufa mahkûm olabiliyorsa o artık
yalnız Allah’ın kulu değildir [Ali Rıza’nın Zübeyde’den doğma oğlu Selanikli
Mustafa’nın ve benzerlerinin de kulu olmuş olur. Türkiye’de durum budur.
İslam’a göre böyle]. Ve onda bir hisse-i esaret vardır.
Ve artık onun vecaib ü vezaifi (yükümlülük ve
görevleri) mahza (salt) hakkın icabına değil, şunun bunun keyf ü iradesine
tabidir.
Binaenaleyh Hak Tealâ’yı tanımayan kimsede hukukuna
malikiyet manasına hakk-ı hürriyet farz etmek bir tenakuz (çelişki) olduğu
gibi, Hak Tealâ’dan başkasına kul olanlarda da hürriyet farz etmek imkânsızdır.
(Hukukun
aslı Allahu Teala tarafından konulmuş olduğu için insanlarla hayvanlar eşit
değildir.. Allahu Teala insana, hayvanatı–Şeriat’in belirlediği sınırlar
çerçevesinde- kullanma, onlardan yararlanma, hatta onları öldürme hakkı
tanımıştır.. Fakat insana, diğer insanlar karşısında böylesi haklar
tanımamıştır. Tabiatçı/doğacı yani ateist ya da deist bir zihniyetle bakıldığında ise,
insanın hiçbir hayvana karşı üstünlüğünden söz edilemez. Şayet hayvanlar
karşısındaki “hak” iddiası; daha zekî olması, olağanüstü işlevsel bir kol ve ele sahip
bulunması, bedensel yapısının elverişliliği bakımından “meşru” görülecek
olursa, yani siyaset bilim ve uluslararası ilişkiler alanında siyasal realizmin "sosyal Darwinist" bir yaklaşımla benimsediği "Hakkın kaynağı kuvvettir" ilkesiyle akıl yürütülürse, aynı gerekçeyle zekî insanların aptallar ve zihinsel engelliler,
güçlülerin zayıflar, yetişkinlerin bebek ve çocuklar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabilmelerini "doğal" kabul etmek gerekir. Böyle bir anlayışla hareket eden güçlü kuvvetli bir insan da çok fazla ihtiyarlayıp güçten düştüğü veya hastalanıp dermansız hale geldiğinde genç ve sağlıklılar karşısında hak talebinde bulunamaz. Dolayısıyla, Allahu Teala’ya iman
etmeden salt doğa/tabiat hesabına “insan hakları”ndan söz etmek anlamsızdır, aptalca bir
çelişkidir. Kısacası, insan olarak haklarını Allahu Teala'nın vaz' ettiği "hukuk"a dayandırmayan bir insan, kendisinden daha güçlüler karşısında hak ve hürriyet iddiasında bulunamayacağını baştan kabul etmiş olur. Allahu Teala’nın Kur’an’da belirttiği gibi,
imansızlar, yani ateistler, ve Tanrı'nın iradesini "doğa"nın
işleyişinden ibaret gören deistler, bilumum müşrikler, akıllarını kullanmayan
bir topluluktur.)
*
Evet,
Türkiye’de müslümanlar bir tür köledir, esirdir, hukukuna malik değildir.
Mesela
10 Kasım’larda bile “Diyanet’in cuma hutbesinde niye Atatürk’ten bahsedilmedi”
diye birileri yaygara koparıyor, Diyanet’in başındaki isimler de çıkıp
“Saçmalamayın, Atatürk kim ki cuma hutbesinde anılacakmış, peygamber mi, velî
mi?! Onu camide ne diye anacağız, rakıseverlerin peygamberi diye mi?!”
diyemiyor.
Çünkü,
müslüman “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olmaktan uzak..
O
imtiyaz, “Atatürk niye ibadetin bir parçası olmuyor?” diye yaygara koparan
şerefsizlere ait.
(Aslında
Diyanet’in böyle her camide aynı hutbeyi okutması da ayrı bir facia..
Doğru
olan, her imamın hutbeyi kendi cemaatinin durumuna, bilgi seviyesine,
ihtiyacına göre hazırlamasıdır.
Hutbeler
öyle bir hale getirildi ki, ilerde bu laikler, “Hutbeleri Diyanet değil,
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı hazırlasın; algı operasyonu, psikolojik
savaş ve propaganda açısından mevcut hutbeler yetersiz” diyebilirler..)
Evet,
laikliğin dindarlara kendilerini ifade imkânı vermesi iddiası, (Türkiye için
konuşmak gerekirse) yaşı büyük çocuklar için uydurulmuş bir masaldan ibarettir.
*
Çakmaktaş’ın
yazısının devamından anlıyoruz ki, İhvan’ın mürşidi olarak zırva üreten
soytarı, bir yandan laikliğin dindarlara kendilerini ifade imkânı tanıdığı
yalanını söylerken, diğer taraftan da, “dine, kendisini ifade etme hakkı
tanınmaması” gerektiğini bile söyleyerek çelişkili konuşma sanatında devrim
yapmış:
Keza dinin parlamento
seçimlerine yaklaşımı hakkında kendisine yöneltilen soruya
et-Tilmisânî’nin “dinin bu tür konulara dâhil edilmesini doğru bulmuyorum”
şeklinde açıklama yapması da ez-Zevahiri tarafından tenkit edilmiştir. Ona göre
et-Tilmisânî’nin bu açıklaması ile Enver Sedat’ın meşhur “siyasetin
içinde dine yer yoktur”1 sözü arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.
Ayrıca diğer İhvan mensubu entelektüellerin, parlamento seçimlerine iştirak
etmenin dinen bir sakıncası olmadığına dair görüşlerini önemli İhvan
liderlerinin sözleriyle delillendirmeye çalışmaları da ez-Zevahiri’nin
tepkisine neden olmuştur. Ona göre; bu kimseler İhvan mürşitlerinin
sözlerini kitap ve sünnetin önüne koymuşlardır (Ez-Zevâhirî, 2005,
55-56).
Buradan anlaşılıyor ki, merhum Hasan
el-Benna’nın başlattığı hareket yozlaşmış, Müslüman Kardeşler hareketi olmaktan
çıkıp Laikleşmiş Dindarımsı Kardeşler hareketi haline gelmiş.
Liderlerinin sözlerini delil olarak
getirmeleri de “fıkıh usulü”nden habersiz olduklarını gösteriyor.
Daha doğrusu bu, Tevbe Suresi’nin 31’inci
ayetinde belirtilen (Yahudi ve Hristiyanlar’a özgü) din adamlarını “rabler”
edinme olayının Müslümanlar arasındaki çağdaş bir versiyonu kabul edilebilir.
Merhum Zevahirî bu soytarıları ikaz etmiş,
fakat bunlar anlamamışlar.
*
Bir önceki yazıda cihad ve devrim
kavramları üzerinde durmuştuk.
Demokrasiye iman edip cihad ve devrim
kavramlarını defterlerinden silenler, “laik cihad” ve “laik devrim”lerle
sınanıyorlar.
İhvan’ın mürşid geçinen soytarıları şimdi
cihad yerine demokrasiyi doya doya savunabilirler.
Bu mıymıntılığın şampiyonluğunu Türkiye’de
(bir zamanlar birilerinin Hocaefendi diyerek yere göğe sığdıramadığı) Fethullah Gülen ile
şakirtleri yapıyorlardı.
Çok hoşgörülüydüler, olağanüstü sevecen ve
ılımlıydılar, cihad, devrim vs. kitaplarında yazmıyordu.
Fakat, 15 Temmuz’da cihadın
(Amerikancı cihadın) ve devrimin en âlâsını sahnelemeye çalıştılar.
(15 Temmuz’la ilgili üç görüş var.. Resmî
görüşe göre, bu tamamen FETÖ işiydi.. O kadar FETÖ işiydi ki,
son güne kadar MİT’in bile bundan haberi olmamıştı.. İkinci
görüş, FETÖ’cülere ait.. Onlara göre de FETÖ’nün bu işte hiç dahli yoktu, Adil Öksüz
gibi adamlarının yolu tesadüfen darbeye uğramıştı.. Üçüncü görüş ise, Anadolu Ajansı’nın haberlerinde
ara sıra yazılarına atıfta bulunduğu eski FETÖ’cü Ahmet Dönmez gibilerin
iddiası.. Buna göre, MİT'çiler, hile, tuzak, aldatma ve dolandırma alanlarındaki engin tecrübe ve yeteneklerini konuşturmuş, genlerinde darbecilik bulunan askerlerin Erdoğan’ı
bir darbeyle devirmeye karar verdiklerine FETÖ’nün liderini inandırmış,
Fethullah tilkisini bu yağlı kuyrukla gaza getirip dolmuşa bindirmişlerdi.. Fethullah, oyuna
geldiğini ancak 16 Temmuz’da anlayabilmişti.. Bu üçüncü yaklaşıma göre,
normalde MİT'çiler böylesi cemaat liderlerini, irşad olma heveslisi "gözü açılmadık sığırcık yavrusu" ayağından gönderdikleri karı kızlarla şantaj manyağı “kaset” starı haline
getirerek onların ağızlarına gem takmayı ve başlarına yular geçirmeyi daha kolay, daha pratik, ucuz, etkili, keyifli, gürültüsüz patırtısız ve verimli bulacakken, burada hedef Fethullah’ı
kontrol altına alma değil, “The Cemaat”i siyasetten, bürokrasiden ve ticaretten tasfiyeydi.)
Evet, 15 Temmuz olayı, Türkiye’deki FETÖ
tipi “ılımlı dindarımsı”ların cihat ve devrim karşıtlığının foyasını meydana
çıkardı. Takke düştü, kel göründü.
FETÖ’cüler cihada ve İslam devrimine
karşıydılar, fakat ABD ve Avrupa şimdi Irak ve Afganistan gibi Türkiye’ye de
bombalar, füzeler, mermiler, dinamitler, kurşunlar, mermilerle “demokrasi ve insan hakları”
getirmeye kalkışsa, demokrasi cihadı ve devrimi
için Anadolu’ya “haç”lı bayraklarla çöreklense, bunu Fethullahçı Takiyye Örgütü mensuplarının önemli bir bölümü şu anki halet-i ruhiyeleriyle en
iyi ihtimalle “üzüntüden uzak bir alâka ile” seyrederler.
*
Çakmaktaş’ın makalesini okumaya devam
edeceğiz inşallah.