ANAYASA'DA İSLAM OLMASINMIŞ, FAKAT CUMA HUTBESİNDE SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK OLSUNMUŞ

 




Dr. Nurullah Çakmaktaş’ın “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” başlıklı makalesinde şu satırlar yer alıyor:

Ana akım İslami hareketin demokrasi ve mevcut siyasal düzen hakkında benimsediği tutum ve takip ettiği yöntem, her ne kadar dini radikalizm tarafından sert eleştirilere maruz kalmış olsa da ve dini radikal düşünce öncüleri mevcut siyasal sistemin küfrüne hükmetmiş olsa da bu kimseler İslamcıları tekfir etme çabası içinde olmamıştır. Nitekim öncü cihâdî ideolog Ebu Mus’ab es-Sûri’ye göre; cihâdî hareket demokrasinin bizzat kendisini din olarak telakki ederken, demokratik sistem içinde kalarak, İslamlaşma için çaba gösteren İslamcıları tevil özründen dolayı tekfir etmemekte, ama söz konusu İslamcıların yaptıkları işe küfür karıştırdığını düşünmektedir (Es-Sûrî, 2004, 1/794).

Türkiye gibi Şeriat karşıtlığını açıkça dile getiren, laik (siyasal dinsiz) olduğunu söyleyen ülkelerdeki siyasal sistemin (İslam açısından) küfründe şüphe yoktur.

Siyasal sistem ve devlet itibarî birer kavram olduklarına, insanlardan bağımsız olarak kendi başlarına bir varlıkları bulunmadığına göre, bunun anlamı şudur: Böylesi bir devleti ve siyasal sistemi bütün kurum ve kurallarıyla olduğu gibi benimseyip savunan, onu ideal devlet ve siyasal sistem olarak kabul eden kimseler küfre düşerler.

Kendilerini müslüman zannediyor olmaları bir önem taşımaz.

Böylesi devletlerin ve siyasal sistemlerin İslam’la bir ilgisinin bulunmadığı (dolayısıyla küfür anlamına geldiği) kendi iddialarıyla sabittir. Laik (siyasal dinsiz) olduklarını, her dine eşit mesafede durduklarını söylemektedirler..

Yani yerlerin ve göklerin yaratıcısı Allahu Teala’nın hak dini İslam ile Hindu yamyamların öküze tapma dini arasında tarafsızdırlar.

İkisine de eşit mesafededirler, Allahu Teala’ya kulluğa ne kadar yakınsalar, öküze kulluğa da o kadar yakındırlar.

Bununla birlikte, devletlerinin küfür devleti, rejimlerinin küfür rejimi olduğunun söylenmesini istemezler.

“Ey dinî inancı gereği bana kâfir diyen vatandaş, sana da eşit mesafedeyim” demezler.

Söyledikleri şuna benzer birşeydir: “İslam’a göre biz kâfiriz, bundan gurur duyuyoruz, fakat bize kâfir demenizi size yasaklıyoruz. İslamî terminolojiyi değil bizim terminolojimizi kullanacak, bizim rejimimiz için sadece bizim izin verdiğimiz sıfatları kullanacaksınız. Çağdaş, ilerici, halkçı, devrimci, uygar, modern vs. gibi..”

*

Bir de anayasasında kanunların Şeriat’e (Kur’an’a) aykırı olamayacağı hükmüne yarım ağızla yer veren fakat uygulamada buna riayet etmeyen rejimler var. 

Küfrü konusunda ihtilaf bulunan rejimler bunlar.

Böylesi ülkelerde rejimi tekfir etmek uygun olmayabilirse de, uygulayıcıların kimi söz ve eylemlerinin küfür olduğunu kabul etmek gerekebilir.

Demokrasinin bizzat kendisinin din olmasına gelince..

Bu, kesindir.. İslam’ın din tanımı açısından demokrasi bir dindir. (Niçin böyle olduğunu anlamak isteyenler TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Din” maddesini okusunlar. Eski yazılarımızda bu konu üzerinde çok durduk.)

Demokrasinin bir din sayılması gerektiğini şu da ortaya koymaktadır: İslamî hedefler doğrultusunda siyaset yapmak isteyenlere “Siz demokrasiyi benimsememişsiniz” denilerek siyaset yasağı getirilir. (Bunun Türkçesi, "Siyaset söz konusu olduğunda İslam'ı, müslümanlığı terk edin"dir.)

İşte bu, demokrasinin İslam’ı rakip kabul ederek onunla çatışan bir din haline getirildiğinin delilidir.

Demokrasi adına İslam’a yasak getirmekle İslam adına "demokrasi yasağı" getirmek arasında şeklen bir fark yoktur.

Fakat bu iki tavır arasında “öz”de şöyle bir fark var: İslam adına demokrasi yasağı getirenler rab olarak Allahu Teala’yı kabul ederken, demokrasi namına İslam’a siyaset yasağı getirenlerin rabbi, ya milletleri, ya çeteleri/klikleri, ya put yapıp taptıkları liderleri ya da kendi heva ve hevesleridir. (Bkz. Tevbe Suresi’nin 31’inci, Furkan Suresi'nin 43'üncü ayeti.)

*

“Demokratik sistem içinde kalarak İslamlaşma için çaba gösteren İslamcıları tevil özründen dolayı tekfir etmeme”ye gelelim..

Bir kimseyi tekfir etmek de, tevil özründen hareketle tekfirden kaçınmak da çok dikkat isteyen bir iştir..

Bazen bazı insanların sözlerini tevil etmek uygun olabilir, hatta gerekebilir..

Fakat bu tevilciliğin kimi zaman tevili mümkün olmayan söz ve davranışlara da uzandığını görmekteyiz.

Oysa her söz ve davranış tevile müsait değildir.

Mesela Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa’nın (Ki sonradan Türkler’in atası anlamında Atatürk soyadını almıştır) Allahu Teala’nın kitapları hakkındaki “gökten indiği zannedilen” sözünü alalım.. Şimdi birisi çıkıp Selanikli’nin lafları için TV ekranında filan “aklı olduğu zannedilen bir adamın lafları” dese, “son kale” Türkiye’nin savcıları durur mu?

Durmazlar..

“Nasıl böyle zannedersin?.. Bizim zannettiğimiz gibi zannedeceksin” derler.. Sözü tevil etmezler.

Ama aynı savcılar bugün de, Selanikli ölünün bu laflarının ardına saklanarak Allahu Teala’nın kitaplarına hakaret edenleri seyretmekle yetiniyorlar..

Çünkü Türkiye'de Selanikli’nin sözlerine kutsal vahiy muamelesi yapılıyor.

Selanikli bir ölünün laflarına Allahu Teala’nın vahyinden daha büyük değer atfeden bir devletin ve milletin durumu ne olur?

Akıbeti nereye varır?

Adamın sadece kendisi değil, resmi ve heykeli bile kutsal, dokunulmaz ve sorgulanamaz hale gelmiş.. “Atatürk’ün heykeline saygısızlık yaptın” denilerek insanlar tutuklanıyor.

Ne zaman?

Recep Tayyip Erdoğan’ın devr-i dilarasında..

Cuma hutbelerinde Atatürk anılsın diye (MİT mahreçli olduğunu sandığımız) yaygaralar koparılıyor, fakat bir kişi bile çıkıp “Anayasa’da İslam anılsın” demiyor.. Diyemiyor. (MİT mahreçli değilse Diyanetçiler niye "tırs"ıyor, bir inilti, vızıltı, sızıltı, mırıltı kabilinden bile itirazda bulunamıyorlar?)

Sonra da gelsin “son kale Türkiye” masalları..

Konuya dönelim: Eğer her söz tevile müsait olsaydı, mesela hakaret davalarından hiçbir sonuç alınamazdı, hakaret eden kişi sözüne bir kulp takıp tevil ederek kurtulurdu.

Dolayısıyla tekfir ve tevil bahsinde toptan hüküm vermek yerine her bir şahsı, olayı ve sözü ayrı ele almak gerekir.

*

Zannedilenin aksine, tekfirciliğe, (nasıl mümkün olabiliyorsa, kinci değil kindar, emekçi değil emekdar olduğunu söylercesine) “İslamcı değil müslüman, dinci değil dindar” olduğunu söyleyen budalalarda daha çok rastlanmaktadır.

Mesela “İslamcı olmadıklarını, muhafazakâr demokrat olduklarını” söyleyen birtakım “mezarlık ziyareti, cenaze merasimi” müslümanı siyasetçilerin geçmiş yıllarda IŞİD’çiler (DAEŞ’çiler) falan için “Bunların İslam’la bir alâkası yoktur, terörist müslüman olamaz” filan diye konuştuklarını, böylelerini aforoz (tekfir) ettiklerini görüyorduk.

“Bunlar zalimdir, katildir, gaddar canidir, fasıktır, facirdir, hayvandır” demek yerine İslam’dan ihraç ediyorlardı.

Fakat aynı kişilerin, aynı mantıkla, otoriteye isyan olsun diye değil, sırf dinî inancı gereği şapka giymediği için müslüman astıran Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa’yı da (tıpkı DAEŞ’çi katiller gibi) tekfir etmeleri gerekirken onun kabrini hürmetle ziyaret ettikleri, onu “rahmet”le andıkları, cuma hutbelerinde isminin anılmasını istedikleri, ya da böylesi isteklerde bulunanları “Sükut ikrardan gelir” fehvasınca destekledikleri görülüyor. (Hiç gerek yokken, ikrah mazereti bulunmaksızın “İslam’a Anayasa’da ayrıca vurgu yapılmasına gerek yok”  diyen “Dünya lideri” Erdoğan neden hiç değilse “Atatürk’e hutbelerde ayrıca vurgu yapılmasına gerek yok” diyemiyor?.. Şimdiye kadar neden hiç diyemedi?.. Devlette İslam’a gerek yok, fakat ibadette Atatürk’e gerek var, öyle mi?.. Yarın sizi mahşerde Allahu Teala’nın huzurunda göreceğiz!..)

Ankara’dan DAEŞ’e ebem de sohranıp çemkirir.. (Erdoğan’ın tabiriyle) “sıkıysa” bir siyasetçi ya da bürokrat olarak Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa hakkında da konuşsunlar..

Üstelik Selanikli, DAEŞ’çilerin aksine, Kâzım Karabekir gibi isimlerin şahitliğine göre Kur’an’a ve Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e hakaret etmiş, büyük bir topluluğun huzurunda Kitab’a “gökten indiği zannedilen” diyerek inançsızlığını (küfrünü) açıklamış durumda..

İslam’a göre (sanki böyle yapması şartmış gibi) göğsünü gere gere küfrünü ilan eden, Allahu Teala’nın kitaplarına saygısızlık yapan bir adama “rahmet” dileğinde bulunmak caiz değilken bu yapılabilmekte, böylece İslamî değerler ile (kasten veya şuursuzca) alay edilmektedir.

Halbuki bu cürümleri işlemiş olan Selanikli’ye bilmeden cahilce Allahu Teala’dan rahmet dilemek haram ve günah, bilerek dilemek ise (haramı inanç düzeyinde helal hale getirmek olduğundan) küfürdür. (Bunu Diyanet yetkilileri bilirler fakat laik Kemalistlerin şerrinden korktukları için söyleyemezler.)

*

“Demokratik sistem içinde kalarak İslamlaşma için çaba gösteren İslamcılar” için, “demokratik sistem içinde kalmak”tan neyi anladıklarına bağlı olarak bazen tevil özründen söz edilebilir.

Bu biraz lağımın içinde kalarak temizlenmeye çalışmak gibi birşey.. Çıkmaya gücünüz yetmiyor, kurtulmak elinizden gelmiyorsa bir şey denilemez de, bile isteye kalıyorsanız çabanız beyhudedir.

Eğer derdiniz İslamlaşma ise, “demokratik sistem içinde kalma”yı vazgeçilmez bir şart olarak öne sürmemeniz gerekir.

Sürüyorsanız, derdiniz son tahlilde demokratikleşme demektir, İslamlaşma değil..

İşte tam da bu duruşunuzla demokrasiyi bir din olarak İslam’ın önüne almaya başlamış olursunuz.

*

Samimi ve tam demokrat olma heveslileri de biliyorlar ki, demokrasinin yılmaz savunucusu olarak ortaya çıkanlar da gerçekte tam ve samimi demokrat değildir.

Şayet samimi demokrat olsalar, halkın tercihlerini etkilemek için yalan söylememeleri, algı operasyonları düzenlememeleri, imaj hilelerine başvurmamaları, birtakım vaatlerle seçmenleri ayartmaya çalışmamaları, rakipleri hakkında doğru yanlış demeden karalayıcı beyanlarda bulunmamaları, onların sözlerini çarpıtmamaları gerekir..

Fakat sadece bunları yapmakla kalmazlar, fırsat bulduklarında seçim hilelerine de başvurur, sandıklarda dalavere çevirir, oy sayımlarında katakulliler yaparlar.

Hatta bazen seçimlerde ölüler bile oy kullanırlar.

Evet, samimi demokrat olsalar, “Halk Şeriat istiyorsa ne yapalım, demokrasinin gereği olarak ona da evet diyeceğiz.. Halk öyle istiyorsa Anayasa’ya İslam da yazılır” demeleri gerekir.

Dedikleri şu: “Halkın ne istediği önemli değil, şu anda ölü olan Selanikli ne demişse o yapılacak.. Anayasa’da Allahu Teala’nın ilke ve devrimleri olan İslam değil, Selanikli ölünün ilke ve devrimleri yer alabilir.”

Bu “İslamcı olmayan müslüman”ların cesaretleri nerden geliyor?

Mahşerde Allahu Teala tarafından hesaba çekildiklerinde Selanikli’nin devreye gireceğine mi inanıyorlar?


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...