Odatv'nin efsane dağarcığı zengin masalcı dedesi Soner Yalçın şunları yazmış:
Yıl, 1922.
Savaş kazanıldı.
İzmir kurtarıldı.
İngilizler, Türk Ordusu'nu durdurmak için körfeze savaş gemileri getirdi.
Padişah İkinci Abdülhamit ile Başkomutan Mustafa Kemal'in farkı burada ortaya çıktı. Mustafa Kemal kendi halk gücüne, cesaretine, bağımsızlık inancına güveniyordu.
Analitik zekaya sahip hesap adamıydı; düşmanın yeni bir savaşa giremeyeceğinden emindi. Masaya oturup İngiliz gemilerin komutanına mektup yazdı:
-“24 saat içinde sularımızı terk ediniz.”
Bu mektubun içeriği duyulunca kimileri rahatsız oldu:
– “Ne gerek vardı şimdi savaşa girecek sertlikte İngilizlere çıkış yapmaya? Gemileri bir süre görmezden gelmek daha iyi olmaz mıydı?”
Sonuç Mustafa Kemal'in düşündüğü gibi oldu; İngilizler çatışmaya girmekten çekindi ve gemilerini körfezden çekti!
Türk Ordusunu durdurmak için İtilaf güçleri devreye Fransızları soktu.
Fransızlar, Mustafa Kemal'e Türk Ordusu'nun tarafsız bir bölgede durup ateşkes yapmayı önerdi. Aksi durumda müdahalede bulunacaklarını ima etti.
Mustafa Kemal, Trakya'yı kurtarılmadan Türk Ordusu'nun durmayacağını söyledi.
Böyle yazmış Soner Yalçın..
Ancak, masal dünyası ile gerçekler farklı.
Kurtuluş Savaşı'nın Sansürsüz Tarihi adlı e-kitaptan okuyalım (s. 42-44, 194-208):
Evet, “kanun-üstü
başkomutan” Diktatör Kemal (Ki daha
sonraki uygulamalarıyla, “takkeli liboş” ya da
“Takunyalı Führer” vezninden “Şapkalı
Kemal” unvanını bileğinin gücü ve alnının teriyle hak edecektir) “Meclis istese de istemese de, yani millet iradesi (millî irade) istese de istemese
de, diktatörlük yetkilerini kullanmaya devam edeceğim”
diyordu.
“Hakimiyet kayıtsız şartsız
milletin”di, ama bir yere kadar.. Şapkacı Kemal diktatör
oluncaya kadar.
Falih Rıfkı’ya göre durum
şuydu:
“Yapmakta
olduğu şeyin değerini iyice bilirdi. (Onun) Tevazuunun üstüne fazla varmaya
gelmezdi.”
(Atay, Çankaya III, s. 106.)
Aslında Şapkalı Atatürk, yeri geldiğinde tevazu göstermeyi,
alçak gönüllülük sergilemeyi de gayet iyi biliyordu.
Nerede ihtiyatlı ve
çekingen, nerede atılgan ve cesur olması gerektiğini de..
Vahideddin’in
yanında kuzu gibi eli önünde bağlı poz verebiliyordu.
Aynı şekilde, kendisinin
yüzüne bakmaya bile tenezzül etmeden burnu havada ayak ayak üstüne atıp oturan İngiltere Kralı Edward’ın yanında kameraya sempatik bir
şirinlikle gülümseyebiliyordu.
Ayrıca, İngilizler ile Fransızlar’a karşı da tutumu hep farklı olmuştu.
İstiklâl Harbi yıllarında
Fransızlar’a karşı hep alttan alırken, İngilizler’e karşı pek kahramanca çıkışlar yapmıştı.
İngiliz işgal komutanlarını
Pera Palas’tan tanıyordu. Aynı otelde yatıp kalkmışlar, birlikte “meşhur Türk kahvesi” höpürdetmişlerdi.
Bir kahvenin kırk yıl
hatırı vardı, ama, Fransızlar karşısında kibarlığın destanını yazan Kanun-üstü Başkomutan, İngilizler’e karşı acayip
şahinlik sergiliyor, “posta koyuyordu”..
Ancak, aynı tavrı Kurtuluş
Savaşı sonrasında sergilemeyecekti. Kral Edward’ın karşısında hele hiç..
Neden böyle farklı
davranıyordu, açık birşey söylemek zor.
*
Elbette, Birinci Meclis’in
“bozguncu” milletvekilleri gibi “fesatlık” düşünenler, ve de, “Aslında bu bir danışıklı dövüştü. Perde
arkasındaki dostluğun anlaşılmaması, İngiliz dostluğu
yaftasının Vahideddin’e yapıştırılması için şimdilik böyle
bir görüntü vermek gerekiyordu. Herşey olup bittikten sonra sıra, İngiltere
Kralı Edward’ı İstanbul’da âlây-ı vâlâ ile, muazzam bir alçak gönüllülük ve
tevazu eşliğinde ağırlamaya gelecekti” diyenler olacaktır.
Böylesi komplo teorilerine itibar etmemek, açık bilgi ve
belgeler üzerinden yorum yapmak, ilim namusunun ve
de bilimselliğin gereğidir.
Falih Rıfkı, İzmir’in
kurtuluşunun ardından Mustafa Kemal’in İngilizler’e nasıl “posta
koyduğunu” şöyle anlatır:
Limandaki
İngiliz donanması, Mustafa Kemal’i rahatsız etmekte
idi. Yirmi dört saatte sularımızdan çıkması için [donanmanın
başındaki] amirale mektup göndereceği vakit, her zamanki zayıfların bir daha yürekleri oynadı. İşte
şimdi başımızı belaya sokacaktık. İngilizlerle harbe tutuşacaktık. (…)
Yirmi
dört saat bitmeden İngiliz
donanmasının limandan çıkıp gidişini seyrettik.
(Atay, Çankaya III, s. 135.)
Evet, Zorakı Başkomutan,
İngilizler yönünden acayip şanslıydı.
Ayrıca da, İngilizler söz
konusu olduğunda “öngörüleri” onu
yanıltmıyordu.
İşin içinde İngilizler’in
yanı sıra Fransızlar ve Ruslar da olunca, Yunanlılar ile mütareke
teklifine “doğrudan doğruya ret cevabı
vermenin aykırı olacağını” düşünen, Yunanlılar’ın vatan topraklarını terk etmesi için “bol keseden
dört ay (120 gün) süre veren” Mustafa Kemal, sadece İngilizler
söz konusu olduğunda, değil dört ayı, dört günü bile çok gördüğünü hiç çekinmeden, meydan okurcasına, acayip bir kahramanlıkla söyleyebiliyor, sadece ve sadece 24 saatlik bir süre tanıyordu.
Sadece bir gün..
Peki İngilizler “24 saati
kabul etmiyoruz, 24 buçuk saat sonra çekileceğiz” deseler Mustafa Kemal ne
yapacaktı, ne yapabilecekti?
Bir asker olarak, İngiliz donanmasının ne demek olduğunu, Çanakkale’den, çok iyi biliyordu.
O donanmayı durdurabilmek
için on binlerce insan, hayatının baharında toprağa serilmiş, Gelibolu sırtları
kanla sulanmıştı. Öncesinde de Gelibolu sırtlarına ne toplar yerleştirilmiş, ne
mevziler hazırlanmıştı!
1877-78 Osmanlı-Rus
savaşında, eski tabirle 93 Harbi’nde, Ayastefanos’a, yani Atatürk Havalimanı’nın bulunduğu Yeşilköy’e kadar gelen, İstanbul’u işgal etmesi
an meselesi halini alan Rus ordusunu durduran da, o günlerde Çanakkale’yi geçip Marmara Denizi’ne gelen İngiliz
donanmasıydı.
Bu donanmanın bombardımanı altında
kalmayı göze alamayan Ruslar, geri çekilmeye razı olmuşlardı.
Tabiî İngilizler bu iyiliği
bize Allah rızası için ya da babalarının hayrına yapmış değillerdi.
Karşılığında Kıbrıs’ı almışlardı.
Mustafa Kemal’den “tırsıp”
İzmir’i 24 saat içinde terk eden İngiliz donanmasının diğer ayağı
İstanbul’daydı.
Peki, 167 (yazıyla yüz altmış yedi; 16-17 değil, 67 de
değil) gemilik işgal güçleri donanması sonraki günlerde nasıl olmuştu da, zoru
görünce Kayseri’ye gitmekten başka birşeyi düşünemeyen Mustafa Kemal’den
“tırsıp” İstanbul’u sessiz sedasız terk etmişlerdi?
*
Evet, İngiliz donanmasının
sadece görünmesi, 93 Harbi’nde Yeşilköy’e kadar
gelen Ruslar’ın kuyruklarını bacaklarının arasına sıkıştırıp süklüm püklüm
çekilmesine ve Kıbrıs’ın elimizden çıkmasına yol açmıştı.
Ve şimdi, “zoraki
başkomutan” Mustafa Kemal, İzmir’deki İngiliz donanmasına “posta koyuyor”,
sadece 24 saat süre vererek kovuyordu.
İngilizler de tıpış tıpış
gidiyorlardı.
Bir kez daha yazalım,
Birinci Meclis’in “bozguncu” milletvekilleri gibi “fesatlık” düşünüp “Muhterem safdil kardeşler,
bakmayın böyle posta koyduğuna.. Burada hayatın olağan/doğal akışına
aykırı birşeyler var. Hani filmlerde olur ya, kahramanlık
göstermek isteyen biri, birtakım kabadayılarla anlaşıp, milletin önünde
kendisinden dayak yemelerini sağlar, onun gibi birşey” diyenler
olacaktır.
İnanmayın.. “Kahramanlığı tutmuştur.. İngilizler de ‘tırsmıştır’ ” deyip
geçin.
Ancak, aynı Şapkalı
Kemal, Hatay meselesinde Fransızlar karşısında çok farklı
hareket edecekti.
Falih Rıfkı
bu meseleyle ilgili olarak şunları yazmaktadır:
“…
Atatürk bu mesele yüzünden uykusuz, sinirli gibi.
Rastladığı elçilerle tartışır, söylemediğini bırakmaz, kendi hazır bulunduğu
yerlerde ecnebi sefaretlerin kulağına gidecek nümayişler yaptırırdı. Bir akşam
sofrada vaktiyle Hariciyede de (Dışişleri Bakanlığı’nda da) bulunan bir
arkadaşı:
“-
Paşam, niçin kendinizi de, milletinizi de üzüp duruyorsunuz?
Bir tümen yollasanız Hatay’ı alırsınız. Renani’de Alman olup
bittilerini kabul eden Fransızlar, Suriye’nin bir sancağı için sizinle muharebe
mi edecekler? dedi.
“Öfke
ve siniri dalga gibi dinerek, sesi yavaşladı:
“-
Evet bunu ben de bilirim. Bir tümen yollasam, Hatay’ı alabiliriz. Renani’de
Almanlar’la muharebe etmeyen Fransızlar da Hatay için muharebe açmazlar.
Fakat ya bu sefer haysiyetlerine dokunup karşı koyacakları tutarsa?”
(Atay, Çankaya III, s. 135.)
Mustafa Kemal, İzmir
kurtulduğunda, hemen yanı başında limanda bekleyen İngiliz donanmasına defolup gitmeleri için 24 saat süre tanıyacak kadar pervasızca bir
cesaret sergilerken, içimizdeki “zayıflar”ın yüreğini yerinden oynatırken,
bunun İngilizler’in haysiyetlerine
dokunmayacağından ve karşı koymayacaklarından nasıl emin olabilmişti?
“Kaf Dağı’nı assalar belki
çeker de bir kıl / Bu ifritten sualin kılını çekmez akıl.”
Evet, nasıl emin
olabilmişti?
Muhtemelen, sıradışı ‘öngörü’ yeteneği sayesinde..
Aynı Mustafa Kemal,
zamanında, “üzerinde Güneş batmayan bir imparatorluğun
donanması” karşısında değil, Çerkez Ethem gibi
basit bir çete reisinin huzurunda bile,
haysiyetine dokunmaması ve karşılık vermemesi için sessiz kalmış, sonra da ona hak verdiğini söyleyerek görüşlerini nezaketle ifade
etmiş, alttan almış biriydi.
Evet, Mustafa Kemal’in
İngilizler’e ve Fransızlar’a karşı tutumu çok farklıydı.
Hatta, Lozan’a kimi
göndereceğine karar verirken bile, Fransızlar’ın tavsiyesine
uymayı gerekli görmüştü.
Falih Rıfkı, şunları
yazmaktadır:
“…
Notlarımın arasında Mustafa Kemal’in şu fıkrası var:
”
‘Franclin Bouillon [Buyyon] barış konferansında benim bulunmamı istiyordu. O
vakit konferansın İzmir’de toplanması lâzım geleceğini söyledim. ‘Çalışırım,
fakat birinci sınıf devlet adamlarını İzmir’e getirmekliğim güçtür,’ dedi. Ben
gitmiyeceğime göre konferansa kimi baş delege
yapmaklığımı düşündüğünü sordum:
“-
İsmet Paşa’yı gönder! dedi.
“-
Yapabilir mi?
“-
Evet… En iyisini…”
(Atay, Çankaya III, s. 146.)
Evet Mustafa Kemal Atatürk,
çatır çatır pazarlık yapması gerekirken, “düşman”ın karşısına, onun istediği
kişiyi çıkartıyordu.
Hatta, kimi göndermesi
gerektiğine “düşman”ın karar vermesini istiyordu.
Muhatabı da, emir verir bir tonla konuşuyordu.
Peki ya Türkiye Büyük Millet Meclisi?..
Milletin/halkın
temsilcileri, vekilleri?.. Millet?
Kanun-üstü Kemal, Lozan’a kimin gönderileceğini onlara niçin sormuyordu?
Çıkardığı gazetenin adını
bile Hakimiyet-i Milliye koyan Şapkalı Kemal
neden milleti umursamıyordu?
“Millet iradesi”nin yerini
neden “Fransız iradesi” alıyordu?
Ve, düşman istediği için
İsmet İnönü Lozan’a gönderilirken, Türkiye Büyük Millet Meclisi mensubu
olan Ali Şükrü Bey, sırf, “Diplomasi tecrübesi olan birini
göndermeliydiniz” dediği için neden Mustafa Kemal’in hışmına uğruyor ve Topal Osman’ın tuzağında can veriyordu?
İsmet İnönü, Abdi
İpekçi’nin Milliyet gazetesi için kendisiyle
yaptığı röportajda, Falih Rıfkı’nın yazdıklarını doğrulamış durumda.
İpekçi’nin sorusu şöyle:
Millî
Mücadeleden sonra Atatürk’ün Lozan barış konferansının baş temsilciliğine sizi
getirmesi nasıl oldu?
Cevap:
Hiçi
beklemiyordum. Atatürk ilk defa söylediği zaman şaşırdım, hatta istemedim. …
Atatürk ısrar etti.
“Bir
Hariciye Vekili [Dışişleri Bakanı] var, devletin siyasîleri var…” dedim. …
Hülasa
Atatürk ısrar etti ve ikna etti beni. …
İşin
içyüzünü sonra öğrendim… Ben Mudanya mütarekesinde konuşurken orada bir Fransız
müşahidi [gözlemci] vardı: Mösyö Franklin Bouillon. … Mudanya mütarekesi
müzakerelerini takip etti. … o bizde çok insan tanımış olarak … Atatürk ile
konuşmuş derler. Yani beni tavsiye etmiş….
(Abdurrahman
Dilipak, İnönü Dönemi, 9. b., İstanbul:
Beyan Yayınları, 1989, s. 226-7.)
*
Mustafa Kemal’in Lozan’a
TBMM adına kimin gönderileceğini “düşman”a sorması, onun
arzusuna göre hareket etmesi “vatanseverlik”ti.
Fikri hür, vicdanı
hür Ali Şükrü Bey’in payına ise, resmî tarihe [ve Mustafa
Kemal’i, Atatürk (Türkler’in atası) adı çerçevesinde put yapanlara] göre, vatan
hainliği düşüyordu.
Düşman Fransız’ın arzusu
emir kabul edilirken, Ali Şükrü Bey’in hissesine ölüm düşüyordu.
Kanun-üstü Başkomutan
Kemal’in vatanseverliği çok tuhaf bir vatanseverlikti.
*
Vahideddin’in Anadolu’ya geçmekten vazgeçmesi
üzerine İngilizler İstanbul’da kalmaya devam etmişler, sonra da, İstanbul’u Mustafa Kemal’e teslim etmişlerdi.
Mustafa Kemal’in ordusundan korktukları için mi?
Atatürk’ün sofra arkadaşı Falih Rıfkı Atay’ın
anlatımına bakılırsa, ortada hiç de korkulacak birşey yoktu:
“Fransız Yüksek
Komiseri General Pellé de bu sırada [İzmir kurtulduğu
sırada] İzmir’e geldi….
“General [Mustafa Kemal’le
görüşüp] gemisine dönünce [Mustafa Kemal] bizi yanına çağırdı:
“- [Fransız Genera] ‘Ordularınızı durdurunuz,’
diyor. ‘Muzaffer ordularımızı daha uzun müddet nasıl tutabilirim?
Çabuk mütareke (ateşkes) yapılmalıdır,’ dedim.
Acele İstanbul’a gidecek…
“Sonra güldü:
“- Bizim muzaffer ordular… Nerelere dağıldıklarını pek iyi bildiğim
yok. Bir toplanmaya kalksak kim bilir ne kadar zaman geçer? dedi.
“Bütün orduları bir yumruk
gibi sıkıp Yunan ordusunun başına indiren bu komutan, şimdi de:
“Mütareke [ateşkes] olmadan [savaşıyor
halde] tek bir Türk jandarmasını Trakya’ya geçirmem,
diyordu.”
(Atay, Çankaya III, s. 136).
TBMM’de “Vatanın her karış toprağı
vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz” diye kahramanca
nutuk atarken, ileriki yıllarda Lozan’da İnönü ile birlikte objektife poz
verecek olan Fransız Generali’ne, “Trakya’daki, Yunan işgali altında
bulunan vatan toprağı için vatandaş kanı akıtmayacağım. Çabuk mütareke ilan
edelim” demektedir.
“Mütareke olmadan tek bir Türk
jandarmasını Trakya’ya geçirmem” diye adeta “Yunan’a garanti” vermektedir.
Ve, “Bizim muzaffer ordular…
Nerelere dağıldıklarını pek iyi bildiğim yok. Bir toplanmaya kalksak kim bilir
ne kadar zaman geçer?” diye konuşmaktadır.