MUTLAK KORKU, MUTLAK ZULÜM VE MUTLAK KÖLELİĞE KARŞI TEK ÇARE

 





Lord Acton’un o meşhur sözü, “mutlak gücün mutlaka bozduğunu” söyler.
Sanırım buna bir ekleme yapmak da mümkün:

Mutlak güç, mutlaka korku getirir.

“Anayasaya uymayan”, bütün yasaları çiğneyen, kendi milletvekillerinin açıklamasıyla yargıyı da ele geçirdikten sonra yasamayı, yürütmeyi, yargıyı tümüyle denetimi altına alan Tayyip Erdoğan, bir diktatörün bütün yetkilerine ve gücüne “gayrımeşru” bir şekilde sahip.

Merasim töreninde yere serilecek halının renginden, Çamlıca’ya yapılacak caminin minaresine, kupon arazilerin kime satılacağından televizyonlardaki yemek programlarında neler anlatılması gerektiğine kadar her konuya karışıyor… Her istediğini yaptırıyor.

Sevgili muhtarlarıyla düzenlediği büyük toplantılarda hedef gösterdiği insanlar ya tutuklanıyor, ya silahlı saldırıya uğruyor.

Genellikle de ikisi birlikte oluyor.

*

Yukarıdaki satırlar, Çetin Altan’ın oğlu Ahmet Altan’ın yıllar önce, 10 Mayıs 2016 Salı günü yayınlanan yazısında geçiyor (http://www.haberdar.com/mutlak-korku-makale,1139.html).

Ancak, bunların bu tip yazılarına bakarak “mutlak bir fikir özgürlüğü”nden yana olduklarını zannetmeyin.

Çifte standart hayat tarzları ve alâmet-i farikaları durumunda.

Bir başka yazısında, Erdoğan’ın Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bir sözünü aktarmasından hareketle “laikliğin elden gittiğini” yazabilmişti.

Yani bunların demek istediği şu:

Mutlak güç bizim gibilerin elinde olmalı, bozma ve bozulma işi bize bırakılmalı.

Mutlak korku, bizimle aynı safta yer almayanların payına düşmeli.

Memlekete diktatör lazımsa onu da biz kendi aramızdan seçmeliyiz.

Anayasa çiğnenecekse biz çiğnemeli, memleket “Yağma Hasan’ın böreği” muamelesi görecekse onu da biz yapmalıyız.

*

Lord Acton’dan alıntı yapmayı da biliyor.

İşte bizim Batı’dan farkımız burada.

Bizimkiler Lord Acton’ın bir sözünü ezberler, fakat, diğer sözlerini hiç görmez.

Lord Acton, bunların dillerinden düşürmedikleri demokrasinin de “mutlak güç” kullanımına karşılık geldiğini, hatta onun mutlakçılığının (absolutism) daha berbat olduğunu söylüyordu.

Allahu Teala’ya ait sorgulanamazlık ve tartışılamazlığın (lâ yüs’el oluşun), yücelik, üstünlük ve insan-üstü kutsallığın, laiklikle birlikte modern devletin eline geçmiş bulunduğunu, devletin tanrılaştırılıp bir put haline getirildiğini söylediğinden haberleri var mı?

Mutlak gücün ancak Allahu Teala’ya yakıştığını, kullara bırakılamayacağını, yani laik demokrasinin, (mutlak gücü kulların eline bırakması yüzünden) bozma ve bozulmanın garantili ve kestirme yolu olduğunu ileri sürmüş bulunduğunu biliyorlar mı?

*

Evet, çağdaş uygarlık yolundaki Türkiye’de, Lord Acton’ın söylemiş olduğu bazı sözleri hiçbir siyasetçi söyleyemez.

Daha doğrusu, söyleyebilecekleri halde söylemezler.

Çünkü (ortadaki “düzen”baz oyunun kurallarını sorgulayıp) hak/doğru siyasî ilkelerin savunucusu olarak bedel ödeme konumuna düşmek yerine (“gelen düzenbaz oyun ağam, gideni paşam” diyerek) siyasî kazanç elde etme derdindedirler.

Fakat, Türkiye’de hiçbir siyasî partinin Lord Acton’ınkine benzer görüşlerin savunucusu olarak ortaya çıkamamasının tek nedeni, siyasetçilerin pragmatizmi, oportünizmi ve konformizmi değildir.

Bu ülkedeki Atatürk ilke ve inkılapları adlı donmuş, dondurulmuş, güncellemeye, değişime ve gelişime kapalı devlet ideolojisinin (Lord Acton’ın formülasyonu çerçevesinde mutluk bozulmayı da yanında getiren) mutlak gücü, siyaset alanında farklı seslere izin vermiyor.

*

Hatırlayın, Ahmet Altan’ın yukarıya aldığımız sözlerini yazdığı sıralarda TBMM Başkanı İsmail Kahraman, “Anayasamızın bütünü zaten laik mahiyette, ayrıca bir de ‘tanımsız, tarifsiz’ laik kelimesinin geçmesi gerekmiyor, nitekim Batı’daki anayasalarda geçmiyor, bizdekinde de geçmezse kıyamet kopmaz” anlamına gelen şeyler söylediği için neredeyse Kızılay’da darağacında sallandırılacaktı.

Aklı kısa Meral Akşener, Charlie Hebdo avukatı Kemal Kılıçdaroğlu ve yaşlanıp bozarmış kurt Bahçeli, onun sözleri karşısında “çılgın” Türk moduna girdiler, “Yok ben daha çılgın Türk’üm, yok sen daha çılgınsın, yok bu daha çok çıldırmış” diyerek aralarında çılgınlık yarışı başlattılar ve Kahraman’a ağızlarına geleni söylediler.

Çılgınlık öyle tavan yaptı ki, av mevsiminin geldiğini düşünerek gözleri parlamaya başlayan CHP grup başkanvekili bir deneyimli vampir CNN TÜRK canlı yayınına bağlanıp “Laikliği korumak için kan da dökülür. Bakın ben ne dediğimi bilerek konuşuyorum” dedi.

Ve de hiçbir siyasetçi, hiçbir savcı çıkıp, “Laikliği korumak için kan dökülmez, ne kadar korunması gerekiyorsa o kadarını yasalar çerçevesinde güvenlik güçleri yapar, olayı mahkemelere havale ederler, bu tür ifadeler teröristliktir, cezalandırılması gereken birer suçtur, anayasal düzeni tanımazlıktır. Kimse, düşünce özgürlüğünü kullanan fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür bir TBMM Başkanı’na karşı böyle konuşma hadsizliği sergileyemez” demedi.

Memlekete bir kez daha mutlak korku hakim oldu.

Erdoğan da hemen “Zaten ben de Mısır’a gidip ‘Şeriat’e karşı laiklik’ tavsiye etmiştim, bu bizim partimizin görüşü değildir” diyerek topa girdi.

“Çılgın Türk”ler listesine adını yazdırdı.

*

Kahraman’ın sözleri aslında eften püften, önemsiz şeylerdi.

Fakat bu kadarı bile fırtına kopmasına neden oldu, “bir bardak suda fırtına koparma” ve “öküzün altında buzağı arama” gibi deyimlerin hakkı verildi.

Peki ya Kahraman, Lord Acton’ın aşağıda aktaracağımız türden sözlerine benzer şeyler söylese ne olurdu?

Hafazanallah, herhalde o zaman, kan kokusu aldığı için çıldırmış olan vampir CHP grup başkanvekilini elindeki satırla gözleri dönmüş halde TBMM Başkanı’nı Meclis koridorlarında kovalarken bulabilirdik.

Muhtemelen diğer CHP milletvekillerinin de, kiminin elinde balta, kiminin elinde kör testere, kiminin hızar, kiminin nacak, kiminin keser, kiminin yaba, kiminin dirgen, kiminin tırmık, kiminin Azrail tırpanı, kiminin de bileylenmiş tahra olduğu halde ona eşlik ettiği görülürdü.

Kahraman’ın kıytırık iki cümlesine verilen tepkinin dozajı insana bunu düşündürüyordu.

Çünkü Kahraman, linç etmek için üzerine yürüyen siyaset eşkıyasının elinden kendisini, o içi boş, hiç de geri adım atmayı ve özür dilemeyi gerektirmeyen önemsiz sözlerinden “tevbe” ederek güç bela kurtarabildi.

Fakat yine de istifaya davet edildi.

*

Geri adım atmasaydı, “Ben fikri hür bir hukukçu, vicdanı hür bir siyasetçi, irfanı hür bir vatandaş olarak düşünce ve fikir hürriyetimi kullanıyorum, nasıl benim sizi benim gibi düşünmeye zorlama hakkım yoksa sizin de benden bunu isteme hakkınız yoktur” deseydi ne olurdu?

Türkiye’de sözde fikir ve inanç hürriyet var, fakat, şayet siyaset sahnesinde yer almışsanız, laikliğe (siyasal dinsizliğe) iman ettiğinizi, “dinsiz siyasetçi” haline geldiğinizi ilan etmek zorundasınız.

Rejimin kelime-i şehadetini söylemez, bu kelime-i şehadeti samimi ve yürekten söylediğinize dair namusunuz ve şerefiniz üzerine yemin etmezseniz “rejimsel/düzensel/düzenbaz tekfir”e tabi tutulur, linç edilirsiniz.

*

Böyle bir “düzen”de, düzenbazlıkta, FETÖ’nün (Fethullahçı Takiyye Örgütü’nün) ve Ahmet Altan gibilerin (hatta artık Erbakancı Millî Görüşçüler’in de) yaptığı şekilde, “düzen”in kendisiyle (düzenin Erdoğan’ın da savunduğu “esasları”yla) değil de, salt Erdoğan gibi figürlerin “güc”üyle uğraşmanın faydası nedir?!

Düzen bu oldukça, gelen gideni aratabilir.

İşin özüne bakıldığında Erdoğan’la aranızda fazla bir fark yok..

Belki bazı açılardan ondan iyi, bazı açılardan da kötüsünüz, fakat zihniyet bakımından aynı olduğunuz söylenebilir.

Siz de laikliği benimsiyorsunuz, o da..

Siz de “demokrat”sınız, o da..

*

Söz bu noktaya gelmişken şunu da söyleyelim:

AK Partili Türkiye 28 Şubat Süreci’nin panzehiri değil devamıdır..

28 Şubat’ın gayesi Türkiye’de İslamcılığı/Şeriatçılığı bitirmekti, fakat bu sadece (Erbakan liderliğinde) “adil düzen, millî görüş” gibi şifreli ifadelerle Şeriatçılık yapan hareketin başının ezilmesiyle sağlanabilecek birşey değildi.

Erbakan’ın ardındaki kitlenin bu hareketten umudunu kesmesi, ve üretilecek “küresel sistemle ve onun yerli-milli derin acentalarıyla” uyumlu “dinci olmayan dindar” bir hareketin, söz konusu kitleye kurtuluş kapısı olarak “yutturulması” gerekiyordu.

Batı’nın ürettiği, yerli-milli acentaların da derhal kopyalayıp benimsedikleri İslamcı-müslüman (dinci-dindar) ayrımı çerçevesinde, (Batılılar’ın yaptığı “tanım”a uyan) “müslüman” ya da “dindar” tip, “İslamcı” ya da “dinci”ye karşılık gelen tipin yerini almalıydı.

*

Kısacası, “dinciler” dindarlaştırılmalı, bir başka deyişle İslamcılar (Batılılar’ın İslamcı diye etiketlediği müslümanlar) Batı’nın tanımladığı anlamda müslüman hale getirilmeliydiler.

Fakat bu, 28 Şubat Süreci’nin kaba kuvvet, tehdit ve zorbalık eksenli strateji ve taktikleriyle gerçekleştirilemezdi.. O, ilk aşamaydı, tarlanın sürülmesi, ekim işlemi için altüst edilmesiydi..

Tohum ekme işi başka birşeydi, ince işçilikti.. Bir de verim alma, hasat kaldırma, mahsulü toplama işi vardı ki, çok daha farklı teknikler ve beceriler gerektiriyordu.

O süreçte tarlayı hoyratça sürme işi TSK ve MİT personeli bazı satılmışlara verildi.

Daha sonra da Erdoğan ile arkadaşları, tohum ekme aşamasında “dincilik karşıtı dindarlık”, “İslamcılık karşıtı müslümanlık” için devreye konuldu.

Onlara sözler verildi, vaatlerde bulunuldu.. Ve o vaatler tutuldu, önleri açıldı..

Mahsul toplama işi için ise (hizmet ehli, hoşgörülü ve diyaloğa yatkın) Fethullahçı yapının daha uygun olduğu görülüyordu..  

*

Evet, 28 Şubatçıları kullanarak Erbakan’ın önünü kapatan ABD-İsrail cephesi, sonraki aşama için Erdoğan’ı destekledi, öne çıkardı.

Erdoğan’ın eski doktoru ve AK Parti eski milletvekili Turhan Çömez, TBMM kürsüsünde, Erdoğan’ı o süreçte ABD’de CIA ve İsrail ajanlarıyla gizlice görüşmüş olmakla suçluyor.

Sözleri şöyle:

“AKP kurulurken Amerika’ya yapılan ziyaretlerin hepsini biliyorum. Kimlerle ne tür temaslar yapıldığını da biliyorum. O dönemde Karanlıklar Prensi Richard Perle’le ne pazarlıklar yapıldığını, nelerin karşılığında nerelere gelindiğini gayet iyi biliyorum. … Eğer bana inanmıyorsanız Sayın Erdoğan’la görüşün, ‘AKP kurulurken yanındaki herkesi Washington’da bırakıp ayrıca gidip gizli gizli İsrailli ajanlarla ve Richard Perle’le neler görüştün?’ diye sorun, bak size neler anlatacak, bakın neleri anlatacak size. … Tahammül edin söylediklerime. … Hiçbirinizin doğruyu ve gerçekleri duymaya cesareti yok, buna alışmamışsınız, buna tahammül edemiyorsunuz. …” (https://x.com/i/status/1800470282551148595)

Bu cesaretsizlik ve tahammülsüzlük, Atatürkistlerde daha fazla..

Selanikli Mustafa Atatürk’ün (Samsun’a çıkışından önce) mütareke döneminde İngiliz Gizli Servisi’nin (istihbarat teşkilatının) İstanbul şefi Robert Frew ile neden defalarca gizli gizli, başbaşa, yanında kimse olmaksızın görüşmüş olduğu konusu üzerinde hiç durmuyorlar.

*

28 Şubat Süreci’ne dönelim.. Erol Mütercimler şunları demiş bulunuyor:

“Recep Tayyip Erdoğan’ın bu ülkeye başbakan olacağını ilk defa duyduğum yer, Münci İnci’nin evidir, Avukat Münci İnci’nin evi.. 24 Ekim 1999.. Bak sahneyi anlatayım, Münci Bey beni aradı; ilişkimiz nerden, İntermedya grubuydu onun, ben o zaman onların yayın danışmanlığını falan yapmıştım, orda bir sekiz ay birlikte olmuştuk.. ‘Biz’ dedi ‘Tayyip Bey’in medya sponsorluk danışmanlığını aldık fakat ne olduğunu çözemedik’, Nail Keçili ile birlikte yapıyorlardı bu işi,  ‘benim’ dedi ‘evimde sabah kahvaltısı veriyorum, rica edeyim senden hocam’ dedi, ‘bi gelip sen de dinler misin?’ Ben de şunu düşündüm, evde kim olur, ben olurum, işte Nail Keçili olur, Münci İnci olur, işte Tayyip Bey olur, Tayyip Bey’in de bir iki tane adamı olur, enikonu bu kadar olur diye düşündüm.. Kalktım gittim, Durusu Konakları diye bir yer, Bulgaristan sınırında bir yer, ben de ta Tuzla’dan oraya gittim. … Gittim, evi anlatıyorum şimdi, girdim, duvarın önündeki kanepede oturanları sırayla söylüyorum: Fehmi Koru, Emin Şirin, Nazlı Ilıcak, yanında Yalçın Doğan abimiz, onların arkasında duran kişi Bülent Akarcalı.. Odanın içindekiler: Fehmi Gültekin, Tezcan Yaramancı, Gülay Kömürcü, yağ fabrikası olan bir hanımefendi -herkesin el falına bakıyordu-, Mimar Sinan Üniversitesi’nde hoca oldukları -ben hiç tanımıyorum- ifade edilen üç tane profesör vardı, 15 dakika sonra bu odaya kim geldi dersin, bu eve, o günkü Amerikan konsolosu yardımcısı bayan Scheltz [?] ile birlikte el ele Tuğrul Türkeş geldi. … Tuğrul Türkeş Amerikan Konsolosluğu’nun aracıyla geldi.. Konsolos yardımcısı hanımefendi, tercüman, Tuğrul Türkeş geldi.” (https://x.com/i/status/1501537332930961409)

Görüldüğü gibi, 28 Şubat’ın arkasındaki Amerikan-Yahudi “üst akıl”ı işi daha 1999 yılının Ekim ayında pişirmiş, gereken ayarlamaları yapmış.

Burada şunu belirtmek belki de gereksiz bir ilave olacaktır: İstihbarat (gizli servis) ajanları konsolosluklarda böyle yardımcı vs. sıfatıyla çalışırlar.

*

Tabiî böylesi gelişmelerden TSK’nın haberi olmayabilir, fakat MİT’in olmaması mümkün değildir.

TSK’daki darbeciler, tarlayı sürme ağır işçiliğinden sonra geriye kalan bütün işlerin de kendi kontrolleri altında yürütüleceğini sanıyorlardı, fakat “üst akıl”, sonraki tohum ekme ve hasat kaldırma işleri için “ehliyet ve liyakat” sahibi, işe uygun başka ekiplerin devreye konulmasını kararlaştırmış durumdaydı.. TSK’nın süreçteki rolü bitmişti.. Adama göre iş değil, işe göre adam lazımdı.

Bunu MİT’tekiler, meslekî formasyonları sayesinde derhal anladılar, fakat TSK’dakiler anlayamadı.. Tohum ekme ve hasat kaldırma ameliyesinin AK Parti – FETÖ (Fethullahçı Takiyye Örgütü) konsorsiyumuna ihale edilmiş olmasını içlerine sindiremediler.

Bu yüzden kendi aralarında homurdandılar, söylendiler, öfkelendiler, kahırlandılar, duvarları yumrukladılar, hayaller kurdular, ve Ergenekon davası ile yüzleşmek zorunda kaldılar.

Fakat sonra (muhtemelen bazı MİT’çilerin verdiği akla uyarak) Erdoğan ile ittifak kurup, Ergenekon davası ile kendilerini hırpalayan FETÖ’cülerden intikam almayı kararlaştırdılar.

Bunun temeli, Mayıs 2007’de Dolmabahçe’de gerçekleşen Başbakan Erdoğan – Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt görüşmesi ile atıldı.

Bu arada, özellikle 2010 yılından sonra, Erdoğan ile ABD-İsrail arasında birtakım sorunlar başgöstermeye başladı.. Erdoğan, yurtiçi dengeler yüzünden onların her taleplerine evet diyemiyordu.. Hatta sıtkı sıyrılmış, bazı askerlerin de telkinleriyle “Avrasyacı” hayaller kurmaya başlamıştı.

Sonunda iş, 2013 yılı sonbaharında ABD’nin Erdoğan’ı hedefe koyması noktasına geldi.

*

O kadar ki, ABD Büyükelçisi Ricciardone, Erdoğan için, “İmparatorluğun yıkılışını izleyeceksiniz” diye konuşmuştu.

28 Şubat Süreci’nde nasıl Erbakan iktidarını yıkmışlardıysa, şimdi de Erdoğan’ın iktidarına son vereceklerdi.

Fakat bu defa hem strateji ve taktikleri, hem de kullanmak istedikleri aparatlar farklıydı.. Erdoğan’ın üzerine “laiklik, dinci tehlike” vs. üzerinden değil, yolsuzluklar bahane edilerek gidilecekti.

Operasyon TSK ve MİT marifetiyle değil, Emniyet ve yargıdaki Fethullahçılar eliyle, “yasalar çerçevesinde” ve usulüne uygun biçimde gerçekleştirilecekti.

Ancak, Erdoğan çetin ceviz çıktı.. Pes etmediği gibi 15 Temmuz’la cevap verdi, karşı atağa geçti.

*

Gelinen noktada Türkiye’de tam bir “dehşet dengesi” oluşmuş durumda.

Kartlar öyle karışık dağıtıldı, oyun öyle bir noktaya geldi ki, kimse ne olacağını ve ne yapacağını bilmiyor..

AK Partilisi de, TSK’lısı da, MİT’çisi de, Millî Görüşçüsü de, laiki de, dindarı da, Kemalisti de, tarikatçısı da, solcusu da, milliyetçi-ülkücüsü de “hayret makamında”.

*

Lord Acton’ın sözlerine gelelim..

Demokrasi konusunda şunları söylüyor:

“Hiç kimsenin halkın üzerinde güce sahip olamayacağı şeklindeki demokratik ilke, hiç kimsenin onun gücünü engelleyemeyeceği ya da onun gücünden yakasını kurtaramayacağı şeklinde anlaşılmaktadır.

“Halkın istemediği şeyleri yapmaya zorlanamayacağı şeklindeki demokratik ilke onun beğenmediği şeylerin hoşgörüyü gerektirmediği şeklinde anlaşılmaktadır.

“Herkesin mümkün olduğu kadar payandalardan kurtulmuş özgür bireyler olması şeklindeki demokratik ilke, bir araya gelmiş insanların özgür iradesini hiçbir şeyin zincirleyemeyeceği şeklinde anlaşılmaktadır. 

Dinî hoşgörü, yargı bağımsızlığı, merkezîleşmeden korkma, kamu müdahalesinden korkma gibi öğeler, devletin merkezî güçlerinin eline geçtiği zaman, birer garanti olmak yerine özgürlüğün önünde engel teşkil etmektedirler.”

(Coşkun Can Aktan, Özgürlük Felsefesi, Ankara: Hukuk Yayınları, 2017, s. 101-102.)

Lord Acton, bunları söyledikten sonra sözü “mutlak güç” meselesine getiriyor:

“Demokrasi, yukarıdaki otorite olmaksızın, yalnızca üstün olma iddiasında değildir; mutlaktır da ve aşağıdaki özgürlükler olmaksızın, bir vasi olmak yerine, kendi kendisinin [keyfî ve başına buyruk] efendisi olmak iddiasındadır. 

“Dünyadaki eski egemenler; dalkavuk ve hilekâr olan, ancak, kendilerine karşı direnmenin mümkün olmadığı ve hem Sezar’a hem de TANRI’YA AİT OLAN ŞEYLERİN KENDİLERİNE VERİLDİĞİ yeni egemenlerle yer değiştirdiler.” (s. 102)

Evet, demokrasi, Tanrı’yı tanımayan, fakat Tanrı’dan boşalttığı yeri yeni egemenlere veren, demokratik yolla bir şekilde iktidar olmayı başaran dalkavuk ve hilekârlara yeryüzü tanrılığı makamını sunan, Tanrı’yı dünya ile (özellikle de devletle) ilgisi kalmayacak şekilde göğün derinliklerine sürgüne gönderen putperestlik sistemidir.

Acton şunu da diyor:

Kanunları yalnızca [demokrasilerde kedi gibi hep iki ayağı üstüne düşen] üst sınıflarca yapılan toplum, fakirler için en iyi şeyin hiç doğmamak olduğunu, bundan sonraki en iyi ikinci şeyin ise çocukken ölmek olduğunu ya da yoksulluk, suç ve acı içinde yaşamak olduğunu ilan etmektedir. Demokrasinin yaygınlık arz eden kötü yönlerinden birisi çoğunluğun tiranlığıdır ya da daima çoğunluğun değil, güç veya hile ile seçimlerde başarı gösteren partinin tiranlığıdır.” (s. 103)

Peki çare?

Lord Acton’ın önerdiği çare, laikleri memnun edecek türden bir çare değil.

O, “Tek çare Şeriat” diyor:

“Bizim itaat etmek zorunda olduğumuz, bütün sivil otoritelerin etkisini azaltmakla ve bütün dünyevî çıkarlardan fedakârlık etmekle yükümlü olduğumuz şey, Tanrı’nın, bizzat kendisi kadar ebedî ve mükemmel olup zatî mahiyetinden kaynaklanan ve (yaratıcısı olması itibariyle) bütün uluslar, dünya ve gök üzerinde hükmünü yürüten değişmez kanunlarıdır.”

“That which we must obey, that to which we are bound to reduce all civil authorities, and to sacrifice every earthly interest, is that immutable law which is perfect and eternal as God Himself, which proceeds from His nature, and reigns over heaven and earth and over all the nations.

 

"DERİN" SİYASETİN DİAMOND PİYONU

  Diamand adlı sümsük ve sünepe süprüntü, "Şeriatın haricindeki hiçbir sistemde altı yaşındaki bir kızla evlenemezsin" diyormuş. Ö...