Lord Acton’un o meşhur sözü, “mutlak gücün mutlaka
bozduğunu” söyler.
Sanırım buna bir ekleme yapmak da mümkün:
Mutlak güç, mutlaka korku getirir.
“Anayasaya uymayan”, bütün yasaları
çiğneyen, kendi milletvekillerinin açıklamasıyla yargıyı da ele geçirdikten
sonra yasamayı, yürütmeyi, yargıyı tümüyle denetimi altına alan Tayyip Erdoğan,
bir diktatörün bütün yetkilerine ve gücüne “gayrımeşru” bir şekilde sahip.
Merasim töreninde yere serilecek halının
renginden, Çamlıca’ya yapılacak caminin minaresine, kupon arazilerin kime
satılacağından televizyonlardaki yemek programlarında neler anlatılması
gerektiğine kadar her konuya karışıyor… Her istediğini yaptırıyor.
Sevgili muhtarlarıyla düzenlediği büyük
toplantılarda hedef gösterdiği insanlar ya tutuklanıyor, ya silahlı saldırıya
uğruyor.
Genellikle de ikisi birlikte oluyor.
*
Yukarıdaki satırlar, Çetin Altan’ın oğlu Ahmet
Altan’ın yıllar önce, 10 Mayıs 2016 Salı günü yayınlanan yazısında geçiyor (http://www.haberdar.com/mutlak-korku-makale,1139.html).
Ancak, bunların bu tip yazılarına bakarak “mutlak
bir fikir özgürlüğü”nden yana olduklarını zannetmeyin.
Çifte standart hayat tarzları ve alâmet-i farikaları
durumunda.
Bir başka yazısında, Erdoğan’ın
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bir sözünü aktarmasından
hareketle “laikliğin elden gittiğini” yazabilmişti.
Yani bunların demek istediği şu:
Mutlak güç bizim gibilerin elinde olmalı, bozma ve
bozulma işi bize bırakılmalı.
Mutlak korku, bizimle aynı safta yer almayanların
payına düşmeli.
Memlekete diktatör lazımsa onu da
biz kendi aramızdan seçmeliyiz.
Anayasa çiğnenecekse biz çiğnemeli,
memleket “Yağma Hasan’ın böreği” muamelesi görecekse onu da biz yapmalıyız.
*
Lord Acton’dan alıntı yapmayı da biliyor.
İşte bizim Batı’dan farkımız burada.
Bizimkiler Lord Acton’ın bir sözünü
ezberler, fakat, diğer sözlerini hiç görmez.
Lord Acton, bunların dillerinden
düşürmedikleri demokrasinin de “mutlak güç” kullanımına karşılık
geldiğini, hatta onun mutlakçılığının (absolutism) daha berbat olduğunu
söylüyordu.
Allahu Teala’ya ait sorgulanamazlık ve
tartışılamazlığın (lâ yüs’el oluşun), yücelik, üstünlük ve insan-üstü
kutsallığın, laiklikle birlikte modern devletin eline geçmiş
bulunduğunu, devletin tanrılaştırılıp bir put haline getirildiğini
söylediğinden haberleri var mı?
Mutlak gücün ancak Allahu Teala’ya yakıştığını,
kullara bırakılamayacağını, yani laik demokrasinin, (mutlak gücü kulların
eline bırakması yüzünden) bozma ve bozulmanın garantili ve kestirme yolu
olduğunu ileri sürmüş bulunduğunu biliyorlar mı?
*
Evet, çağdaş uygarlık yolundaki Türkiye’de,
Lord Acton’ın söylemiş olduğu bazı sözleri hiçbir siyasetçi söyleyemez.
Daha doğrusu, söyleyebilecekleri halde söylemezler.
Çünkü (ortadaki “düzen”baz oyunun
kurallarını sorgulayıp) hak/doğru siyasî ilkelerin savunucusu olarak
bedel ödeme konumuna düşmek yerine (“gelen düzenbaz oyun ağam, gideni
paşam” diyerek) siyasî kazanç elde etme derdindedirler.
Fakat, Türkiye’de hiçbir siyasî partinin
Lord Acton’ınkine benzer görüşlerin savunucusu olarak ortaya çıkamamasının tek
nedeni, siyasetçilerin pragmatizmi, oportünizmi ve konformizmi değildir.
Bu ülkedeki Atatürk ilke ve inkılapları adlı
donmuş, dondurulmuş, güncellemeye, değişime ve gelişime kapalı devlet ideolojisinin
(Lord Acton’ın formülasyonu çerçevesinde mutluk bozulmayı da yanında
getiren) mutlak gücü, siyaset alanında farklı seslere izin vermiyor.
*
Hatırlayın, Ahmet Altan’ın yukarıya
aldığımız sözlerini yazdığı sıralarda TBMM Başkanı İsmail Kahraman,
“Anayasamızın bütünü zaten laik mahiyette, ayrıca bir de ‘tanımsız,
tarifsiz’ laik kelimesinin geçmesi gerekmiyor, nitekim Batı’daki anayasalarda
geçmiyor, bizdekinde de geçmezse kıyamet kopmaz” anlamına gelen şeyler
söylediği için neredeyse Kızılay’da darağacında sallandırılacaktı.
Aklı kısa Meral Akşener, Charlie
Hebdo avukatı Kemal Kılıçdaroğlu ve yaşlanıp bozarmış kurt Bahçeli,
onun sözleri karşısında “çılgın” Türk moduna girdiler, “Yok ben daha
çılgın Türk’üm, yok sen daha çılgınsın, yok bu daha çok çıldırmış”
diyerek aralarında çılgınlık yarışı başlattılar ve Kahraman’a ağızlarına geleni
söylediler.
Çılgınlık öyle tavan yaptı ki, av
mevsiminin geldiğini düşünerek gözleri parlamaya başlayan CHP grup
başkanvekili bir deneyimli vampir CNN TÜRK
canlı yayınına bağlanıp “Laikliği korumak için kan da dökülür.
Bakın ben ne dediğimi bilerek konuşuyorum” dedi.
Ve de hiçbir siyasetçi, hiçbir savcı çıkıp,
“Laikliği korumak için kan dökülmez, ne kadar korunması gerekiyorsa o kadarını yasalar
çerçevesinde güvenlik güçleri yapar, olayı mahkemelere havale
ederler, bu tür ifadeler teröristliktir, cezalandırılması gereken birer suçtur,
anayasal düzeni tanımazlıktır. Kimse, düşünce özgürlüğünü kullanan fikri
hür, vicdanı hür ve irfanı hür bir TBMM Başkanı’na karşı böyle konuşma
hadsizliği sergileyemez” demedi.
Memlekete bir kez daha mutlak korku hakim
oldu.
Erdoğan da hemen “Zaten ben de Mısır’a gidip
‘Şeriat’e karşı laiklik’ tavsiye etmiştim, bu bizim partimizin görüşü
değildir” diyerek topa girdi.
“Çılgın Türk”ler listesine adını yazdırdı.
*
Kahraman’ın sözleri aslında eften püften,
önemsiz şeylerdi.
Fakat bu kadarı bile fırtına kopmasına
neden oldu, “bir bardak suda fırtına koparma” ve “öküzün altında buzağı arama”
gibi deyimlerin hakkı verildi.
Peki ya Kahraman, Lord Acton’ın aşağıda
aktaracağımız türden sözlerine benzer şeyler söylese ne olurdu?
Hafazanallah, herhalde o zaman, kan kokusu
aldığı için çıldırmış olan vampir CHP grup başkanvekilini elindeki
satırla gözleri dönmüş halde TBMM Başkanı’nı Meclis koridorlarında kovalarken
bulabilirdik.
Muhtemelen diğer CHP milletvekillerinin de,
kiminin elinde balta, kiminin elinde kör testere, kiminin hızar, kiminin nacak,
kiminin keser, kiminin yaba, kiminin dirgen, kiminin tırmık, kiminin Azrail tırpanı, kiminin de
bileylenmiş tahra olduğu halde ona eşlik ettiği görülürdü.
Kahraman’ın kıytırık iki cümlesine verilen
tepkinin dozajı insana bunu düşündürüyordu.
Çünkü Kahraman, linç etmek için üzerine
yürüyen siyaset eşkıyasının elinden kendisini, o içi boş, hiç de geri adım
atmayı ve özür dilemeyi gerektirmeyen önemsiz sözlerinden “tevbe” ederek güç
bela kurtarabildi.
Fakat yine de istifaya davet edildi.
*
Geri adım atmasaydı, “Ben fikri hür bir
hukukçu, vicdanı hür bir siyasetçi, irfanı hür bir vatandaş olarak düşünce
ve fikir hürriyetimi kullanıyorum, nasıl benim sizi benim gibi düşünmeye
zorlama hakkım yoksa sizin de benden bunu isteme hakkınız yoktur” deseydi ne olurdu?
Türkiye’de sözde fikir ve inanç hürriyet
var, fakat, şayet siyaset sahnesinde yer almışsanız, laikliğe (siyasal
dinsizliğe) iman ettiğinizi, “dinsiz siyasetçi” haline geldiğinizi
ilan etmek zorundasınız.
Rejimin kelime-i şehadetini söylemez, bu kelime-i şehadeti samimi ve
yürekten söylediğinize dair namusunuz ve şerefiniz üzerine yemin
etmezseniz “rejimsel/düzensel/düzenbaz tekfir”e tabi tutulur, linç
edilirsiniz.
*
Böyle bir “düzen”de, düzenbazlıkta, FETÖ’nün
(Fethullahçı Takiyye Örgütü’nün) ve Ahmet Altan gibilerin (hatta artık Erbakancı
Millî Görüşçüler’in de) yaptığı şekilde, “düzen”in kendisiyle (düzenin
Erdoğan’ın da savunduğu “esasları”yla) değil de, salt Erdoğan gibi figürlerin
“güc”üyle uğraşmanın faydası nedir?!
Düzen bu oldukça, gelen gideni aratabilir.
İşin özüne bakıldığında Erdoğan’la aranızda
fazla bir fark yok..
Belki bazı açılardan ondan iyi, bazı
açılardan da kötüsünüz, fakat zihniyet bakımından aynı olduğunuz söylenebilir.
Siz de laikliği benimsiyorsunuz, o da..
Siz de “demokrat”sınız, o da..
*
Söz bu noktaya gelmişken şunu da söyleyelim:
AK Partili Türkiye 28 Şubat Süreci’nin
panzehiri değil devamıdır..
28 Şubat’ın gayesi Türkiye’de
İslamcılığı/Şeriatçılığı bitirmekti, fakat bu sadece (Erbakan
liderliğinde) “adil düzen, millî görüş” gibi şifreli ifadelerle Şeriatçılık
yapan hareketin başının ezilmesiyle sağlanabilecek birşey değildi.
Erbakan’ın ardındaki kitlenin bu hareketten
umudunu kesmesi, ve üretilecek “küresel sistemle ve onun yerli-milli derin acentalarıyla”
uyumlu “dinci olmayan dindar” bir hareketin, söz konusu kitleye
kurtuluş kapısı olarak “yutturulması” gerekiyordu.
Batı’nın ürettiği, yerli-milli acentaların
da derhal kopyalayıp benimsedikleri İslamcı-müslüman (dinci-dindar) ayrımı
çerçevesinde, (Batılılar’ın yaptığı “tanım”a uyan) “müslüman” ya da “dindar”
tip, “İslamcı” ya da “dinci”ye karşılık gelen tipin yerini almalıydı.
*
Kısacası, “dinciler” dindarlaştırılmalı, bir
başka deyişle İslamcılar (Batılılar’ın İslamcı diye etiketlediği müslümanlar) Batı’nın
tanımladığı anlamda müslüman hale getirilmeliydiler.
Fakat bu, 28 Şubat Süreci’nin kaba
kuvvet, tehdit ve zorbalık eksenli strateji ve taktikleriyle
gerçekleştirilemezdi.. O, ilk aşamaydı, tarlanın sürülmesi, ekim işlemi
için altüst edilmesiydi..
Tohum ekme işi başka birşeydi, ince
işçilikti.. Bir de verim alma, hasat kaldırma, mahsulü toplama işi vardı ki, çok
daha farklı teknikler ve beceriler gerektiriyordu.
O süreçte tarlayı hoyratça sürme işi TSK
ve MİT personeli bazı satılmışlara verildi.
Daha sonra da Erdoğan ile arkadaşları,
tohum ekme aşamasında “dincilik karşıtı dindarlık”, “İslamcılık
karşıtı müslümanlık” için devreye konuldu.
Onlara sözler verildi, vaatlerde bulunuldu..
Ve o vaatler tutuldu, önleri açıldı..
Mahsul toplama işi için ise (hizmet ehli,
hoşgörülü ve diyaloğa yatkın) Fethullahçı yapının daha uygun olduğu
görülüyordu..
*
Evet, 28 Şubatçıları kullanarak Erbakan’ın önünü kapatan ABD-İsrail cephesi, sonraki aşama için Erdoğan’ı destekledi, öne çıkardı.
Erdoğan’ın eski doktoru ve AK Parti eski
milletvekili Turhan Çömez, TBMM kürsüsünde, Erdoğan’ı o süreçte ABD’de CIA
ve İsrail ajanlarıyla gizlice görüşmüş olmakla suçluyor.
Sözleri şöyle:
“AKP kurulurken Amerika’ya yapılan ziyaretlerin
hepsini biliyorum. Kimlerle ne tür temaslar yapıldığını da biliyorum. O
dönemde Karanlıklar Prensi Richard Perle’le ne pazarlıklar yapıldığını,
nelerin karşılığında nerelere gelindiğini gayet iyi biliyorum. … Eğer bana
inanmıyorsanız Sayın Erdoğan’la görüşün, ‘AKP kurulurken yanındaki
herkesi Washington’da bırakıp ayrıca gidip gizli gizli İsrailli ajanlarla ve
Richard Perle’le neler görüştün?’ diye sorun, bak size neler anlatacak, bakın
neleri anlatacak size. … Tahammül edin söylediklerime. … Hiçbirinizin doğruyu
ve gerçekleri duymaya cesareti yok, buna alışmamışsınız, buna tahammül
edemiyorsunuz. …” (
Bu cesaretsizlik ve tahammülsüzlük,
Atatürkistlerde daha fazla..
Selanikli Mustafa Atatürk’ün (Samsun’a çıkışından önce) mütareke
döneminde İngiliz Gizli Servisi’nin (istihbarat teşkilatının) İstanbul şefi
Robert Frew ile neden defalarca gizli gizli, başbaşa, yanında kimse
olmaksızın görüşmüş olduğu konusu üzerinde hiç durmuyorlar.
*
28 Şubat Süreci’ne dönelim.. Erol Mütercimler
şunları demiş bulunuyor:
“Recep Tayyip Erdoğan’ın bu ülkeye başbakan
olacağını ilk defa duyduğum yer, Münci İnci’nin evidir, Avukat Münci İnci’nin
evi.. 24 Ekim 1999.. Bak sahneyi anlatayım, Münci Bey beni aradı; ilişkimiz
nerden, İntermedya grubuydu onun, ben o zaman onların yayın danışmanlığını falan
yapmıştım, orda bir sekiz ay birlikte olmuştuk.. ‘Biz’ dedi ‘Tayyip
Bey’in medya sponsorluk danışmanlığını aldık fakat ne olduğunu
çözemedik’, Nail Keçili ile birlikte yapıyorlardı bu işi, ‘benim’ dedi ‘evimde sabah
kahvaltısı veriyorum, rica edeyim senden hocam’ dedi, ‘bi gelip sen de
dinler misin?’ Ben de şunu düşündüm, evde kim olur, ben olurum, işte Nail
Keçili olur, Münci İnci olur, işte Tayyip Bey olur, Tayyip Bey’in de bir iki tane
adamı olur, enikonu bu kadar olur diye düşündüm.. Kalktım gittim, Durusu
Konakları diye bir yer, Bulgaristan sınırında bir yer, ben de ta Tuzla’dan
oraya gittim. … Gittim, evi anlatıyorum şimdi, girdim, duvarın önündeki
kanepede oturanları sırayla söylüyorum: Fehmi Koru, Emin Şirin, Nazlı
Ilıcak, yanında Yalçın Doğan abimiz, onların arkasında duran kişi Bülent
Akarcalı.. Odanın içindekiler: Fehmi Gültekin, Tezcan Yaramancı, Gülay
Kömürcü, yağ fabrikası olan bir hanımefendi -herkesin el falına bakıyordu-,
Mimar Sinan Üniversitesi’nde hoca oldukları -ben hiç tanımıyorum- ifade edilen üç
tane profesör vardı, 15 dakika sonra bu odaya kim geldi dersin, bu eve, o
günkü Amerikan konsolosu yardımcısı bayan Scheltz [?] ile birlikte el ele Tuğrul
Türkeş geldi. … Tuğrul Türkeş Amerikan Konsolosluğu’nun aracıyla geldi..
Konsolos yardımcısı hanımefendi, tercüman, Tuğrul Türkeş geldi.” (
Görüldüğü
gibi, 28 Şubat’ın arkasındaki Amerikan-Yahudi “üst akıl”ı işi daha 1999
yılının Ekim ayında pişirmiş, gereken ayarlamaları yapmış.
Burada şunu belirtmek belki de gereksiz bir
ilave olacaktır: İstihbarat (gizli servis) ajanları konsolosluklarda
böyle yardımcı vs. sıfatıyla çalışırlar.
*
Tabiî böylesi gelişmelerden TSK’nın
haberi olmayabilir, fakat MİT’in olmaması mümkün değildir.
TSK’daki darbeciler, tarlayı sürme ağır
işçiliğinden sonra geriye kalan bütün işlerin de kendi kontrolleri
altında yürütüleceğini sanıyorlardı, fakat “üst akıl”, sonraki tohum ekme
ve hasat kaldırma işleri için “ehliyet ve liyakat” sahibi, işe uygun başka ekiplerin
devreye konulmasını kararlaştırmış durumdaydı.. TSK’nın süreçteki rolü bitmişti..
Adama göre iş değil, işe göre adam lazımdı.
Bunu MİT’tekiler, meslekî formasyonları
sayesinde derhal anladılar, fakat TSK’dakiler anlayamadı.. Tohum ekme ve
hasat kaldırma ameliyesinin AK Parti – FETÖ (Fethullahçı Takiyye Örgütü)
konsorsiyumuna ihale edilmiş olmasını içlerine sindiremediler.
Bu yüzden kendi aralarında homurdandılar,
söylendiler, öfkelendiler, kahırlandılar, duvarları yumrukladılar, hayaller
kurdular, ve Ergenekon davası ile yüzleşmek zorunda kaldılar.
Fakat sonra (muhtemelen bazı MİT’çilerin
verdiği akla uyarak) Erdoğan ile ittifak kurup, Ergenekon davası ile kendilerini
hırpalayan FETÖ’cülerden intikam almayı kararlaştırdılar.
Bunun temeli, Mayıs 2007’de Dolmabahçe’de gerçekleşen
Başbakan Erdoğan – Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt görüşmesi ile
atıldı.
Bu arada, özellikle 2010 yılından sonra,
Erdoğan ile ABD-İsrail arasında birtakım sorunlar başgöstermeye başladı..
Erdoğan, yurtiçi dengeler yüzünden onların her taleplerine evet diyemiyordu..
Hatta sıtkı sıyrılmış, bazı askerlerin de telkinleriyle “Avrasyacı”
hayaller kurmaya başlamıştı.
Sonunda iş, 2013 yılı sonbaharında ABD’nin
Erdoğan’ı hedefe koyması noktasına geldi.
*
O kadar ki, ABD Büyükelçisi Ricciardone,
Erdoğan için, “İmparatorluğun yıkılışını izleyeceksiniz” diye
konuşmuştu.
28 Şubat Süreci’nde nasıl Erbakan
iktidarını yıkmışlardıysa, şimdi de Erdoğan’ın iktidarına son vereceklerdi.
Fakat bu defa hem strateji ve taktikleri,
hem de kullanmak istedikleri aparatlar farklıydı.. Erdoğan’ın üzerine “laiklik,
dinci tehlike” vs. üzerinden değil, yolsuzluklar bahane edilerek
gidilecekti.
Operasyon TSK ve MİT marifetiyle değil, Emniyet
ve yargıdaki Fethullahçılar eliyle, “yasalar çerçevesinde” ve usulüne
uygun biçimde gerçekleştirilecekti.
Ancak, Erdoğan çetin ceviz çıktı.. Pes
etmediği gibi 15 Temmuz’la cevap verdi, karşı atağa geçti.
*
Gelinen noktada Türkiye’de tam bir “dehşet
dengesi” oluşmuş durumda.
Kartlar öyle karışık dağıtıldı, oyun öyle
bir noktaya geldi ki, kimse ne olacağını ve ne yapacağını bilmiyor..
AK Partilisi de, TSK’lısı da, MİT’çisi de,
Millî Görüşçüsü de, laiki de, dindarı da, Kemalisti de, tarikatçısı da, solcusu
da, milliyetçi-ülkücüsü de “hayret makamında”.
*
Lord Acton’ın sözlerine gelelim..
Demokrasi konusunda şunları söylüyor:
“Hiç kimsenin halkın üzerinde güce sahip
olamayacağı şeklindeki demokratik ilke, hiç kimsenin onun gücünü
engelleyemeyeceği ya da onun gücünden yakasını kurtaramayacağı şeklinde
anlaşılmaktadır.
“Halkın istemediği şeyleri yapmaya
zorlanamayacağı şeklindeki demokratik ilke onun beğenmediği şeylerin hoşgörüyü
gerektirmediği şeklinde anlaşılmaktadır.
“Herkesin mümkün olduğu kadar payandalardan
kurtulmuş özgür bireyler olması şeklindeki demokratik ilke, bir araya gelmiş
insanların özgür iradesini hiçbir şeyin zincirleyemeyeceği şeklinde
anlaşılmaktadır.
“Dinî hoşgörü, yargı
bağımsızlığı, merkezîleşmeden korkma, kamu müdahalesinden korkma gibi
öğeler, devletin merkezî güçlerinin eline geçtiği zaman, birer garanti
olmak yerine özgürlüğün önünde engel teşkil etmektedirler.”
(Coşkun
Can Aktan, Özgürlük Felsefesi, Ankara: Hukuk Yayınları,
2017, s. 101-102.)
Lord Acton, bunları söyledikten sonra sözü “mutlak
güç” meselesine getiriyor:
“Demokrasi, yukarıdaki otorite
olmaksızın, yalnızca üstün olma iddiasında
değildir; mutlaktır da ve aşağıdaki
özgürlükler olmaksızın, bir vasi olmak yerine, kendi kendisinin [keyfî ve
başına buyruk] efendisi olmak iddiasındadır.
“Dünyadaki eski egemenler; dalkavuk ve
hilekâr olan, ancak, kendilerine karşı direnmenin mümkün olmadığı ve hem
Sezar’a hem de TANRI’YA AİT OLAN ŞEYLERİN KENDİLERİNE VERİLDİĞİ yeni
egemenlerle yer değiştirdiler.” (s. 102)
Evet, demokrasi, Tanrı’yı tanımayan, fakat Tanrı’dan
boşalttığı yeri yeni egemenlere veren, demokratik yolla bir şekilde iktidar
olmayı başaran dalkavuk ve hilekârlara yeryüzü tanrılığı makamını
sunan, Tanrı’yı dünya ile (özellikle de devletle) ilgisi kalmayacak şekilde
göğün derinliklerine sürgüne gönderen putperestlik sistemidir.
Acton şunu da diyor:
“Kanunları yalnızca [demokrasilerde
kedi gibi hep iki ayağı üstüne düşen] üst sınıflarca yapılan toplum, fakirler
için en iyi şeyin hiç doğmamak olduğunu, bundan sonraki en iyi ikinci şeyin ise
çocukken ölmek olduğunu ya da yoksulluk, suç ve acı içinde yaşamak olduğunu
ilan etmektedir. Demokrasinin yaygınlık arz eden kötü yönlerinden birisi çoğunluğun
tiranlığıdır ya da daima çoğunluğun değil, güç veya hile ile seçimlerde
başarı gösteren partinin tiranlığıdır.” (s. 103)
Peki çare?
Lord Acton’ın önerdiği çare, laikleri
memnun edecek türden bir çare değil.
O, “Tek çare Şeriat” diyor:
“Bizim itaat etmek zorunda olduğumuz, bütün sivil otoritelerin
etkisini azaltmakla ve bütün dünyevî çıkarlardan fedakârlık etmekle yükümlü olduğumuz
şey, Tanrı’nın, bizzat kendisi kadar ebedî ve mükemmel olup
zatî mahiyetinden kaynaklanan ve (yaratıcısı olması itibariyle)
bütün uluslar, dünya ve gök üzerinde hükmünü yürüten değişmez kanunlarıdır.”
“That which we must obey, that to which we are bound to reduce all
civil authorities, and to sacrifice every earthly interest, is that immutable
law which is perfect and eternal as God Himself, which proceeds from His
nature, and reigns over heaven and earth and over all the nations.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder