“Tasavvufçu” bir akademisyen, Doç. Dr. Hür Mahmut Yücer, İbn Arabî’yi
savunmak için bir makale kaleme almış bulunuyor: “Bir İbn Arabî Müdafaası: Çerkeşîzâde Mehmed Tevfik Efendi ve Levâyihu’l-kudsiyye fi fedâili’ş-
Şeyhi’l-Ekber Adlı Eseri”, http://www.tasavvufakademi.com/indir.php?tur=2&no=1378)
Orada, Çerkeşizâde adlı bir müderrisin (İngilizler'in gözde şeyhi) İbn Arabî’yi savunmak için yazdıklarını, hiçbir tenkid süzgecinden geçirmeksizin, sahiplenerek, olduğu gibi aktardığı görülüyor.
(Evet, İngilizler günümüzde zampara şarlatan İbn Arabî için Ibn Arabi Society adlı bir tekke kurmuş durumdalar.. İbn Arabîcilik sapıklığını yaymak için kesenin ağzını sonuna kadar açmış bulunuyorlar. İslam dünyasına sapıklık ihraç etmeye çalışan Yahudi-İngiliz konsorsiyumunun keşif kolu oryantalizmin son cephanesi sahte şeyh taslağı İbn Arabî'nin zırvaları.)
Doç. Yücer belki farkında değil, Çerkeşizade'nin söylediği yeni birşey yok, Suyutî’nin (bir kısmı yanlış olan) laflarını aynen tekrarlamış
durumda.. (Suyutî konusuna döneceğiz.)
Bu durumu (yapılan şey “intihal” değilse eğer), en iyi
ihtimalle “cehaletin, cahilce taklidin
gelenekselleşmesi ve kurumsallaşması” olarak adlandırmak uygun olur.
*
Hür Mahmut Yücer gibi isimlerin (ve seleflerinin), İbn Arabî’nin “Sizin taptığınız ayağımın
altındadır” gibi laflarının bir başka
açıklamasının olmasını veya tevil edilebilmesini, tevile müsait olmayan sözleri için de geçerli gibi göstermeye
çalıştıkları görülüyor.
Rivayet doğruysa eğer, halka böyle söylemiş, daha sonra ayağını
bastığı yeri kazınca define gibi birşey bulmuşlarmış.. Güzel hikâye..
Herşeyden önce, bu rivayetin doğru olduğundan emin olunamaz. İkincisi, bu hikâye gerçek bile olsa, keramet sahibi bir
insanın sonradan
yanlış şeyler söylemeyeceği garanti edilemez.
Mesela, İbn Haldun’un Mukaddime’de naklettiğine göre, İbn Arabî, Mehdi’nin hicrî 680
küsur senesinde çıkacağını söylemiş bulunuyor.
Mehdî hâlâ çıkacak..
*
İbn Arabi’yi savunmak için, doğruluğunun kesin olup olmadığı
belli olmayan keramet hikayelerine sığınmak kabul edilebilir bir yol değildir.
Doğru olsalar bile, istikamet kerametten önemlidir.
Asıl keramet, istikamettir.
İstikametin ölçüsü ise Kur’an ve Sünnet’e uygunluktur.. Keşf ve
irfan pazarlamacılığı, rüya ticareti değil.
Bu gerçeği kabul edip sonra da,
istikametten uzak ifadeleri kullanan kişiler için, “Ama kerameti var” demek,
tutarsızlık olur.
İbn Arabî müdafaalarında bu az rastlanan bir özellik değil. İbn
Kemal bile kerameti olduğundan söz edip ardından fetvayı tutuşturuyor..
“Hani istikamet önemliydi? Nerede istikamet?…” sorusunu ise
kimse sormuyor.
Kaldı ki, sapıkça
sözler söyleyen birinden görülen olağanüstülük keramet bile kabul edilemez, istidrac
anlamına gelir.
*
[Üstelik, anlatılan hikaye tam bir rezalet..
Bir defa, karşısındaki kitle, müslüman.. Kalplerini yarıp da
baktın mı ki onları müşriklikle, küfürle suçluyor, alenen tekfir ediyorsun?..
Allah’a iman ettiklerini söyleyen insanlara böyle hitap etmek,
sözün “zahir”ine göre, Allahu Teala’yı tahkirden ibarettir.. Öyle böyle değil,
büyük edepsizliktir.
Ve müslüman olduğunu söyleyen, kelime-i şehadet getiren
insanları bu şekilde tekfir, caiz değildir..
Adam onların itikatlarını tartışmıyor, itikatlarında gördüğü küfür
anlamına gelen bir bozukluğu “delil”leriyle
ortaya koymuyor, “işkembe”sinden
putperestlikle suçluyor.
Ve de, “tekfiri gerçekten hak edenleri delil göstererek tekfir edenlere” karşı sözde Ehl-i Sünnetçilik
adına, tasavvufçuluk adına ağızlarına geleni söyleyenler, bu delilsiz, senetsiz
sepetsiz tekfircilik karşısında ağzı açık ayran budalası gibi hayranlık sergiliyorlar.
“Müslümana karşı bu şekilde suizanda bulunulamaz, delilsiz,
senetsiz sepetsiz putperestlik suçlaması yöneltilemez” demiyorlar.
Zampara şarlatan böyle konuşmuşmuş da, sonra orayı kazmışmışlar
da, orada define bulunmuşmuş da.. Yalandan kim ölmüş, böyle akla ziyan rezil
hikayeleri uydur keramet diye anlat, herkes zampara bir sahtekârı “böyük
evliya” sansın..
Madem bu kadar “keşf” ehlisin, insanların kalbinden haber
veriyorsun, bari “Ayağımın altında define var” diye ayağının altından da haber
ver de, Allahu Teala’yı değil, altın'ı tahkir ettiğin anlaşılsın..
Keramet diye anlatılan bütün hikayeleri böylesi rezaletlerden
oluşuyor.
Alnı secdeye gelen, müslüman olduğunu söyleyen insanlara bu
şekilde hitap edilmez.. Daha bunu bile anlamayan bir kimse, tasavvuftan hiçbir
şey anlamamış demektir.]
*
Doç. Dr. Yücer, İmam
Gazâlî’nin vahdet-i vücudu akla getiren ifadelerinin bulunmasını da İbn Arabî’nin
lehinde bir durum olarak aktarıyor.
Oysa, İmam Gazâlî, bu konularda (mükâşefat) fazla konuşulmasını
hoş görmez ve İhya’da bunu açıkça ifade eder.
Ayrıca, onun, İbn Arabî’yi mahkum etmek için kullanılabilecek
ifadelerini görmezden gelip salt aklamak için bazı görüşlerini olmayacak
şekilde yorumlamak, tutarlı bir tutum olamaz.
Mesela, cehennemin
ebedîliği meselesinde İbn Arabî, konuyla ilgili ayetleri açıkça inkâr
etmez, fakat “Allahu Teala için vaadinden
dönmenin uygun olmayacağını, vaîdinden (tehdidinden) dönmesinin ise kerem
anlamına geleceğini” iddia eder.
Ona göre, Allahu Teala, ahirette vaîdinden dönecektir.
Halbuki, İbn Arabî’den önce yaşamış olan İmam Gazalî, İhya’nın ikinci cildinin sonlarında, böyle bir iddia ortaya atanlar
bulunduğunu, fakat Alahu Teala için her ikisinin de düşünülemeyeceğini belirtir.
Şeyhülislam Mustafa Sabri
Efendi’nin de dediği gibi, bu yaklaşım doğru
olmamakla birlikte, doğru olsaydı bile, vaîdin bir hikmetinin bulunması
için, vaîdden dönüleceğinin asla bilinmemesi gerekirdi.
Halbuki, İbn Arabî, bunu keşfettiğini iddia etmektedir (Aslında,
İmam Gazalî’nin ortaya koyduğu gibi, ‘keşf’i ‘orijinal’ değildir, başkalarından
çalmış bulunuyor).
Allahu Teala’nın tehdidi gerçek değilse ve siz de bunu
biliyorsanız, tehdidin kendisi abes birşey olur.
Abes ise Allahu Teala için düşünülemez.
Fakat abes, zampara şarlatan İbn Arabî ve onu savunanlar için
elbette düşünülebilir.
İbn Arabîci dangalaklar ise abesle iştigali Allahu Teala'ya yakıştırıyorlar da zampara şarlatana yakıştıramıyor, ona toz kondurmuyorlar. Allah ıslah etsin!
*
Tabiî ki İbn Arabî’nin her söylediği yanlış değil, ama birbirini
tutmaz şeyler, çelişkili bir sürü laflar söylemiş. Bunu, İslâm Ansiklopedisi‘ndeki ilgili maddede Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç da belirtiyor.
Öte yandan, Doç. Dr. Yücer, Nakşî silsilesinden Muhammed Zahid
Parisa’nın İbn Arabî’nin eserleriyle ilgili övgüsünü de, onu savunmak için
aktarmış bulunuyor.
Oysa, onun
övgüsü tek başına delil olmaz; çünkü onun övgüsü, açıktır ki, şer’î delil değildir; edille-i
şer’iyye içinde yer almaz.
İmam-ı Rabbanî bu konuda tam aksini savunuyor ve konuyla ilgili onlarca sayfa tutan beyanı var. Birisinin açıklamaları var,
diğerinin ise salt bir cümlelik kanaat beyanı (ispatsız iddia)..
Benzer şekilde, Molla Câmî’nin vs. İbn Arabî taraftarlığı da
ilmî açıdan bir değer taşımıyor.. Hüsnüzan, ilmî tartışmalarda bir delil olarak
ileri sürülemez.
*
Doç. Dr. Yücer’in makalesine göre, Çerkeşizade şöyle
diyor:
“ ‘Cenâb-ı Hak ve Rasûl-i
Ekrem’den başkasının müteşabih söz
söylemesi caiz değildir’, denilirse; öncelikle bilinmelidir ki naslarda (ayet
ve hadislerde) ümmetin bu tür sözler söylemesinin yasaklandığına dair bir emir
gelmemiştir. Hatta âlimler, nebiyy-i mürselinin (peygamberler) ilmen vârisleri olduğu için bu bir izin
anlamına da gelmektedir. Müteşâbih sözler için özel bir sınırlama da yoktur.
Nitekim bu sözler için İmam Gazâlî; ‘Onlar Kur’an’da
ve sünnetteki müteşâbihlere benzemektedir’ demiştir.”
Bu sözler, cahilce zırvalar değilseler şayet, kurnazca mugalata
olarak kabul edilmelidirler.
Çünkü Peygamber Efendimiz s.a.s., insanlara akıllarına göre hitap
edilmesini emretmiştir.
Üstelik bu, ‘müteşabih’ falan diye
adlandırılan hususlar için de değil, normal sözler içindir. Peygamberlere ilmen varis olan, buna dikkat eder.
Anlaşılıyor ki Çerkeşizade ilmen varislik noktasından arızalı.
Yücer, en
az kendisi kadar ilmen yetersiz ve kafası karışık olduğu anlaşılan Çerkeşizade adlı müderrisin şu
ifadelerini de aktarıyor:
“Müteşabih
âyet ve hadisleri her bilginin anlayamadığı ancak dinde derinlik sahibi (râsih)
âlimlerin anladığı gibi, evliyâdan
rivâyet edilen müteşabih sözleri de ancak derinlik sahibi veliler
anlayabilir. Şayet ‘Müteşabih söz söylemek doğru bir şey ise insanlardan
niçin gizleniyor’, şeklinde bir soru sorulacak olursa, aynı soru müteşabih âyet ve hadisler için
de geçerli olmalıdır. Buna verilecek cevap onlar için de aynıdır. Yani âyet
ve hadislerdeki müteşabihlik râsih/derinlik
sahibi âlimlerin kalplerini sınamak için ise şeyhlerin müteşâbih sözleri de
âriflerin kalplerini imtihan
içindir.”
Oysa konuyla ilgili ayette böyle bir ifade yok.
Yani müteşabih ayetlerin ilimde derinleşmiş insanların
kalplerini sınamak için indirildiğine dair bir ifade bulunmadığı gibi, böylesi bir yorumu gerektirecek bir durum da yok.
Bunlar, kafasında
oluşturduğu bir sonuca varmak için insanın kendi kendisine birtakım saçma sapan
yorumlar üretmesinden, Kur’an’a heva
ve hevesine göre anlam eklemesinden (ya
da yorum
düzeyinde tahrif etmesinden) başka birşey
değil.
Konuyla ilgili ayetin meali şöyle:
“Sana bu kitabı indiren O’dur.
Bunun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu âyetler, kitabın anası (aslı)
demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te’vil yapmak için onun
müteşabih olanlarının peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini Allah’dan başka
kimse bilmez. İlimde uzman (râsih) olanlar, ‘Biz buna inandık, hepsi
Rabbimiz’in katındandır’ derler. Üstün akıllılardan başkası da derin düşünmez.” (Ali İmran, 3/7)
Merhum Elmalılı Hoca’nın Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde açıkladığı gibi, sözkonusu ayette geçen ilgili
ifadeye, cümledeki durak yerinin değişebilmesi yüzünden, “Onun tevilini Allah’tan ve
ilimde rüsuh kazanmış olanlardan başkası bilmez” şeklinde anlam verenler de vardır.
Fakat bu, ilimde
rüsuh sahibi olan alimlerin ifadelerinin müteşabih olabileceği anlamına gelmemektedir.
Onlar, şöyle diyen insanlardır: “Biz
buna inandık, hepsi Rabbimiz’in katındandır.”
*
Çerkeşizade’nin lafları, hiçbir delile dayanmayan, “O öyleyse şu da şöyle olmalıdır” türünden mesnetsiz birer
çıkarım..
Uydurma ve yakıştırma..
Daha doğrusu, eskilerin tabiriyle buna kıyas ma’al-fârık demek
gerekir. Allahu
Teala, ‘râsih’ alimleri ‘müteşabih’ laflar edenler olarak değil, kendi
kelamındaki ‘müteşabih’i bile kurcalamayanlar olarak tanıtıyor.
Müteşabih ayetleri kurcalamak
bile bir insanın kalbinde eğrilik bulunduğunu gösteriyorsa, hiç de mecbur
değilken müteşabih diye nitelendirilebilecek laflar üreten bir insanın durumu
ne olur?..
Sonra, ariflerin kalplerini imtihan da ne demek?!.. Müteşabih
sözler sarfettiği söylenen bir kimse için de en iyi ihtimalle arif sıfatı kullanılabileceğine göre
(her halde onlara ‘Rab’ denemez), arifin arifi imtihanı da ne demek oluyor?!..
Aslında bu sözler, “Zırva tevil edilmez” türünden saçmalıklar..
Necdet Oral, Gümüşhaneli Tekkesi meşayihinden merhum Abdülaziz Bekkine Efendi’nin şöyle bir sözünü naklediyor:
“Şeyh imtihan etmez, imtihan eden ancak mel’undur. Şeyh imtihan etmez. ‘Şu adama
helâları süpürteyim de, bakayım içinden bir şey geçiyor mu?’ demez. Ya küfre
düşerse, bunun vebali ne olacak? İmtihan Allah’ındır. Şeyh bu işi yapmaz.”
(http://www.dervisan.com/silsile/azizefendi/index.htm)
*
Ancak, Taftazanî’nin İbn Arabî’yi tenkid ettiği ve hatalarını
ortaya koyduğu kitabında belirttiği gibi, keşifte de müteşabih hususlar
olabileceğini söyleyenler vardır.
Fakat, buradaki müteşabih
keşif, bizzat keşfi yapan için bir imtihandır. Başkası için değil.. Başkası için o keşif delil niteliği taşımaz, yok hükmündedir.
O müteşabih
keşfin, tıpkı müteşabih ayetlerin muhkem ayetlere irca edilmesi gibi, muhkem
hususlara irca edilmesi gerekir.
Salt o müteşabih keşfe takılıp kalmak, kalpte eğrilik anlamına
gelebilir veya buna yol açabilir.
Böylesi bir keşfi bir şeyhin
ortaya atıp bununla ariflerin kalplerini imtihan edebileceğini söylemek ise, sapıklık
değilse, en
iyi ihtimalle derin
bir cehalettir.
*
Öte yandan, yukarıda aktarılan sözlerin yanlış olmak bir yana,
tutarsız, mantıksız ve çelişkili olduğu da görülüyor.
İfade şöyle:
“Şayet ‘Müteşabih söz söylemek
doğru bir şey ise insanlardan niçin gizleniyor’, şeklinde bir soru sorulacak
olursa, aynı soru müteşabih âyet ve hadisler için de geçerli olmalıdır.”
Oysa, bahsedilen soruyu soran yok.
Çünkü böyle aptalca
bir soruyu soracak adam kolay çıkmaz.
Ayrıca müteşabih
ayet ve hadislerin insanlardan gizlenmesi diye birşey de yok ki (çünkü ayet ve hadis insanlardan gizlenemez), bundan
hareketle, “aynı soru müteşabih ayet ve hadisler için de geçerli olmalıdır”
diye birşey söylenebilsin.
(Ebu Hureyre r.a.’in açıklamadığını söylediği bazı bilgiler,
açıklamamış olduğu için, bu konuda delil olmaz. Açıklanmadığı için ne ile
ilgili olduğu bilinemez. Biliniyorsa, açıklanmış demektir).
Öyle olsaydı bile, insan sözünden hareketle ayet ve hadisler
için hüküm çıkarılamaz.
Bu, insanlar
için konulan hükümlerde ayet ve hadisleri delil kabul etmek değil, ayet ve
hadis için insan sözlerini delil ittihaz etmek olur.
Yukarıdaki sözleri yazabilen insanların hem usûl ilimlerinden, hem de akıl
ve mantık kurallarından habersiz oldukları anlaşılmaktadır.
*
Söz konusu makalede yer alan, “Naslarda ümmetin bu tür sözler
söylemesinin yasaklandığına dair bir emir gelmemiştir” şeklindeki ifade de,
yukarıda dikkat çekmiş olduğumuz gibi, kesinlikle yanlıştır.
Gelmediyse, “insanlara
akıllarına göre konuşma” emri ne oluyor?!
İkincisi, Hz. Peygamber s.a.s. ile ilgili olarak ayette, heva ve hevesinden
konuşmayacağı bilgisi verilmiştir. Peki
bir başkası için böyle bir garanti
var mıdır?!
Yani, bir başkasının heva ve hevesinden konuşmadığını nereden
bileceğiz?.
Üçüncüsü, ilgili
ayet, bırakın kafadan müteşabih uydurmayı, Kur’an’daki müteşabih ifadeleri bile Allahu
Teala’ya havale etmeyi emrediyor:
“Sana bu kitabı indiren O’dur.
Bunun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu âyetler, kitabın anası (aslı)
demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te’vil yapmak için onun müteşabih
olanlarının peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini Allah’dan başka kimse
bilmez. İlimde uzman olanlar, ‘Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’
derler. Üstün akıllılardan başkası da derin düşünmez.” (Al-i İmran, 3/7)
Bu ayet çerçevesinde düşünülürse, ümmetten herhangi birinin
çıkıp kafasından müteşabih uydurması, o kişinin kalbinde kaypaklık olduğunu ve
fitne çıkarmak istediğini gösterir.
Allahu Teala, Kur’an’daki müteşabihin tevilini bile kendisinden başkasını
bilmeyeceğini bildirirken, Çerkeşizade
denilen ahmak şahsa göre, herhangi bir alim, müteşabih sözler söyleyebiliyor.
Halbuki, müteşabih söz söyleyebilecek seviyede olmak, böylesi
sözleri anlamaktan daha
yüksek bir makamdır.
Mesela bir şiiri anlamak başka, yazabilmek başkadır. Herkes
anlayabilir ama, herkes yazamaz.
Çerkeşizade’nin, sırf İbn Arabî’yi savunacağım derken ayeti bile
görmezden gelmesi, Doç. Dr. Yücer’in de bunu matah birşeymiş gibi aktarması
anlaşılabilir birşey değildir.
Ayette, ilimde râsih olanların, “Biz buna inandık, hepsi
Rabbimiz katındandır” dedikleri belirtilmektedir.
Peki “ümmetten
birinin sözümona müteşabih lafı için” Çerkeşizade ve Hür Mahmut Yücer gibi
izleyicileri ne diyecektir: “Biz buna inandık, hepsi Rabbimizin katındandır” mı
diyecekler?..
İbn Arabî gibiler onların rabbi
midir?..
Böylesi “kerameti, veliliği ve
keşfi kendinden menkul” zampara şarlatanlara rab muamelesi yapmak zorunda
olduklarını mı düşünüyorlar?
*
Çerkeşizade’nin “Hatta
âlimler, nebiyy-i mürselinin ilmen vârisleri olduğu için bu bir izin anlamına
da gelmektedir” şeklindeki sözü de su
katılmadık bir zırva durumunda.
İlme varis olmak demek, o ilimden yararlanmak, ona sahip olmak
demektir; fakat müteşabih söz söyleyebilme şeklindeki bir yaklaşım ilme varis olmak değil,
peygamberliğe varis olmak anlamına
gelir.
Çerkeşizade devam ediyor:
“Nitekim bu sözler için İmam
Gazâlî; ‘Onlar Kur’an’da ve sünnetteki müteşâbihlere
benzemektedir’ demiştir.”
Benzemek, onların da Kur’an ve Sünnet’teki
müteşabihin hükmü altına gireceği anlamına gelmez..
Puta secde etmek Allahu
Teala’ya secde etmeye benziyor diye mazur görülemez.. Benzemek, tek başına meşruiyetin delili olamaz.
*
Nitekim İmam Gazalî tasavvuftaki seyr ü sülukla ilgili olarak
şöyle demektedir:
“…Daha sonra durum, şekil ve
misallerin müşahedesinden, sözle ifâde edilemeyecek derecelere yükselir.
Bunları anlatmağa teşebbüs eden, söylediklerinde muhakkak kaçınılması mümkün
olmayan açık bir hataya düşer.
Kısaca durum, içlerinden bir zümrenin, Allah’a hulûl etmelerini, bir zümrenin
Allah’la birleştiğini ve bir zümrenin de O’na kavuştuğunu tahayyül
edebilecekleri hale varır. Bunların hepsi yanlış
tutumlardır….”
(el-Gazzâlî, el-Munkızu
min ed-Dalal, çev. A. Suphi Furat, İstanbul:
Şamil Yayınları, s. 75.)
İmam Gazalî şunu da söylüyor:
“Bu sofîlerden Mansur Hallac gibi, duygularını kaybetmedikleri, cezbe ve vecit halinde bulunmadıkları vakit bu kabîlden sözler söylerlerse, bunlar bu sözlerinden sorumludurlar.”
(İhya, C. 2, İstanbul: Bedir Y., s. 559.)
İmam Gazalî’nin bu hükmünü, Bediüzzaman Said-i Nursî de bir kitabında
aynen tekrarlıyor. Yani Hallac gibilerin sözlerine,
müteşabihti filan diye bakılmaz..
Vecd halinde söyledikleri sözler de aslında kabul edilmez.
Çünkü, İmam Gazalî’den yaptığımız ilk alıntıda geçtiği
gibi, bunlar
aslında mutlaka
hata ederler.
Bu tür konularda aklı
başında olmayan insanların (cezbe) açıklamalarına itibar edilmez, fakat
onlar belki mazur görülebilirler, fakat akılları başlarında olmamak ve akılları başlarına gelince tevbe etmek kaydıyla..
Buna karşılık aklı
başında olan adamların, başkalarının ancak akılları başlarında değilken mazur görülebilecekleri şatah (saçma) sözlerini savunmaları anlamsızdır.
Aslında dinî açıdan bir cinayettir, sorumsuzluktur,
sapıklıktır.
Müteşabih konusuyla ilgili ayetin tefsirinde merhum Elmalılı
şöyle demektedir:
“…Hasılı müteşabihin
kısımlarından olan hafinin hükmü, araştırma; müşkilin hükmü, araştırmayla
beraber düşünme; mücmelin hükmü bunlardan açıklayıcı bir tefsiri bekleme ve
araştırma; asıl müteşabihin hükmü de duraklama ve Allah’a teslim olup
sığınmadır….
“İşte kitabın âyetleri böyle
muhkemat ve müteşabihat şeklinde iki kısma ayrılmıştır. Asıl uyulacak
ümmü’l-kitap da müteşabihat olanlar değil, muhkemattır. Amma kalblerinde eğrilik ve kaypaklık olanlar,
doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan ve sapıklıktan zevk alanlar,
muhkematı bırakırlar da kitabın müteşabih olan âyetlerinin peşine düşerler,
onları esas alırlar, dumanlı havalar ararlar. Çünkü fitne çıkarmak, hakkı
ve hakikatı karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek ve şaşırtmak suretiyle doğru yoldan çıkarmak ve belaya uğratmak
isterler, ve onu kendi gönüllerine ve keyflerine göre eğri büğrü te’vîl etmek arzusunu beslerler. Halbuki onun te’vilini,
yani meâlinin ve sonunun nereye varacağını Allah’dan başka kimse bilmez. Genel
anlamda müteşabihat içinde, özel anlamda müteşabih olan bir kısım vardır ki,
bunun meâlini, gerçek maksadına uygun
olarak ancak Allah bilir. Bundan dolayı bütün müteşabihatın te’vilini
Allah’tan başka kimse bilmez. Allah Teâlâ’ya yerde ve gökte, bütün zamanlarda
ve bütün mekanlarda gizli, meçhul bir şey bulunmadığı halde, O’ndan başkasına
böyle olmadığı gibi, bütünüyle hakikat olan ilâhî kitapta dahi hal böyledir.
“O’nun ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.” (Bakara, 2/255), “Allah bilir, siz
ise bilmezsiniz.” (Bakara,
2/232).
“…Beşer ilminin değerine ve
gerçeklik derecesine kesin gözüyle bakmak, mantık ve matematik ölçüsünde ona
zaruri bir şaşmazlık kazandırmak ve böyle bir özellik aramak çelişkidir. Bunun
için, ilâhî kitaplarda müteşabihat bulunmamalı idi şeklinde bir vehme kapılıp
kalmamalıdır.… Buna karşılık, muhkematı esas alan güçlü ve aydınlık bir isbat
yolu ve metodu üzerinde yürümeyip, doğrudan
müteşabihata sarılmak ve onun muhkem bir gerçeklik içerdiğini inkâr edip
şüpheyi esas tutmak ve katıksız meçhulleri yalnızca bunlarla halletmeye
kalkışıp işin sonucunun nereye varacağını Allah’dan başka kimsenin bilmediği
şüpheli, karışık, sağa mı sola mı, ileri mi geri mi, hayra mı şerre mi,
aydınlığa mı karanlığa mı, varlığa mı yokluğa mı, cennete mi cehenneme mi
götüreceği belli olmayan sisli ve dumanlı havada çıkmaz yollarda dolaşmak da haddini bilmemek ve ilâhî hidayeti
dinlememek, tehlikelere ve karanlıklara doğru koşmaktır ki, bunu
kalblerinde eğrilik ve kötü niyet, kaypaklık ve çarpıklık bulunanlar yaparlar.
Esbab-ı Nüzul’de zikredildiği üzere hıristiyanların İncil’deki (baba) mecazını, gerçek anlamıyla peder; Kur’ân’daki “O’nun Meryem’e ilka
eylediği bir kelimesi ve O’ndan bir ruhtur” (Nisa, 4/171) müteşabih âyetine,
Allah’dan doğmuş bir ruh mânâsı vererek ve Hak Teâlâ’nın doğma ve doğurma gibi
üreme şekillerinden münezzeh, hayy ve kayyûm, azîz ve hakîm hâlik ve barî-i
musavvir bulunduğu hakkındaki muhkemata
bakmayarak, Allah’a çocuk isnat etmeleri; yine bunun gibi, yahudiler gibi hurûf-i mukattaa denilen
başlıkları “ebced hesabı” ile te’vil ederek bunlardan Muhammed ümmetinin
ömrünü, kıyametin kopacağı zamanı çıkarmaya kalkışmaları da bu türden bir
olaydır. Bunlar ya heva ve heveslerinden başka bir şeyde hak ve hakikat
tanımazlar, ya da din deyince herhangi bir hakikatle ilgisi olmayan bir oyuncak
anlarlar. Din meselesinin kayıtsız
şartsız hakka uymak demek olduğunu bilmek istemezler. Bu konuda muhkem olan isbat yoluna yanaşmazlar ve
onlarla amel etmekten hoşlanmazlar da durmadan zihinleri şüphelere ve vehimlere
sürüklemek için yalnızca hayal ürünü
olan şeylerde, rumuz ve sembollerde, muamma ve müteşabihatta boş ve havaî
şeyler ararlar; müteşabihatı, şüpheye basamak yapmak için muhkemata üstün
tutarlar….”
*
Doç. Dr. Yücer’in şu sözü de, çelişkili:
“Diğer taraftan bir şeyhten
rivâyet edilen sözün ondan çıktığı kesinleşmedikçe kâfir olduğunu söylemek
doğru değildir. Çünkü bazı hasetçi ve mülhidlerin kendi sözlerini o şeyhe isnad
etme ihtimali vardır.”
Bu söz doğrudur. Fakat, kesinleştiği sabit olunca,
“Buna bizim aklımız ermez, müteşabihtir, vs.” filan denilecekse, bunu söylemek
gereksiz olur.
Şu örnek de, konuya uymuyor:
“Bir kelimenin bir lügat bir de
örfte kullanılan manası vardır. Mutasavvıflar da kendi aralarında kullandıkları
kelimeleri lügat manasıyla değil, özel
bir ıstlahta kullanmaktadırlar. Mesela kelime anlamı ‘duâ’ olan ‘salât’
lafzını, bir şahıs “cünüb olan adamın salâtı caiz ve sahihtir” şeklinde
kullansa, onun hangi anlamı kast ettiğine bakılmalıdır. Şayet bu cümleyi herkes
tarafından bilinen ‘namaz’ anlamında söylemişse bu adamın küfrüne hükmedilir.
Ancak salâtı sözlükteki ‘duâ’ anlamında kullanmışsa sözü doğrudur, bundan
dolayı da katiyen tekfir edilemez.”
Bu konuda zaten bir tartışma yok.. Bunun İbn Arabî gibilerin
sözleriyle bir ilgisi bulunmuyor.
Şu da, konuyla
ilgisiz bir savunma biçimi:
“Müellifimiz Türkçe risâlenin
sonuna muarızların Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye de iftira ettiklerini söyleyerek
eserinden iktibasta bulunmaktadır.”
Çerkeşizâde’nin, ondan iktibasta bulunacağına İbn Arabî’den
bulunması gerekirdi.
Ayrıca bu
tarz bir savunma, ilmen geçersizdir. Çünkü
Mevlana’ya iftira edilmiş olması, başkası hakkındaki iddiaların da iftira
olması gerektiğini ispatlamaz.
Bu savunma biçimi, Çerkeşizâde’nin aslında ilmen çok yetersiz olduğunu gösteriyor. Mesela gerçek peygamberlere
itiraz edilmiş olmasından hareketle, Müseyleme gibilere itiraz edilmesi için,
“Zaten peygamberlere itiraz edilir, demek ki buna da haksız yere itiraz
ediliyor” türü mantık yürütülmez.
Müseyleme’yi kendi başına değerlendirmek gerekir. İbn Arabî için de bu
böyledir; Mevlana’yı işin içine karıştırmak, neyin delil olup olmayacağını
yeterince bilmeme ve mantıklı düşünememe alâmetidir.
*
Doç. Dr. Yücer’in şu sözü de doğru değil:
“Kaldı ki mutasavvıflar
derece ve mertebelerine göre sapık mezhep mensuplarının sözlerine benzer sözler
söyleyebilirler.”
Galiba en
alt mertebedekiler sahabe ve
müçtehit imamlar olduğu için onların böyle sapıklarınkine benzer sözleri yok.
Sanki hadîste belirtilen fırka-i naciye (kurtulan grup), Hz.
Peygamber s.a.s.’in ve ashabının yolundan gidenler değil de, sapıkça laflar
edenler..
Nasıl oluyorsa, “kıymeti kendinden menkul” bu derecelerin
icabına en uygun konuşanlar sapıklar oluyor, hak mezhepler hep kenarda kalıyor..
Bu, kendi
amelini, yine kendi amelinin doğruluğu için delil göstermektir.
“Mutasavvıfların böyle
konuşması normaldir, çünkü mutasavvıflar böyle konuşabilir” demek, hiçbir şey
dememektir.
Daha doğrusu, mantıklı düşünme melekesinden
yoksunluk ve İslâmî ilimlerin “usûl”ünü bilmemektir. Sapıklığa yelken açmış katmerli
cehalettir.
*
Çerkeşizade’nin
akıl hocasının Suyûtî olduğunu söylemiştik.. Onun argümanlarını tekrarlamış
durumda.. Tek katkısı, yeni hatalar eklemiş olması.
Prof.
Ferzende İdiz, Suyûtî'nin konuyla ilgili sözlerini “İmâm Suyûtî'nin İbn Arabî'ye Dair Bir Risalesi: Tenbihü'l-ğabî bi tebrieti İbn Arabî” başlıklı makalesinde
aktarmış bulunuyor (Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt 14, sayı 1,
2012).
Risaledeki ifadelere
geçmeden önce şunu söylememiz gerekiyor: Suyûtî gibi alimlerin
isimlerinin başındaki “imam” gibi kelimeler bizi aldatmamalıdır. Önemli olan
söylenen sözlerin kendisidir, sözün sahibinin şöhreti değil.
Dikkat edilmesi gereken ikinci bir husus şu: İslam
tarihindeki sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn diye adlandırılan ilk üç nesil
önemlidir. Daha sonraki kuşakların ise birbirlerinden bir üstünlüğü yoktur.
Yani tarihî bir figür olmak önem taşımıyor.
Üçüncü bir önemli nokta da şu: Bir alimin çok fazla
eser vermiş olması, onun değerinin bir ölçüsü değildir.. Ashabın alimleri kitap
kaleme almış değillerdi.. Ayrıca, çok kitap yazmış olarak bilinenlerin birçoğunun
kitaplarının büyük kısmı aslında (makale boyutunda) küçük risalelerden
ibarettir.
Evet, tarihte yaşamış müellifleri eserlerinin azlığı
ve çokluğuna göre değerlendirmemek gerekir.. Mesela günümüzde bazı
cübbeli-cübbesiz tiplerin şurdan burdan kesip yapıştırarak bir sürü ıvır zıvır
kitap kaleme aldıklarını, bazılarının da sırf edebiyat paralayarak boş
lafazanlık yaptıklarını görüyoruz. Mesela idraki kıt (fıkıh/anlayış özürlü) Prof.
Mehmet Okuyan’ın 30 ciltlik tefsir yazmış olması bir değer taşımıyor..
*
TDV İslâm Ansiklopedisi’ndeki şu
ifadeler dikkate alındığında, Suyûtî’nin ifadelerine ihtiyatlı yaklaşmak
gerektiği anlaşılır:
“Süyûtî’nin çağdaşlarıyla
girdiği tartışmalar meşhurdur. Öğrencilik döneminden başlayıp 906’da (1500)
inzivaya çekilmesine kadar devam eden bu tartışmalara genellikle bir eleştiriye
cevap vermesi, bir görüş veya fetvayı reddetmesi dolayısıyla girmiştir. Çeşitli
ilimlere dair meseleler veya intihal suçlamaları yüzünden cereyan eden bu
tartışmaların asıl sebebi Süyûtî’nin çağdaşlarını ilmî açıdan hafife alması
(Sehâvî, IV, 69) ve onları cehaletle suçlamasıdır. Kendini IX. (XVI.) yüzyılda fıkıh, hadis ve dil ilimlerinde mutlak
müctehid seviyesine ulaşan tek kişi ve müceddid olarak kabul eden Süyûtî herkesin ilimde kendisine ihtiyaç duyduğunu
belirtmiş (el-Ḥâvî, II, 248; Ṭarzü’l-ʿimâme, II, 687, 696, 782; ed-Deverânü’l-felekî, I, 409, 419; el-Küllâciyye, II, 958-960, 969), başkalarının
hatalarını eleştirmekten geri durmamıştır. Bir
müctehidin mantık ve kelâm bilmesinin şart olmadığını (Taḳrîrü’l-istinâd,
s. 49-50), bütün âlimlerin hata ettiği
sırada [kendisinin] tek başına doğru görüşü bulabileceğini iddia etmiş (er-Red, s. 169), bu tür iddiaları yüzünden başına gelenleri
Hz. Peygamber’in peygamberliğini ilân ettiği zaman çektiği sıkıntılara
benzetmiştir (Ṭarzü’l-ʿimâme, II, 691). Fıkıhta
mutlak müctehid sayıldığını söylemesine rağmen mutlak müctehidin müstakil
müctehidle aynı mânaya gelmediğine dikkat çekerek fıkhî konularda Şâfiî
mezhebine mensup bulunmakla birlikte Şâfiî’nin mukallidi değil ictihadında onun
yöntemini benimseyen mutlak bir müctehid olduğunu söylemiştir.”
Suyutî’nin sergilediği özgüvenin ve kendisiyle
ilgili hüsnüzannının cahillere ve idraki kıt insanlara özgü bir psikolojik
arıza olduğu açık.
Ancak, insan topluluklarının iddialı insanlara
inanmaya eğilimli oldukları da bir gerçektir.. (O yüzden “demokratik” siyasette
dürüst insanlar başarılı olamazlar.. Kendisinden emin bir şekilde yalan
söyleyip palavralar savuran insanların karşısında dürüst insanların şansı
sıfırdır.)
*
Prof. İdiz makalesini şöyle özetlemiş:
“Bu çalışma, daha çok zâhir ilimler alanında tanınmış, altı
yüz hatta bazı rivâyetlere göre bin iki yüz kadar eser yazmış olan önemli
âlimlerden İmâm Suyûtî'nin İbn Arabî'yi adeta savunusu mahiyetinde olan Tenbihü'l-ğabî
bi tebrieti İbn Arabî adlı eserinin tercümesidir.
“İlk andan itibaren olumlu ve olumsuz bir çok eleştiriye
maruz kalmış olan İbn Arabî, günümüzde olduğu gibi, İmâm Suyûtî döneminde de
tartışılmıştır. İbn Arabî hakkında olumlu görüş sahibi olan İmâm Suyûtî, İbn
Arabî'yi savunan bu risâleyi yazmıştır.
“Kısaca bu risâlede İmâm Suyûtî İbn Arabî'nin bir velî
olduğunu savunmakta ve onu eleştirenlere karşı çıkmaktadır.” (s. 329.)
Risalenin özeti ise şöyle yapılmış:
“… İmâm Suyûtî'nin şu sözlerinden anlamak mümkündür: “İbn Arabî hakkında insanlar, geçmişte
olduğu gibi günümüzde de ihtilafa düşmüşlerdir. Bir grup onun velî bir kul olduğunu
söylemiştir ki bunlar (bu düşüncelerinde) isâbet etmişlerdir.” Böylece İmâm
Suyûtî, İbn Arabî hakkındaki olumlu düşüncesini de ortaya koymaktadır.
“Ona göre geriye iki grup kalmıştır: “Bir grup onun dalâletine inanmıştır ki bunlara büyük bir fâkih grubu da dahildir. Bir başka grup da hakkında (ne
lehinde ne de aleyhinde) görüş belirtmeyip, susmuştur. …”
“İmâm Suyûtî eserin devamında ise, İbn Arabî'yi öven
âlimlerden bazılarını saymaktadır. Eser İbn Arabi'nin kısaca hayatı hakkında
bilgi vererek son bulmaktadır.” (s. 332-3)
*
Risaledeki
ifadelere baktığımızda, “müfessirin Mantık
ve Kelam bilmesini gerekli görmeyen” Suyutî’nin mantıklı düşünmeyi
beceremediğini farkediyoruz. (Bu haliyle nasıl müçtehit oluyorsa?! Müfessir
için Mantık ve Kelam bilmek belki gerekli olmayabilir, fakat mantıklı
düşünebilme melekesi gereklidir.)
Şunu
diyor: “Bir grup, onun velî olduğuna inanmıştır ki bunda isâbet etmişlerdir.” (s. 335.)
“Dakika
bir, gol bir” kabilinden bir gaf..
Bir
defa, hakkında vahiy bulunmadıkça hiç kimsenin veliliğinden kesin emin
olunamaz. “Salahıyla tanınmıştı, fazıl bir kişiydi, abiddi, alimdi vs.”
denilebilir, fakat velayet meselesi
insanın bilebileceği birşey değildir. “Falanın velî olduğu kanaatini taşıyorum,
fakat gaybı Allah bilir” demek gerekir.. Halk arasındaki konuşmalarda bu kadar
ince nüanslara dikkat edilmemesi hoşgörülebilir, fakat ilmî bir çalışmada bu
husus önem taşır.
Kitaplarına
bakıldığında verilecek hüküm şudur: İbn Arabî’nin kitaplarındaki ifadelere
bakıldığında, veliliğini geçtik, imanı
bile şüpheli hale gelmektedir.
Kanaatler,
deliller üzerine bina edilmelidir..
Kişilerin kanaatleri ve iddiaları değil, kanaatlerini dayandırdıkları deliller
önem taşır.. İbn Arabî hakkında olumlu konuşanların delil olarak ortaya
getirebildikleri birşey yok.. Salt hüsnüzanna
dayanıyorlar ki aksi yönde kesin
deliller bulunduğunda zanna
itibar edilemez..
Adamın
kesin delil niteliği taşıyan batıl sözleri ortada.
*
“Bir
grup, onun velî olduğuna inanmıştır ki bunda isâbet etmişlerdir” diyen Suyutî,
daha sonra, bu kanaatinin delilden yoksun bir “üfürme” olduğunu ortaya koyuyor:
“İbn Arabî hakkındaki son sözüm şudur: Onun yoluna, gerek onu tasdîk edip velâyetine inanan; gerek
aleyhinde olup kitaplarına bakmayı haram
sayan dönemin iki fırkası da rıza göstermemiştir. Nitekim kendisinden şu
söz nakledilmiştir: “Biz, kitaplarına
bakılması (okunması) yasaklanmış bir topluluğuz.” Bunun da sebebi şudur:
Sûfîler, bir takım lafızlar üzerinde anlaşmış ve bununla bilinen asıl (zâhirî) manaları dışında başka
manalar murâd etmişlerdir. Dolayısıyla her kim ki bu lafızları, zâhir ulemâ
tarafından bilinen manalarına hamledip öyle anlarsa, ya inkâr ya da tekfir
eder.” (s. 336)
Böylece,
İbn Arabî’nin laflarının tekfiri hak
ettiğini itiraf etmiş bulunuyor.. Allah söyletmiş.
Lafa
bak, hem adamın velayetine (veliliğine) inanıyorsun, hem de yoluna ve
yazdıklarına rıza göstermiyorsun.. Yoluna razı değilsen, o yolu sapıklık olarak görüyorsun demektir.
Yol
eğri, fakat yolda yürüyen doğru yolda kabul ediliyor.. Burası, mantıklı
düşünmeyi beceremeyen kişinin kanaatlerinin iflas ettiği yerdir.
İbn
Arabî şarlatanının “Biz, kitaplarına
bakılması (okunması) yasaklanmış bir topluluğuz” şeklindeki zırvasına
gelelim.. Demek ki, sen kendin de,
okunması haram olan şeyler
yazdığının farkındasın.. Bu durumda senin onları yazman da haram olur..
Eğer
diyorsan ki “Birtakım manevî haller yaşadıkları için onları doğru anlayan
insanlar var”, o takdirde yine yazmaman gerekir, çünkü senin yazdıkların onlara
fazladan birşey kazandırmaz.
Arife
tarif gerekmez, görünen köy de kılavuz istemez.
*
Suyutî’nin
bu söze kulp takmak için üfürdüğü “Bunun
da sebebi şudur: Sûfîler, bir takım lafızlar üzerinde anlaşmış ve bununla
bilinen asıl (zâhirî) manaları dışında
başka manalar murâd etmişlerdir” şeklindeki lafına gelince..
Bu,
sufîliği tümden savunulamaz bir şey haline getirir.. Özrün kabahatten büyük
olması durumudur..
Çünkü bu,
sufîliğin “anlam” düzeyinde sonradan ihdas ve icat edilmiş bir itikadî bid’at, saf ve pür sapıklık olduğunu ileri sürmek demektir.. O “manalar”
ashab devrinde yok muydu, sizinle mi ortaya çıktı?!.. Siz ashabdan ve tabiînden
daha mı fazla “mana” ve “maneviyat” ehlisiniz?!
Böylesi
bir tasavvuf anlayışı, özü itibariyle masonluk
gibi bir sapıklık anlamına gelir.. Onlar da kendilerine göre bir jargon, şifreler ve işaretler
oluşturmuşlar; başka insanlara göre kendilerini ayrıcalıklı ve seçilmiş, “aydınlanmış”
insanlar kabul ediyorlar.
Böylesi
bir tasavvuf anlayışını benimsemek, yahudileşmekten başka bir şey değildir.
Allahu Teala şöyle buyuruyor:
“Sonra o sağlam sözlerini bozmaları sebebiyle onlara lâ'net
ettik ve kalblerini kaskatı yaptık. Onlar kelimeleri (anlam bakımından)
konuldukları yerlerinden (çekip alıp, anlam bakımından) tahrif ederler, kendisiyle
nasîhat edildikleri (kitapları)ndan bir nasîb (almay)ı da unuttular. İçlerinden
pek azı müstesnâ, onlardan dâimâ bir hâinliğe muttali' olursun; yine de (sen)
onları affet ve aldırma! Muhakkak ki Allah, iyilik edenleri sever.” (Maide,
5/13)
Evet,
Allahu Teala, Yahudiler için “Onlar kelimeleri
(anlam bakımından) konuldukları yerlerinden (çekip alıp, anlam bakımından)
tahrif ederler (Yuharrifûne’l-kelime ‘an mevâdi’ihî)” buyuruyor.
Balon
müçtehit Suyutî de, “okunması haram olan” zırvaları savunmak için İbn Arabî
şarlatanına “Yuharrifûne’l-kelime
‘an mevâdi’ihî” fazilet ve
meziyeti atfediyor.
*
Suyutî,
sözlerini şöyle sürdürüyor:
“İmâm Gazâlî bazı
kitaplarında böyle belirtmiş ve “Bu
durum, Kur’an ve sünnetteki
müteşâbihata benzer” demiştir. Kim bu lafızları zâhirî manalarına yorarsa küfre girer. Zira onların bilinenin
dışında başka bir takım manaları vardır. Çünkü, ‘vech’, ‘yed’, ‘ayn’ ve
‘istivâ’ âyetlerini bilinen (lugat/zâhir)
manalarına yoran kimse, kesinlikle küfre
düşer.” (A.y.)
Böylece,
Çerkeşizade’nin akıl hocasının Suyutî olduğu ortaya çıkmış oluyor. (Başka biri
de olabilir tabiî.. Suyutî’nin de akıl hocası olan veya Suyutî’den akıl almış
bir başka akıldane..)
Suyutî,
bu sözleriyle denklemi iyice karıştırmış durumda.. Ayrıca, kendisi hakkındaki
hüsnüzannının aksine, müçtehit
olmayı sağlayacak bir fehm ve idrakin kendisinde bulunmadığını da belgelemiş
oluyor.
Çünkü
burada “kıyas ma’al-fârık” durumu var.. Arada benzerlik yok.
Çünkü,
Kur’an ve sünnetteki
müteşâbih ifadeleri, kelimelerin zâhirî
manaları çerçevesinde anlamak (ve böylece onları tevil etmek), ayetle yasaklanmış, ve böyle yapanların kalplerinde
eğrilik (zeyğ) bulunduğu bildirilmiştir. Ayrıca o ayetlerin tevilini (anlamını) “Allah’tan başkasının bilemeyeceği” de haber verilmiştir (Al-i İmran, 3/7).
Bunu
yapan, Allahu Teala’ya isyan etmiş olur.
Peki,
sufî geçinen herzevekillerin laflarına “ayet” ve “hadîs” muamelesi yapılması
emredilmiş midir?
Hayır!
Bu, caiz
olur mu?
Hayır!
Bu
durumda, onların laflarının zahirine itibar edenleri (onda kendilerinin anlamadığı "hak" olan bir batınî mana bulunduğunu kabul etmek zorunda olmadıklarını, bunun sapıklığı meşrulaştırma amaçlı bir alavere dalavere, şeytanî bir hile olabileceğini kabul edenleri) suçlayanlar, birincisi, sufî diye bildikleri
kişileri bir bakıma “rab” konumuna
yükseltmiş olurlar (Yahudi ve Hristiyanlar’ın haham ve rahiplerini “rab” haline
getirdiklerini bildiren Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini hatırlayalım).
İkincisi, onların lafları hakkında
farkında olmadan “ayet” uydurmakla (Allahu Teala adına konuşma hadsizliği yapmakla) suçlanmayı hak edecek bir tavır sergilemiş
olurlar.
Fakat
sorun bunlardan ibaret değil..
Şeriat’te
esas olan, “zahir”e itibar
edilmesidir.. Mesela, bir münafığın zahirî iman beyanını reddedebilme durumunda
değiliz.. Bu şekilde iman izhar eden bir münafığa müslüman muamelesi yaptığımız
için sorumlu da olmayız.. Öte yandan, sözleri küfür olan bir kimseyi “Bu
evliyadandır” filan diyerek savunmamız, kendi kafamızdan evliyalık makamı
dağıtmamız da caiz değildir.
Dolayısıyla,
zahiren küfür olan sözleri kullananlara (gerekli uyarılar yapıldıktan sonra
ısrar etmeleri durumunda) kâfir muamelesi yapanlar sorumlu olmazlar, fakat
onlardan sadır olan küfür sözleri savunanlar sorumlu olurlar.
*
Suyutî’nin
sözlerinin devamı, onun müçtehitlik iddiasını palavra olarak gören çağdaşı
alimlerin haklı olduğunu ortaya koyuyor:
“İbn Arabî’yi tekfire
çalışan kimse, kötü bir imtihandan da korkmadı. Bu kimseye İbn Arabî’nin kâfir
olduğu sence (kesin delîller ile) sâbit midir? diye sorulduğunda, şayet “Kitapları
küfrüne delâlet etmektedir” cevabını verirse; ona, İbn Arabî'nin bu
lafızları bizzat (senin anladığın) şekilde ve zâhirî manalarıyla kullandığına
dâir sana ulaşan nakillerin makbul bir tarîkle (yolla) geldiği kesin midir?
diye sorarız.
“Birincisine, dayanacağı senedi olmadığından verecek cevabı
da olmaz.
“Kitabın kendisine ait olduğunun ispatı durumunda da,
kendisine ait olmayan bu kelimelerin bir düşman veya mülhîd (dinsiz) tarafından
kitaplarına sokulmuş olabileceği ihtimaline karşılık, her kelimenin ayrı ayrı
(ona ait olduğuna dâir) tespiti gerekir.
“… İkincisi, İbn Arabî'nin, bu lafızlarla (kesinlikle) şu
(zâhirî) manayı kastettiği söylenemez. Böyle bir iddiada bulunan küfre girmiş
olur. Çünkü bu manalar, Allah’tan başka
kimsenin muttali olamadığı kalbî husûslardır.” (s. 337)
Adam
ciltlerce kitap yazmış, fakat aptal.
Bir
defa, İbn Arabî’nin sözlerindeki manaları “Allah’tan
başka kimsenin muttali olamadığı” kalbî hususlardan kabul ediyorsan, o
sözlerin saf ve som küfür de olabileceğini, adamın kalbinin küfürle dolu olup
olmadığını da Allah’tan başkasının bilemeyeceğini, dolayısıyla o sözleri
söyleyen kişinin kâfir de olabileceğini ve senin buna muttali olamayacağını
kabul ediyorsun demektir.
Görülüyor
ki, deve yükü kitap yazmış, fakat kafası çalışmıyor.
Onun sözlerindeki
manalara Allah’tan başkası muttali
olamıyor da sen bunlardan nasıl velayet anlamı
çıkarıyorsun, ahmak?! Nasıl muttali oluyorsun; haşa, sen “rab” misin?!
Haddini
bilmeden aptalca, adamın velî olduğunu söylüyorsun.. Yani Allahu Teala’nın onu
velî yaptığını ileri sürüyorsun.. Yani Allahu Teala’nın tabiri caizse haline
muttalisin, vakıfsın.. O'nun adına konuşuyor, hüküm veriyorsun.
Çok
kitap yazmışmış.. İdrak ve fehm yoksa istersen milyonlarca kitap yaz..
Gevezelik parayla değil ya..
Kıyamet günü Hz. İsa aleyhisselam Allahu Teala’ya şöyle yakaracak:
“Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben (ise) senin nefsinde olanı bilmem (Ta'lemu ma fi nefsi ve la a'lemu ma fi nefsike).” (Maide, 5/116)
İbn Arabî şarlatanının aptal avukatı balon müçtehit Suyutî ise “Allahu
Teala’nın nefsinde olanı” biliyor.. Hz. İsa gibi “marifet ve irfan” yoksunu bir
cahil değil.
*
Balon müçtehit bu sözleriyle “usul”ü temelden reddetmekte
olduğunun farkında değil.
Bir defa, delillendirme konusundaki akıl yürütüş biçimi kabul
edildiğinde, Kur’an ve Sünnet
inkârcılarına itiraz etmek imkânsız hale gelir.
“İbn Arabî'nin bu lafızları bizzat (senin
anladığın) şekilde ve zâhirî manalarıyla kullandığına dâir sana ulaşan
nakillerin makbul bir tarîkle (yolla) geldiği kesin midir?” şeklindeki
lafı, tarihselci modernistlerin
arayıp da bulamayacağı bir zırva durumunda.
Tarihselci modernistler bile bu kadar
aptalca cümle kurmuyorlar.. Bu lafıyla ortada “din” diye bir şey bırakmamanın önünü açtığının farkında değil.
Balon
“müçtehit” bu zırvasının üstüne bir de tüy dikmiş:
“Kitabın kendisine ait olduğunun ispatı durumunda da,
kendisine ait olmayan bu kelimelerin bir düşman veya mülhîd (dinsiz) tarafından
kitaplarına sokulmuş olabileceği ihtimaline karşılık, her kelimenin ayrı ayrı
(ona ait olduğuna dâir) tespiti gerekir. “
Aynı
şeyin ayet ve hadîsler için de ileri sürülebileceğini aklına getirmiyor.. Lafa
bak, her kelimenin ayrı ayrı tespiti gerekirmiş..
Balonun
bir başka çelişkisi de şu: İbn Arabî’nin tekfiri konusunda böyle aşılması
imkânsız engeller getirirken, onu eleştirenleri ceffelkalem tekfir ediyor:
“… İkincisi, İbn Arabî'nin, bu lafızlarla (kesinlikle) şu
(zâhirî) manayı kastettiği söylenemez. Böyle bir iddiada bulunan küfre girmiş olur.”
Eğer
böyle her lafta “kastın belirsizliği” hurafesine sarılırsan, başkalarının yaptığı
küfür suçlaması da bir muammaya dönüşür.. Belki de lügat/sözlük anlamını
(örtme, örtüş) ya da başka bir anlamı kastetmişlerdir.
İbn
Arabî’ye gelince “ihtimaller” devreye giriyor, muhaliflerinin payına düşen ise
“kesinlik” ve küfür.. Tekfiri başlarına boca ediyor. “Böyle bir iddiada bulunan
küfre girmiş olur”muş.. Vay köftehor müçtehit taslağı vay!
Bu
noktada şunu da belirtmek gerekiyor: Söz konusu kitapların ve onlardaki
ifadelerin İbn Arabî’ye ait olduğu kesindir.. Çünkü, sonradan ekleme söz konusu
olsaydı, eklentisiz orijinal metinlerin de elde olması gerekirdi.. Fakat
yoklar..
İkincisi,
İbn Arabî’nin bizzat kendisinin yazdığı nüsha mevcut.
*
Suyutî’nin
sözlerinin devamı başka telden çalıyor:
“İbn Arabî’nin kitaplarına bakmak veya onları başkalarına
okutmak için gayret sarfeden kimsenin durumuna gelince. Bu kitapları okumak, ne kendisine ne de başkasına bir fayda vermez,
bilakis kendisine de tüm müslümânlara da zarar
vermiş olur. Özellikle de okuyan kişi şer’î
ve zâhir ilimlerden yoksun (bu ilimlere vakıf olmayan) bir kimse ise. Zira
böyle biri, dalâlete düştüğü gibi,
başkalarını da dalâlete sürükler. Yok eğer bu kitapları kendisine okuttuğu
kimse, anlayan biri ise, bu durumda da (şöyle deriz): Bu kavmin (sûfîlerin)
tarîkatlarında, müridlere tasavvuf kitaplarını
okutma geleneği zaten yoktur. (Çünkü) bu ilim (tasavvuf), kitaplardan
öğrenilmez (yaşanır ancak).”
Yaptığı
uyarı yerinde.. Fakat tutarlılıktan yoksun.
Bu
kitaplarda zarardan başka birşey
bulunmadığını, dalalete düşürücü
olduğunu kabul ediyorsun, fakat kitabın yazarının zararlı ve dalalete düşüren bir herzevekil olduğunun söylenmesine
razı değilsin.
Bu
kitapların zararlı ve dalaletle dolu olduğunu, yazan kişi niye anlamamış?!
Asıl
gayesinin suret-i haktan gelerek batılı
hakka karıştırmak, İslam’a zarar vermek ve Müslümanları dalalete düşürmek
olmadığını nerden biliyorsun?!
Sonra, sufîlerin
yolunda (tarikatında) kitap okutma geleneği yoksa, bu herzevekil, sufîlerin
yoluna aykırı hareket ediyor demektir.. Bu durumda ona sufî dememen gerekir. Gulat-ı sufiyyedendir.