KİMSE MAHREM OLMADI HİÇ RÂZINA (YÜREK SIRRINA)

 


Ey garib bülbül diyârın kândedir
Bir haber ver gülizârın kândedir

Sen bu ilde kimseye yâr olmadın
Var senin elbette yârin kândedir

Arttı günden güne feryâdın senin
Âh u efgân oldu mutâdın senin

Aşk içinde kimdir üstâdın senin
Bu senin sabr u karârın kândedir

Bir enîsin yok, aceb hasrettesin
Rahatı terk eyledin mihnettesin

Gece gündüz bilmeyüp hayrettesin
Yâ senin leyl ü nehârın kândedir

Ne göründü güle karşı gözüne
Ne büründü baktığınca özüne

Kimse mahrem olmadı hiç râzına
Bilmediler şeh‐süvârın kândedir

Gökte uçarken seni indirdiler
Çâr anasır bendlerine urdular

Nûr iken adın Niyâzî dediler
Şol ezelki itibârın kândedir


AK PARTİ: BU GİDİŞ NEREYE?

 





“Artık ne mavilik, ne pembe bahar,
“Ne mehtap, ne sâhil, ne sandal, hep kar,
“Söyleyin benimle uçan ey kuşlar,
“O yazlık dünyadan bu kış nereye?!.”

Bu mısralar, İstanbul eski müftülerinden Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Hoca’nın vefatında cebinden çıkan “Nereye?” başlıklı şiirinde yer alıyor. (Ali Rıza Demircan Hoca’dan duymuştum, Güzelyazıcı, Gümüşhanevî Tekkesi şeyhlerinden [Mehmed Zahid Kotku rh. a.’in selefi] Serezli Hasib Yardımcı rh. a.’in icazetli halifesiymiş.)

AK Parti’nin de kendisine “O yazlık dünyadan bu kış nereye?!.” diye sorması gerekiyor.

Bu dünyada herşeyin (iktidar, koltuklar, gençlik, güç kuvvet, ömür, hayat) fani olduğunu anlamalılar:

“Kim âhiret ekinini (kazancını) isterse, ona o ekininde (kazancında) ziyâdelik veririz (artırırız). Kim de (sâdece) dünya ekinini (kazancını) isterse, ona (da) ondan veririz; ama onun âhirette, hiçbir nasîbi olmaz.

“Yoksa onlar için, Allah'ın onun için izin vermediği şeyleri kendilerine dinden şeriat (hukuk sistemi, anayasal düzen) kılan (şera’û lehum min ed-dîni) (Allah’a denk tuttukları) ortaklar mı var? (Haklarında âhirette hüküm verileceğine dâir önceden söylenmiş) ayırma sözü olmasaydı, aralarında elbette hüküm verilmiş (işleri çoktan bitirilmiş) olurdu. İşte o zâlimler yok mu, onlar için, kesinlikle pek elemli bir azap vardır.

“Sen zalimlerin yaptıkları şeyler tepelerine inerken bu yüzden korku ile titrediklerini göreceksin. İman edip salih ameller yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Onlar için Rableri katında diledikleri herşey vardır. İşte bu, büyük lütuftur."

(Şûrâ, 42-20-22)

*

Yeni Şafak gazetesinin ilahiyatçı (fıkıhçı) yazarı Prof. Hayrettin Karaman dünkü (7 Nisan 2024 tarihli) yazısında (CHP’lilere “çakmak” için olsa gerek) ihlas konusunu ele almış..

Yazısının başlığı “Gösteriş ve istismar”.

Önce şunu söylüyor:

Fıkıh kitaplarının ‘helal-haram’ bölümünde şöyle bir ölçü vardır:

“Bir dükkan sahibinin, elinde tesbih ve dilinde açık zikir (Allah, Lâ ilahe illallah, elhamdlillah, hû…) âdeti olsa, bunu bir kimseye göstermek ve duyurmak için değil, samimi ve âdet edindiği için yapar olsa, dükkâna müşteri geldiğinde bunları gizlemesi gerekir, gizlemezse kazancı mekruh olur. Eğer bunları, müşteriye dindar gözükmek ve onu ticaretine çekmek için yaparsa kazancı haram olur.”

Fıkıh kitapları demiş de, hangi fıkıh kitapları?..

Yazıda kaynak yok.

Bu ölçü hangi fıkıh kitabında var?

Şahsen bir fıkıh kitabında bu satırların yer alabileceğini zannetmiyorum.

Çünkü bunlar cahilce laflar.

*

Karaman sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Şu halde din istismarı haramdır.

“Bu fiilin ihlas ile de yakından ilişkisi vardır; yapılan sırf (başka hiçbir amaç, emel, menfaat… olmaksızın) Allah için olmazsa, ibadete başka bir muhatab veya menfaat karışırsa ihlas ortadan kalkar, gizli şirk gerçekleşir.

“Bu sebepledir ki, farz ibadetlerin teşvik için açıkta, nafilelerin kimse görmeden yapılması uygun bulunmuştur.”

İmdi, bu riya (gizli şirk) mevzuu çok ince meseledir.

İmam Gazalî İhya’da, bir insanın normalde aksatmadan yaptığı bir nafile ibadeti, başkaları görüyor diye terk etmesinin de riya olduğunu söyler.

İnsan, ibadetlerini başkalarının görmesine de, görmemesine de aldırış etmemelidir, gönlü bunlara takılmamalıdır. Esas olan budur. (Ancak bu hale ulaşmak zor, çok zor.)

*

Nafilelerin kimse görmeden yapılması meselesine gelince..

Nafilelerin görünür olması haram da değildir, mekruh da.. Gizli olması daha fazla sevaptır.

Mekruh olmakla daha az sevaplı olmak ayrı şeylerdir.

Mesela, farz namazların camide kılınması 25 (veya 27) kat daha sevaplıdır.

Buna karşılık, nafilelerin (mesela öğle namazının ilk ve son sünnetinin) evde (veya başka bir özel mekânda) kılınması 25 kat sevaplıdır.

Bu, nafileyi (sünneti) camide milletin gözü önünde kılanın hiç sevap almaması ya da mekruh iş işlemesi anlamına gelmiyor. Dört rekatlık sünneti evinde kılsaydı, camideki 100 rekatın sevabını alacaktı.. Hepsi bu..

“Eğer sadakaları açıkça verirseniz, işte o ne iyi! Eğer onları gizler de onları fakirlere (öyle) verirseniz, artık bu sizin için daha hayırlıdır. Böylece (Allah,) kötülüklerinizden bir kısmını sizden örter (bazı günahlarınıza keffâret kılar). Allah, yapmakta olduklarınızdan hakkıyla haberdâr olandır.” (Bakara, 2/271)

+

Karaman’ın verdiği dükkan sahibi örneğine gelince..

Müşteri gelince elinden tesbihi bırakması şart değildir. Hangi fıkıh kitabında “Bir satıcının müşterinin yanında Allah’ı anması mekruhtur” diye hüküm vardır?

Ve bunun delili nedir?

Kaldı ki, böylesi bir amel her zaman dünyevî kazanç sağlama vesilesi olmaz.

Öyle yerler, öyle mekânlar, öyle muhitler, öyle çarşılar, öyle pazarlar vardır ki, orada sizin dindar (ya da müslüman) bilinmeniz müşteri kaybetmenize yol açar.

“Eğer bunları, müşteriye dindar gözükmek ve onu ticaretine çekmek için yaparsa kazancı haram olur” şeklindeki fetva da doğru değildir..

Kazancının bereketi olmaz..

Ayrıca, riyası onun Allahu Teala’dan uzaklaşmasına yol açar.

*

Abdullah ibni Mübarek rh. a.’in (Ki gerçekten pek büyük bir alim, pek değerli bir şahsiyettir) "Biz ilmi dünya için öğrendik, ama ilim bize dünyaya değer vermemeyi öğretti" demiş olduğu rivayet ediliyor.

Dünya için ilim öğrendiğinde öğrendiğin ilim haram mı oluyor?!

Helal olan ticaret, dükkan sahibinin kendisini müşteriye (olduğundan fazla) dindar göstermesiyle haram hale gelmez. Fakat kişi riyakârlığından dolayı cezaya müstehak hale gelir.

Ayrıca, böylesi dindarlık gösterileri sadece dükkan sahibinin diliyle Allahu Teala’yı anmasıyla da yapılan birşey değildir.. Kimisi de dükkanına besmele vs. asıyor. Aynı şeydir.

Adam dükkanına besmele astı diye ticareti haram mı oluyor?!

Karaman efendi CHP’ye çakacağım derken baltayı taşa vurmuş.

*

CHP’lilerin ibadetlerine gelince..

Bunlarla uğraşmanın anlamı yok..

CHP’lilerin bu memlekete yaptıkları tek kötülük bu olsun!..

Onların birtakım ibadetleri yapmaları, hem artık başkalarına “din istismarı” suçlaması yapmalarını engeller hem de sen aynı şeyi samimi bir şekilde yaptığında artık seni tenkit edemezler.

Din ve ibadetler kimsenin tekelinde değil.

Unutmayalım, bu memlekette dindarlığın görünür hale gelmesi kolay olmadı.

Mesela TSK’nın 12’nci Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay 1966 yılında cumhurbaşkanı seçildiğinde koltuğuna besmele çekerek oturdu diye neredeyse linç edilmişti.

2008 yılında da dönemin CHP Genel Başkanı Baykal çarşaflı bir kadına parti rozeti taktı diye bazı AK Partililer tarafından din istismarcılığıyla suçlanmıştı.

CHP’de bulduğunuz bütün kusur bu mu?

Erdoğan’ın CHP’de bulduğu kusurlardan biri de, İsmet İnönü’nün, kendi cumhurbaşkanlığı döneminde paraların pulların üzerinden Atatürk’ün resmini kaldırtmış olması.. Bir konuşmasında bunu konu edinmişti..

Yine, Ankara’dan İstanbul’a “Adalet yürüyüşü” yapan Kılıçdaroğlu’nun atletli fotoğrafı için “Atatürk’ün böyle resmi var mı?!” diyerek tepki göstermişti.. Sanki Selanikli’nin fotoğraf sünnetine tabi olunması bir fazilet..

*

Karaman, yazısını şöyle bitiriyor:

“Şimdi bakalım:

“Bir kimse halkın beğenisini, oyunu, parasını… almak için -aslında yapmadığı, âdeti ve hayat tarzı olmadığı- ama halkın hoşuna gideceğini bildiği bir ibadet veya daha geniş manada dini davranışta bulunursa işte bu “din istismarıdır”.

“Mesela insan Cuma namazına, cemaatle namaza iki maksatla ve saikle gider:

“1. Allah rızasından başka bir amacı, beklentisi yoktur ve imkan, fırsat elverdikçe bunu öteden beri yapmaktadır. Bu davranışta “din istismarı” yoktur.

“2. Öteden beri –mesela siyasete girmeden önce- yapmadığı bir ibadeti veya dini davranışı halka göstermek, halkı aldatmak için yaparsa işte bu “din istismarıdır.

“Aklımızda bulunsun!”

Bulunsun!

Bulunsun da, bu, iki tarafı keskin bir kılıç, AK Parti’yi de kesiyor.

*

Aralık 2016..

TBMM’de müşavirdim..

Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı kurumunun başında bulunan doçent ile (geçmişte tanışıklığım bulunan) Sayıştay başkan yardımcısı haber vermeden pat diye odama geldiler (ikisi de İstanbul Siyasal’ın benden sonraki devrelerinin öğrencisiydi).

Gergindiler.

Bana internetteki (müstear adla yayınlanan) yazılarımı sordular.

İstedikleri, Erdoğan’ı hiç eleştirmemem, “kayıtsız şartsız” denilecek biçimde biat etmemdi.

Ben, Erdoğan’a yönelik eleştirilerimi özetledim..

Sayıştay başkan yardımcısı, “devlet adamlarının bazen yalan söyleyebileceklerini” ileri sürdü.

Fazla tartışmadım, fakat daha sonra bir yazıyla cevap verdim..

Karşılıksız kalmadı, bana da cevap geldi, fakat onlardan değil..

2017 yılı, gelen “derin” cevaplar açısından yoğun bir yıldı..

Ve final, sene sonunda geldi, yılbaşı hediyesi olarak tenzil-i rütbe ile müşavirlikten “müze araştırmacılığı” kadrosuna kaydırıldım. Maaşımın yaklaşık yarısı gitmişti.

Odamı boşaltmam gerekiyordu, boşalttım.

Fakat beni müşavirlikten “şutlayanlar”, “Müze araştırmacılığına şurada devam edeceksin” demiyorlardı.

TBMM bahçesinde kaldırım mühendisi gibi değilse de kaldırım işçisi gibi dolaşıyordum.

Yeni makamım bahçedeki banklardı.

Kışın tam ortasındayız, Ocak 2018..

Ankara’nın soğuğu iyi.. İşsiz, yersiz yurtsuz dolaşırken kısa günler bile insana çok uzun geliyor.

Çoluk çocuk İstanbul’daydı, hafta sonları yanlarına gidiyordum.. Bir hesap yaptım, maaş yetmeyecek gibi görünüyordu..

O sıralarda İstanbul’daki Milli Saraylar müzeleri (Dolmabahçe, Topkapı) TBMM’ye bağlıydı.. “Bari bana İstanbul’a git deseler" diye düşündüm, bunu bir aracı vasıtası ile TBMM Genel Sekreterliği’ne ilettim. (Genel Sekreter de İstanbul Siyasal’ın benden sonraki devrelerinden birinin öğrencisiydi ve bana, beni eskiden beri tanıyan biri olduğunu söylemişlerdi, fakat ne ben onu aradım ne de o beni..)

Böylece, Dolmabahçe Sarayı’nda görevlendirildim.. Artık müze araştırmacısıydım..

Dünya küçük..

Orada da tanıdık simalarla karşılaştım.

*

Sayıştay başkan yardımcısına cevap olarak kaleme aldığım yazı şöyleydi:

İSLAM, DEVLET ADAMLARINA YALAN SÖYLEME İMTİYAZI YA DA AYRICALIĞI VEREN MAKYAVELİST BİR İDEOLOJİ DEĞİLDİR

Dün ziyaretime gelen eski bir arkadaşım, devlet adamlarının sözlerinin her zaman doğru olmasının gerekmediğini ileri sürdü.

Ona göre, devlet adamlığı ya da devlet yönetimi bunu gerektiriyordu.

Onun bu sözleri, Makyavel’den beri revaçta olan “modern” (Batılı ve batıl) siyaset anlayışı çerçevesinde makul kabul edilebilirdi, fakat İslam açısından, savunulamaz nitelikteydi.

Aslında İslam, Batı’daki anlayışın aksine, devlet adamlarından, halka göre daha fazla dindarlık, daha fazla ilim ve daha fazla ahlâk (özellikle dürüstlük) ister.

*

Evet, her doğruyu her yerde ve her zaman söylemek doğru değildir. Fakat bu, bazen susmanın konuşmaktan daha iyi olması anlamına gelir.

Yoksa, doğrular yerine yalanlar söylensin demek değildir.

Her doğruyu bile her yerde söylemek çirkin olursa, yalan söylemek ne kadar çirkin ve yanlış olur, düşünmelidir.

Yukarıda aktarılan sözün tamamı aslında şöyledir: “Her söylediğin doğru olsun, fakat her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir.”

Ancak, doğruluktan nasibi bulunmayan birilerinin, bu sözün ilk kısmını atarak, yalancılığa ve yalanlara mevzi kazandırmaya çalıştıklarını görüyoruz.

*

Devlet adamları, yönettikleri ülkelerin mesela askerî durumuna ilişkin bazı bilgileri sır olarak saklayabilirler.

Ya da, bir savaş veya mücadele durumunda, hasımlara karşı algı operasyonu yapabilirler.

Dışarıya karşı bunları yapmak gerekebilir.

Fakat, devlet adamları, içeride, yönettikleri insanları, halkı, yalanlarla oyalayamaz ve aldatamazlar.

Bunun savunulabilecek hiçbir tarafı yoktur.

Nitekim, sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:

“Allah Teâlâ kıyamet gününde üç kişiyle konuşmaz, onları temize çıkarmaz, suratlarına bile bakmaz; üstelik onlar korkunç bir azâba uğrarlar. Bunlar; zina eden ihtiyar, yalan söyleyen devlet reisi, kibirlenen fakirdir.”

(Müslim, Îmân 172; Tirmizî, Cennet 25; Nesâî, Zekât 75, 77.)

*

İslam, “biat” edilecek devlet reisi (müminlerin emiri, müslüman topluluğun lideri) için “yüksek öğrenim diploması” şartı getirmez. Fakat “adil” ve “dinde fakih olma”yı bir şart olarak ortaya koyar.

Yalan söylemek, “adalet” şartını daha baştan ortadan kaldıran çirkin bir haslettir.

Dinde fakih olmaya gelince…

Hamasi nutuklar, kendi kendini temize çıkarıp övmeler başka bir şey, dinde fakih olmak başka birşeydir.

*

Evet, İslam, devlet adamına, halktan farklı olarak doğrular yerine yalanlara sarılma imtiyazı tanımaz. Tam aksine, yalancı devlet reisini Allahu Teala’nın korkunç azabı ile müjdeler.

Vatandaşlık hakkı kazanmak için “adil” ve “fakih” olmak gerekmez, fakat müslümanların lideri olmak için bunlar gereklidir.

En azından, “biat” edilmeyi hak eden bir insan olabilmek için..

Tabiî ki bu, İslam’a (Şeriat’e) göre böyle, laik demokrasi ya da diktatörlüklerde durum farklıdır.. (İslam, isteyenin keyfine göre yorumlayıp şekillendirebileceği ideolojilerden bir ideoloji değildir, Allahu Teala’nın hak dinidir.)

Laik demokrasilerde yetenekli demagoglar ve usturuplu yalanlarla kitleleri peşinden sürükleyebilenler makbul liderler olarak görülebilirler, fakat mesele “müslümanların lideri” olmaya gelince, adamın önüne “şer’î şartlar (Şeriat’in öngördüğü şartlar)” konulur. (Akaid kitaplarımızda belirtildiği gibi, hilafetin, yani müslümanların lideri olmanın şartları arasında, “müslüman olma, hür olma ve şer’î ahkâmı/yasaları uygulayabilme” de yer alır. Mesela bir kimse Şeriat’e karşı laikliği savunuyorsa, daha baştan, müslümanların lideri olamayacağını deklare etmiş olur. Çünkü, bunu inanarak ve samimi bir şekilde yapıyorsa, müslüman değildir, kendisini müslüman zannetse de, kâfirdir. Şayet, yine itikad kitaplarımızda belirtildiği şekilde, Şeriat’e karşı laiklik çağrısı yapmasını şer’an mazur gösterecek bir durumdaysa, o takdirde de, “hür” olmasından söz edilemez. Hür olmadığı için de, halifeliği söz konusu olamaz. “Kendisi muhtac-ı himmet bir dede / Nerde kaldı gayriye himmet ede?”)

Fasık, facir ve münafıklara lider arasaydık, mesele yoktu, en iyi, en tumturaklı ve en aldatıcı yalanları söyleyebilenler “lider”lik için en uygun kişiler olabilirdi.

*

Tabiî ki, tercihi laiklikten, laik demokrasiden yana olanlar için, yöneticinin makbulü, en çok yalan söyleyenler de olabilir. Bir şey diyemeyiz. İnsanların fikir özgürlüğü elinden alınmamalıdır ve dinde zorlama yoktur.

Ancak, halka başka türlü, yakın adamlarına başka türlü konuşan, içi ile dışı birbirini tutmayan, kendisini olduğundan farklı gösteren âhir zaman alâmetlerinin, “devlet reisi” olmakla kanaat edemeyip, sınırsız ve devasa hırsları ile tutup bir de müminlerin/müslümanların lideri (halife) olarak kabul edilebilmek için İslam’ın içini boşaltmaya çalışmalarına ve dini kendi heva ve heveslerine göre “adı konulmamış bir reform“a tabi tutmalarına seyirci kalınamaz.

Böylelerinin adı Saddam olabilir, Sisi olabilir, Esed olabilir, Hamaney olabilir.. Fark etmez..

Eskiden, “Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy!” diyen zamaneperestler, rüzgâr gülleri, fırıldaklar, eyyamcılar ve konformistler vardı.

Şimdi ise, laikliğin “gökten inmiş gibi” değiştirilemez kabul edilen hurafe çukurlarına kazık gibi çakılıp kalan, fakat, “Sen dine uyamıyorsan dini ve dindarları sana uydur!” mottosuyla kendi heva ve hevesini insanlara dinmiş gibi dayatmaya çalışanlarla başımız belada.

Kendisini Şeriat’e (Allah’a ve Resulü’ne) bağlı kalmakla yükümlü görmeyen ahir zaman alâmetleri, müslümanları kendilerinin “liderliğine, yanılmazlığına ve masumiyetine” inanmakla yükümlü görüyorlar.

Önlerinde diz çökmeyen, boyun bükmeyen, kayıtsız-şartsız biat etmeyen, yanlışlarını bile bir kulp takıp savunmayan, kendilerinin hatırı için batıla hak demeyi kabul etmeyen, dini çarpıtmalarına en azından sükut ederek dolaylı destek vermeyen herkesi bir şekilde tasfiye ve bertaraf etmeye çalışıyorlar.

Bunun için tuzaklar kuruyorlar.

Akıl alır gibi değil, fakat ahir zamanla ve kıyamet alâmetleriyle ilgili hadîsleri okuduğumuzda, bütün bu yaşananların hepsinin haber verilmiş olduğunu görüyoruz.

(https://tenbih.wordpress.com/2016/12/16/islam-devlet-adamlarina-yalan-soyleme-imtiyazi-ya-da-ayricaligi-veren-makyavelist-bir-ideoloji-degildir/)

*

Şimdi Erdoğan’ın, Gazze konusundaki pasif (lafta kalan) politikası yüzünden tenkit edildiğini görüyoruz.

Sebebi, milletin beklenti çıtasını yükseltmiş olması..

Zamanında kendin için Dombıralı seçim klibi hazırlatmayacaktın..

Altından kalkamayacağın iddialı laflar etmeyecektin..

Ya da, sana, “Hani öyle konuşuyordun, ne duruyorsun?” diye hesap sorulması karşısında sabırlı olacaksın, seni eleştirenleri provokatörlükle suçlamayacaksın..

MHP’nin Kaynaşlı belediye başkanı gibi lafının ardında duracaksın..

Mart 2020’de kadın voleybolcuların kıyafetleriyle ilgili paylaşımı yüzünden boş kurtçu MHP'den ihraç edilmesi üzerine "Allahu Teala'nın tesettür ile ilgili bir ayetini paylaştığımdan dolayı MHP'den ihraç edilmem benim için bir onurdur” diyen Kaynaşlı Belediye Başkanı Birol Şahin gibi diklenmeden dik duracaksın.

Birol Şahin’in boş kurtçu MHP’den atılmasına yol açan mesajı şöyleydi:

Allah’u Teala’nın örtünün vücut hatlarınız belli olmasın emrine karşı çıkarak açılıp saçılacaksınız, kendini teşhir edeceksin, sonrada Tokyo’ya gidiyoruz diye sevineceksiniz. Dünya şampiyonu olsan ne yazar. Müslüman kadın edep ve haya sahibidir, yaptığı her işte Allah’ın rızası gözetir. Dinimize göre kadınlar kendi aralarında spor yapabilirler. Erkeklerin huzurunda açık saçık olarak değil.”

Görüldüğü gibi, Karamangiller müsterih ve rahat olabilirler.. MHP’nin tavrında din istismarı yok.

Birol Şahin, önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin talimatıyla partisinin belediye başkanları listesinden düşürüldü, ardından MHP Düzce İl Teşkilatı tarafından ihraç talebi ile disipline verildi, ve ihraç edildi.

Buna karşı Birol Şahin, “Allah'u Teala'nın tesettür ile ilgili bir ayetini paylaştığımdan dolayı MHP'den ihraç edilmem benim için bir onurdur, bir şereftir, benim için büyük bir belgedir” şeklinde yeni bir paylaşım yaptı.

*

İmdi, Erdoğan geçmişte hamasi nutuklar atmasa, kendisi için Dombıralı şarkı yazdırmasaydı, onu Gazze politikasızlığından dolayı birilerinin eleştirmesi yersiz ve gereksiz bulunabilirdi.

Eleştirme hakları baki olmakla birlikte, onlara şöyle seslenilebilirdi: Kardeşler, bu vatandaşın bu taraklarda bezi yok, tamam anayasal hakkınızı kullanıyorsunuz, elbette gösteri ve protesto hakkınız var, fakat karşınızdaki adam bu işlerin adamı değil. Yanlış kapıyı çalıyorsunuz.. Başka kapıya gidin..

Fakat durum öyle değil.. Onları bu şekilde beklenti içine sokan, Erdoğan’ın bizzat kendisi..

Ektiğini biçiyor..

*

İşin diğer boyutuna gelince..

Bu dünya hayatı bir imtihan olduğu için yaşanıyor bütün bunlar..

Yaşadığımız olaylar hem kendimizi hem de başka insanları tanımamızı sağlıyor.

Biz kendimizi bile tanımıyoruz, yaşadıkça, “Demek ki ben böyle bir insanmışım, böylesi bir durumda ancak böyle davranabilirmişim, kalıbımın adamı değilmişim” diyoruz.

İşte bu Filistin meselesi de, sahte pehlivanlar dut yemiş bülbül gibi olup susmadıkça, artık hiç kimse beleşten kahramanlık nutukları atamaz hale gelmedikçe bitmez..

Ne zaman ki farfaracı, gösterişçi ve istismarcı pehlivanların ipliği tümden pazara çıkar, herkes onlardan ümidi keser, herkes sadece Allahu Teala’yı hatırlar, işte o gün Allah’ın gerçek aslanları ortaya çıkarlar.

Aksi takdirde, İsrail’in işi hemen bitirilmiş olsa, bu yalancı pehlivanlar “Bize sıra gelmedi ki.. Biz olsaydık neler yapardık neler..” diye artistlik yapmaya devam ederler.

“Kıyamazsan baş ve cana, uzak dur girme meydana,

“Bu meydan içre nice başlar kesilir, hiç soran olmaz.”

*

Evet, Mute’de 100 bin kişilik Bizans ordusuna karşı 3 bin kişiyle savaşan İslam ordusundaki ruh sende yoksa, kendin için dombıra şarkısı yazdırmayacaksın.

O dombıra Cengiz’e yakışıyor olabilir, fakat sana yakışmıyor.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...