“Artık ne mavilik, ne
pembe bahar,
“Ne mehtap,
ne sâhil, ne sandal, hep kar,
“Söyleyin
benimle uçan ey kuşlar,
“O yazlık dünyadan bu kış nereye?!.”
Bu
mısralar, İstanbul eski müftülerinden Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı
Hoca’nın vefatında cebinden çıkan “Nereye?” başlıklı şiirinde yer alıyor. (Ali
Rıza Demircan Hoca’dan duymuştum, Güzelyazıcı, Gümüşhanevî Tekkesi
şeyhlerinden [Mehmed Zahid Kotku rh. a.’in selefi] Serezli Hasib
Yardımcı rh. a.’in icazetli halifesiymiş.)
AK
Parti’nin de kendisine “O yazlık dünyadan bu kış nereye?!.” diye sorması
gerekiyor.
Bu dünyada herşeyin (iktidar,
koltuklar, gençlik, güç kuvvet, ömür, hayat) fani olduğunu anlamalılar:
“Kim
âhiret ekinini (kazancını) isterse, ona o ekininde (kazancında) ziyâdelik
veririz (artırırız). Kim de (sâdece) dünya ekinini (kazancını) isterse, ona
(da) ondan veririz; ama onun âhirette, hiçbir nasîbi olmaz.
“Yoksa onlar için, Allah'ın onun için izin vermediği şeyleri kendilerine dinden şeriat (hukuk sistemi, anayasal düzen) kılan (şera’û lehum min ed-dîni) (Allah’a denk tuttukları) ortaklar mı var? (Haklarında âhirette hüküm verileceğine dâir önceden söylenmiş) ayırma sözü olmasaydı, aralarında elbette hüküm verilmiş (işleri çoktan bitirilmiş) olurdu. İşte o zâlimler yok mu, onlar için, kesinlikle pek elemli bir azap vardır.
“Sen zalimlerin yaptıkları şeyler tepelerine inerken
bu yüzden korku ile titrediklerini göreceksin. İman edip salih ameller yapanlar da
cennet bahçelerindedirler. Onlar için Rableri katında diledikleri herşey
vardır. İşte bu, büyük lütuftur."
(Şûrâ, 42-20-22)
*
Yeni
Şafak gazetesinin ilahiyatçı (fıkıhçı) yazarı Prof. Hayrettin
Karaman dünkü (7 Nisan 2024 tarihli) yazısında (CHP’lilere
“çakmak” için olsa gerek) ihlas konusunu ele almış..
Yazısının
başlığı “Gösteriş ve istismar”.
Önce
şunu söylüyor:
“Fıkıh kitaplarının ‘helal-haram’ bölümünde
şöyle bir ölçü vardır:
“Bir dükkan sahibinin, elinde tesbih ve dilinde açık
zikir (Allah, Lâ ilahe illallah, elhamdlillah, hû…) âdeti olsa, bunu bir
kimseye göstermek ve duyurmak için değil, samimi ve âdet edindiği için yapar
olsa, dükkâna müşteri geldiğinde bunları gizlemesi gerekir, gizlemezse
kazancı mekruh olur. Eğer bunları, müşteriye dindar
gözükmek ve onu ticaretine çekmek için yaparsa kazancı haram olur.”
Fıkıh
kitapları demiş de, hangi fıkıh kitapları?..
Yazıda
kaynak yok.
Bu
ölçü hangi fıkıh kitabında var?
Şahsen
bir fıkıh kitabında bu satırların yer alabileceğini zannetmiyorum.
Çünkü
bunlar cahilce laflar.
*
Karaman
sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Şu halde din istismarı haramdır.
“Bu fiilin ihlas ile de yakından ilişkisi
vardır; yapılan sırf (başka hiçbir amaç, emel, menfaat… olmaksızın)
Allah için olmazsa, ibadete başka bir muhatab veya menfaat karışırsa ihlas
ortadan kalkar, gizli şirk gerçekleşir.
“Bu sebepledir ki, farz ibadetlerin teşvik için
açıkta, nafilelerin kimse görmeden yapılması uygun bulunmuştur.”
İmdi,
bu riya (gizli şirk) mevzuu çok ince meseledir.
İmam
Gazalî İhya’da, bir insanın normalde aksatmadan yaptığı bir nafile
ibadeti, başkaları görüyor diye terk etmesinin de riya olduğunu söyler.
İnsan,
ibadetlerini başkalarının görmesine de, görmemesine de aldırış etmemelidir,
gönlü bunlara takılmamalıdır. Esas olan budur. (Ancak bu hale ulaşmak zor, çok
zor.)
*
Nafilelerin
kimse görmeden yapılması meselesine gelince..
Nafilelerin
görünür olması haram da değildir, mekruh da.. Gizli olması daha
fazla sevaptır.
Mekruh
olmakla daha az sevaplı olmak ayrı şeylerdir.
Mesela,
farz namazların camide kılınması 25 (veya 27) kat daha sevaplıdır.
Buna
karşılık, nafilelerin (mesela öğle namazının ilk ve son sünnetinin) evde (veya
başka bir özel mekânda) kılınması 25 kat sevaplıdır.
Bu,
nafileyi (sünneti) camide milletin gözü önünde kılanın hiç sevap almaması ya da
mekruh iş işlemesi anlamına gelmiyor. Dört rekatlık sünneti evinde kılsaydı,
camideki 100 rekatın sevabını alacaktı.. Hepsi bu..
“Eğer
sadakaları açıkça verirseniz, işte o ne iyi! Eğer onları gizler de onları
fakirlere (öyle) verirseniz, artık bu sizin için daha hayırlıdır. Böylece
(Allah,) kötülüklerinizden bir kısmını sizden örter (bazı günahlarınıza
keffâret kılar). Allah, yapmakta olduklarınızdan hakkıyla haberdâr olandır.”
(Bakara, 2/271)
+
Karaman’ın
verdiği dükkan sahibi örneğine gelince..
Müşteri
gelince elinden tesbihi bırakması şart değildir. Hangi fıkıh kitabında
“Bir satıcının müşterinin yanında Allah’ı anması mekruhtur” diye hüküm vardır?
Ve
bunun delili nedir?
Kaldı
ki, böylesi bir amel her zaman dünyevî kazanç sağlama vesilesi olmaz.
Öyle
yerler, öyle mekânlar, öyle muhitler, öyle çarşılar, öyle pazarlar vardır ki,
orada sizin dindar (ya da müslüman) bilinmeniz müşteri kaybetmenize yol açar.
“Eğer
bunları, müşteriye dindar gözükmek ve onu ticaretine çekmek için yaparsa
kazancı haram olur” şeklindeki fetva da doğru değildir..
Kazancının
bereketi olmaz..
Ayrıca,
riyası onun Allahu Teala’dan uzaklaşmasına yol açar.
*
Abdullah ibni Mübarek
rh. a.’in (Ki gerçekten pek büyük bir alim, pek değerli bir şahsiyettir) "Biz
ilmi dünya için öğrendik, ama ilim bize dünyaya değer vermemeyi öğretti"
demiş olduğu rivayet ediliyor.
Dünya için ilim
öğrendiğinde öğrendiğin ilim haram mı oluyor?!
Helal olan ticaret,
dükkan sahibinin kendisini müşteriye (olduğundan fazla) dindar göstermesiyle
haram hale gelmez. Fakat kişi riyakârlığından dolayı cezaya müstehak hale gelir.
Ayrıca, böylesi
dindarlık gösterileri sadece dükkan sahibinin diliyle Allahu Teala’yı anmasıyla
da yapılan birşey değildir.. Kimisi de dükkanına besmele vs. asıyor.
Aynı şeydir.
Adam dükkanına besmele
astı diye ticareti haram mı oluyor?!
Karaman efendi CHP’ye
çakacağım derken baltayı taşa vurmuş.
*
CHP’lilerin ibadetlerine
gelince..
Bunlarla uğraşmanın
anlamı yok..
CHP’lilerin bu memlekete
yaptıkları tek kötülük bu olsun!..
Onların birtakım
ibadetleri yapmaları, hem artık başkalarına “din istismarı” suçlaması
yapmalarını engeller hem de sen aynı şeyi samimi bir şekilde yaptığında artık
seni tenkit edemezler.
Din ve ibadetler
kimsenin tekelinde değil.
Unutmayalım, bu
memlekette dindarlığın görünür hale gelmesi kolay olmadı.
Mesela TSK’nın 12’nci
Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay 1966 yılında cumhurbaşkanı seçildiğinde
koltuğuna besmele çekerek oturdu diye neredeyse linç edilmişti.
2008 yılında da dönemin
CHP Genel Başkanı Baykal çarşaflı bir kadına parti rozeti taktı diye bazı
AK Partililer tarafından din istismarcılığıyla suçlanmıştı.
CHP’de bulduğunuz bütün
kusur bu mu?
Erdoğan’ın CHP’de
bulduğu kusurlardan biri de, İsmet İnönü’nün, kendi cumhurbaşkanlığı döneminde
paraların pulların üzerinden Atatürk’ün resmini kaldırtmış olması.. Bir
konuşmasında bunu konu edinmişti..
Yine, Ankara’dan
İstanbul’a “Adalet yürüyüşü” yapan Kılıçdaroğlu’nun atletli
fotoğrafı için “Atatürk’ün böyle resmi var mı?!” diyerek tepki
göstermişti.. Sanki Selanikli’nin fotoğraf sünnetine tabi olunması bir
fazilet..
*
Karaman, yazısını şöyle
bitiriyor:
“Şimdi bakalım:
“Bir kimse halkın beğenisini, oyunu, parasını…
almak için -aslında yapmadığı, âdeti ve hayat tarzı olmadığı- ama halkın hoşuna
gideceğini bildiği bir ibadet veya daha geniş manada dini davranışta bulunursa
işte bu “din istismarıdır”.
“Mesela insan Cuma namazına, cemaatle namaza iki
maksatla ve saikle gider:
“1. Allah rızasından başka bir amacı,
beklentisi yoktur ve imkan, fırsat elverdikçe bunu öteden beri yapmaktadır. Bu
davranışta “din istismarı” yoktur.
“2. Öteden beri –mesela siyasete girmeden önce-
yapmadığı bir ibadeti veya dini davranışı halka göstermek, halkı
aldatmak için yaparsa işte bu “din istismarıdır.
“Aklımızda bulunsun!”
Bulunsun!
Bulunsun
da, bu, iki tarafı keskin bir kılıç, AK Parti’yi de kesiyor.
*
Aralık
2016..
TBMM’de
müşavirdim..
Yurtdışı
Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı kurumunun başında
bulunan doçent ile (geçmişte tanışıklığım bulunan) Sayıştay başkan yardımcısı
haber vermeden pat diye odama geldiler (ikisi de İstanbul Siyasal’ın benden
sonraki devrelerinin öğrencisiydi).
Gergindiler.
Bana
internetteki (müstear adla yayınlanan) yazılarımı sordular.
İstedikleri,
Erdoğan’ı hiç eleştirmemem, “kayıtsız şartsız” denilecek biçimde biat
etmemdi.
Ben,
Erdoğan’a yönelik eleştirilerimi özetledim..
Sayıştay
başkan yardımcısı, “devlet adamlarının bazen yalan söyleyebileceklerini”
ileri sürdü.
Fazla
tartışmadım, fakat daha sonra bir yazıyla cevap verdim..
Karşılıksız
kalmadı, bana da cevap geldi, fakat onlardan değil..
2017
yılı, gelen “derin” cevaplar açısından yoğun bir yıldı..
Ve
final, sene sonunda geldi, yılbaşı hediyesi olarak tenzil-i rütbe ile müşavirlikten
“müze araştırmacılığı” kadrosuna kaydırıldım. Maaşımın yaklaşık yarısı
gitmişti.
Odamı
boşaltmam gerekiyordu, boşalttım.
Fakat
beni müşavirlikten “şutlayanlar”, “Müze araştırmacılığına şurada devam
edeceksin” demiyorlardı.
TBMM
bahçesinde kaldırım mühendisi gibi değilse de kaldırım işçisi gibi
dolaşıyordum.
Yeni
makamım bahçedeki banklardı.
Kışın
tam ortasındayız, Ocak 2018..
Ankara’nın
soğuğu iyi.. İşsiz, yersiz yurtsuz dolaşırken kısa günler bile insana çok uzun
geliyor.
Çoluk
çocuk İstanbul’daydı, hafta sonları yanlarına gidiyordum.. Bir hesap yaptım,
maaş yetmeyecek gibi görünüyordu..
O
sıralarda İstanbul’daki Milli Saraylar müzeleri (Dolmabahçe, Topkapı) TBMM’ye
bağlıydı.. “Bari bana İstanbul’a git deseler" diye düşündüm, bunu bir aracı
vasıtası ile TBMM Genel Sekreterliği’ne ilettim. (Genel Sekreter de İstanbul
Siyasal’ın benden sonraki devrelerinden birinin öğrencisiydi ve bana, beni
eskiden beri tanıyan biri olduğunu söylemişlerdi, fakat ne ben onu aradım ne de
o beni..)
Böylece,
Dolmabahçe Sarayı’nda görevlendirildim.. Artık müze araştırmacısıydım..
Dünya
küçük..
Orada
da tanıdık simalarla karşılaştım.
*
Sayıştay
başkan yardımcısına cevap olarak kaleme aldığım yazı şöyleydi:
İSLAM, DEVLET ADAMLARINA YALAN SÖYLEME İMTİYAZI YA DA AYRICALIĞI VEREN
MAKYAVELİST BİR İDEOLOJİ DEĞİLDİR
Dün ziyaretime gelen
eski bir arkadaşım, devlet adamlarının sözlerinin her zaman doğru olmasının
gerekmediğini ileri sürdü.
Ona göre, devlet
adamlığı ya da devlet yönetimi bunu gerektiriyordu.
Onun bu
sözleri, Makyavel’den beri revaçta olan “modern” (Batılı ve
batıl) siyaset anlayışı çerçevesinde makul kabul edilebilirdi, fakat İslam açısından, savunulamaz nitelikteydi.
Aslında İslam,
Batı’daki anlayışın aksine, devlet adamlarından, halka göre daha fazla dindarlık, daha fazla ilim ve daha
fazla ahlâk (özellikle dürüstlük) ister.
*
Evet, her doğruyu
her yerde ve her zaman söylemek doğru değildir. Fakat bu, bazen susmanın konuşmaktan daha iyi olması anlamına
gelir.
Yoksa, doğrular
yerine yalanlar söylensin demek değildir.
Her doğruyu bile her
yerde söylemek çirkin olursa, yalan söylemek ne kadar çirkin ve yanlış olur,
düşünmelidir.
Yukarıda aktarılan
sözün tamamı aslında şöyledir: “Her söylediğin doğru olsun,
fakat her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir.”
Ancak, doğruluktan
nasibi bulunmayan birilerinin, bu sözün ilk kısmını atarak, yalancılığa ve
yalanlara mevzi kazandırmaya çalıştıklarını görüyoruz.
*
Devlet adamları,
yönettikleri ülkelerin mesela askerî durumuna
ilişkin bazı bilgileri sır olarak
saklayabilirler.
Ya da, bir savaş veya mücadele durumunda, hasımlara
karşı algı operasyonu yapabilirler.
Dışarıya karşı bunları yapmak gerekebilir.
Fakat, devlet
adamları, içeride, yönettikleri insanları, halkı, yalanlarla oyalayamaz ve
aldatamazlar.
Bunun
savunulabilecek hiçbir tarafı yoktur.
Nitekim, sahih bir
hadiste şöyle buyurulmaktadır:
“Allah Teâlâ kıyamet
gününde üç kişiyle konuşmaz, onları temize çıkarmaz, suratlarına bile bakmaz;
üstelik onlar korkunç bir azâba uğrarlar. Bunlar; zina eden ihtiyar, yalan
söyleyen devlet reisi, kibirlenen fakirdir.”
(Müslim, Îmân 172; Tirmizî, Cennet 25; Nesâî, Zekât 75, 77.)
*
İslam, “biat” edilecek devlet reisi (müminlerin emiri, müslüman topluluğun lideri) için “yüksek öğrenim
diploması” şartı getirmez. Fakat “adil” ve “dinde fakih olma”yı bir şart olarak
ortaya koyar.
Yalan söylemek,
“adalet” şartını daha baştan ortadan kaldıran çirkin bir haslettir.
Dinde fakih olmaya
gelince…
Hamasi nutuklar,
kendi kendini temize çıkarıp övmeler başka bir şey, dinde fakih olmak başka
birşeydir.
*
Evet, İslam, devlet
adamına, halktan farklı olarak doğrular yerine yalanlara sarılma imtiyazı tanımaz. Tam aksine, yalancı devlet
reisini Allahu Teala’nın korkunç azabı ile müjdeler.
Vatandaşlık hakkı kazanmak için “adil” ve “fakih” olmak gerekmez, fakat müslümanların lideri olmak için bunlar gereklidir.
En azından, “biat”
edilmeyi hak eden bir insan olabilmek için..
Tabiî ki bu, İslam’a (Şeriat’e) göre böyle, laik demokrasi ya da
diktatörlüklerde durum farklıdır.. (İslam, isteyenin keyfine göre yorumlayıp
şekillendirebileceği ideolojilerden bir ideoloji değildir, Allahu Teala’nın hak
dinidir.)
Laik demokrasilerde yetenekli demagoglar ve usturuplu yalanlarla kitleleri peşinden
sürükleyebilenler makbul liderler olarak görülebilirler, fakat mesele “müslümanların lideri” olmaya gelince, adamın önüne “şer’î şartlar (Şeriat’in öngördüğü
şartlar)” konulur. (Akaid kitaplarımızda belirtildiği gibi,
hilafetin, yani müslümanların lideri olmanın
şartları arasında, “müslüman olma, hür olma ve şer’î ahkâmı/yasaları
uygulayabilme” de yer alır. Mesela bir kimse Şeriat’e karşı laikliği savunuyorsa, daha
baştan, müslümanların lideri olamayacağını deklare etmiş
olur. Çünkü, bunu inanarak ve samimi bir şekilde yapıyorsa, müslüman değildir,
kendisini müslüman zannetse de, kâfirdir. Şayet, yine itikad kitaplarımızda
belirtildiği şekilde, Şeriat’e karşı laiklik çağrısı
yapmasını şer’an mazur gösterecek bir durumdaysa, o takdirde de, “hür” olmasından söz edilemez. Hür olmadığı için de,
halifeliği söz konusu olamaz. “Kendisi muhtac-ı himmet bir dede / Nerde kaldı
gayriye himmet ede?”)
Fasık, facir ve
münafıklara lider arasaydık, mesele yoktu, en iyi,
en tumturaklı ve en aldatıcı yalanları söyleyebilenler “lider”lik için en uygun kişiler olabilirdi.
*
Tabiî ki,
tercihi laiklikten, laik demokrasiden yana olanlar için,
yöneticinin makbulü, en çok yalan söyleyenler de olabilir. Bir şey diyemeyiz.
İnsanların fikir özgürlüğü elinden alınmamalıdır ve dinde zorlama yoktur.
Ancak, halka başka
türlü, yakın adamlarına başka türlü konuşan, içi ile dışı birbirini tutmayan,
kendisini olduğundan farklı gösteren âhir zaman alâmetlerinin, “devlet reisi” olmakla kanaat edemeyip, sınırsız ve
devasa hırsları ile tutup bir de müminlerin/müslümanların lideri
(halife) olarak kabul edilebilmek için İslam’ın içini
boşaltmaya çalışmalarına ve dini kendi heva ve heveslerine göre “adı konulmamış
bir reform“a tabi tutmalarına seyirci kalınamaz.
Böylelerinin adı
Saddam olabilir, Sisi olabilir, Esed olabilir, Hamaney olabilir.. Fark etmez..
Eskiden, “Zaman sana
uymuyorsa sen zamana uy!” diyen zamaneperestler, rüzgâr gülleri, fırıldaklar,
eyyamcılar ve konformistler vardı.
Şimdi ise, laikliğin
“gökten inmiş gibi” değiştirilemez kabul edilen hurafe çukurlarına kazık gibi
çakılıp kalan, fakat, “Sen dine uyamıyorsan dini ve
dindarları sana uydur!” mottosuyla kendi heva ve hevesini insanlara dinmiş gibi
dayatmaya çalışanlarla başımız belada.
Kendisini Şeriat’e
(Allah’a ve Resulü’ne) bağlı kalmakla yükümlü görmeyen ahir
zaman alâmetleri, müslümanları kendilerinin “liderliğine, yanılmazlığına ve
masumiyetine” inanmakla yükümlü görüyorlar.
Önlerinde diz
çökmeyen, boyun bükmeyen, kayıtsız-şartsız biat etmeyen,
yanlışlarını bile bir kulp takıp savunmayan, kendilerinin hatırı için batıla hak demeyi kabul etmeyen, dini
çarpıtmalarına en azından sükut ederek dolaylı destek vermeyen herkesi bir
şekilde tasfiye ve bertaraf etmeye çalışıyorlar.
Bunun için tuzaklar
kuruyorlar.
Akıl alır gibi değil, fakat ahir zamanla ve kıyamet alâmetleriyle ilgili hadîsleri okuduğumuzda, bütün bu yaşananların hepsinin haber verilmiş olduğunu görüyoruz.
(https://tenbih.wordpress.com/2016/12/16/islam-devlet-adamlarina-yalan-soyleme-imtiyazi-ya-da-ayricaligi-veren-makyavelist-bir-ideoloji-degildir/)
*
Şimdi
Erdoğan’ın, Gazze konusundaki pasif (lafta kalan) politikası yüzünden
tenkit edildiğini görüyoruz.
Sebebi,
milletin beklenti çıtasını yükseltmiş olması..
Zamanında
kendin için Dombıralı seçim klibi hazırlatmayacaktın..
Altından
kalkamayacağın iddialı laflar etmeyecektin..
Ya
da, sana, “Hani öyle konuşuyordun, ne duruyorsun?” diye hesap sorulması
karşısında sabırlı olacaksın, seni eleştirenleri provokatörlükle suçlamayacaksın..
MHP’nin
Kaynaşlı belediye başkanı gibi lafının ardında duracaksın..
Mart 2020’de kadın voleybolcuların kıyafetleriyle ilgili paylaşımı yüzünden boş kurtçu MHP'den ihraç edilmesi üzerine "Allahu Teala'nın tesettür ile ilgili bir ayetini paylaştığımdan dolayı MHP'den ihraç edilmem benim için bir onurdur” diyen Kaynaşlı Belediye Başkanı Birol Şahin gibi diklenmeden dik duracaksın.
Birol Şahin’in boş kurtçu MHP’den atılmasına yol açan mesajı şöyleydi:
“Allah’u
Teala’nın örtünün vücut hatlarınız belli olmasın emrine karşı çıkarak
açılıp saçılacaksınız, kendini teşhir edeceksin, sonrada Tokyo’ya gidiyoruz
diye sevineceksiniz. Dünya şampiyonu olsan ne yazar. Müslüman kadın edep
ve haya sahibidir, yaptığı her işte Allah’ın rızası gözetir. Dinimize
göre kadınlar kendi aralarında spor yapabilirler. Erkeklerin huzurunda açık
saçık olarak değil.”
Görüldüğü
gibi, Karamangiller müsterih ve rahat olabilirler.. MHP’nin tavrında din
istismarı yok.
Birol Şahin, önce
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin talimatıyla partisinin belediye
başkanları listesinden düşürüldü, ardından MHP Düzce İl Teşkilatı tarafından
ihraç talebi ile disipline verildi, ve ihraç edildi.
Buna karşı
Birol Şahin, “Allah'u Teala'nın tesettür ile ilgili bir ayetini paylaştığımdan
dolayı MHP'den ihraç edilmem benim için bir onurdur, bir şereftir, benim
için büyük bir belgedir” şeklinde yeni bir paylaşım yaptı.
*
İmdi, Erdoğan
geçmişte hamasi nutuklar atmasa, kendisi için Dombıralı şarkı
yazdırmasaydı, onu Gazze politikasızlığından dolayı birilerinin eleştirmesi yersiz
ve gereksiz bulunabilirdi.
Eleştirme
hakları baki olmakla birlikte, onlara şöyle seslenilebilirdi: Kardeşler, bu
vatandaşın bu taraklarda bezi yok, tamam anayasal hakkınızı
kullanıyorsunuz, elbette gösteri ve protesto hakkınız var, fakat karşınızdaki
adam bu işlerin adamı değil. Yanlış kapıyı çalıyorsunuz.. Başka kapıya gidin..
Fakat durum
öyle değil.. Onları bu şekilde beklenti içine sokan, Erdoğan’ın bizzat
kendisi..
Ektiğini
biçiyor..
*
İşin diğer
boyutuna gelince..
Bu dünya
hayatı bir imtihan olduğu için yaşanıyor bütün bunlar..
Yaşadığımız
olaylar hem kendimizi hem de başka insanları tanımamızı sağlıyor.
Biz kendimizi
bile tanımıyoruz, yaşadıkça, “Demek ki ben böyle bir insanmışım, böylesi
bir durumda ancak böyle davranabilirmişim, kalıbımın adamı değilmişim” diyoruz.
İşte bu Filistin
meselesi de, sahte pehlivanlar dut yemiş bülbül gibi olup susmadıkça,
artık hiç kimse beleşten kahramanlık nutukları atamaz hale gelmedikçe
bitmez..
Ne zaman ki farfaracı,
gösterişçi ve istismarcı pehlivanların ipliği tümden pazara çıkar, herkes
onlardan ümidi keser, herkes sadece Allahu Teala’yı hatırlar, işte o gün
Allah’ın gerçek aslanları ortaya çıkarlar.
Aksi takdirde,
İsrail’in işi hemen bitirilmiş olsa, bu yalancı pehlivanlar “Bize sıra gelmedi
ki.. Biz olsaydık neler yapardık neler..” diye artistlik yapmaya devam ederler.
“Kıyamazsan
baş ve cana, uzak dur girme meydana,
“Bu
meydan içre nice başlar kesilir, hiç soran olmaz.”
*
Evet, Mute’de
100 bin kişilik Bizans ordusuna karşı 3 bin kişiyle savaşan İslam ordusundaki ruh
sende yoksa, kendin için dombıra şarkısı yazdırmayacaksın.
O dombıra Cengiz’e
yakışıyor olabilir, fakat sana yakışmıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder