Risale-i Nur talebesi gazeteci Mustafa Kaplan’ın aktardığına
göre, bir şakirdi, merhum Bediüzzaman'ın Nurculuk yaftasından hoşlanmadığını söylemiş:
‘Şimdi bu tabir çok hoşuma gitmiyor. Çünkü, insafsız insanlar ondan başka ma’nâ çıkarıyorlar. En iyisi, Nurculuk yerine, nurların,
Kur’ân’ın şâkirdleri, tilmizleri denilmeli’ buyurmuşlardı. Bu hatıranın hürmetine biz de ‘Nurculuk’ tabiri yerine
‘şâkird, tilmiz’ tabirini kullanıyoruz.” (Son Şahitler, c. 1, s. 354)
Kaplan, bundan
hareketle, “Evet, biz de Nurcu kelimesini kullanmıyoruz. ‘Biz Kur'ân şâkirdiyiz, Risâle-i Nûrları okuyoruz’ diyoruz” diyor.
Ancak, Kur’an’dan
çok fazla haberi yok gibi görünüyor.
*
Neden bunu
diyoruz?
Facebook hesabından
yaptığı şu paylaşımından dolayı:
Efendiler! Bizim ölçümüz “Kur’ân ve Sünnet” değil
mi? Eğer Müslümân isek, bütün hâdiseleri ve fiilleri bu ölçülere göre tartmamız
gerekmiyor mu? “Evet” demeyenlere sözüm yok, diyenlerle berâber isterseniz
bütün yeryüzünü bir teftîş edelim; nerede, kimin ameli o ölçülere uyuyor?
Ma’bedlerin içini ve Ka’be’yi dahi kaybettik mi kaybetmedik mi? Dünyânın
üstünde yaşanacak bir karış yer kaldı mı? Günâhsız geçen bir ânımız var mı?
Peki, bu çıkmazdan kurtuluş ümîdimiz var mı? Bakın Müslümânların ülkelerine, devletlerine,
ordularına, cemâatlerine; hangisinin eliyle insânlık kurtuluşa çıkabilir?
Sâdece “Gazze” herkesin gözünün önünde yanıyorsa, artık insânlık da,
Müslümânlık da bitmiştir. Kıyâmetin kopmaması için gözle görünen bir maddî
sebeb kalmamıştır!..
Sâdece Allah’ın bir vaadi var ki, Rasûlullah
Efendimiz (sav) müjdelemiş: Hz. Mehdî (as) ve Meryem’in oğlu Ísâ (as)!
“Zuhûr ve nüzûl” dışında álemde hiçbir yeşil ışık kalmamıştır. Ümmetin de tek
ümîdi burasıdır. Biz de bunu sık sık nazarlara sunuyoruz ki, kitleler
ümidsizliğe düşmesin; zîrâ ümidsizlik küfürdür.
Maddî ve ma’nevî işâretler, 2025-2027 yıllarında
böyle bir müjdenin gerçekleşebileceğini haber veriyor. Mustafa Kaplan’ın
üzerine basa basa söylediği budur. Ammâ…
Bir: Vaad eden Allah’tır, ama Allah’ın her vaadini yapma
mecbûriyyeti yoktur, kimse O’nun irâdesine ipotek koyamaz. Dilerse
yapar, dilemezse yapmaz veyâ başka zamân yapar. “Lâ ya’lemü’l-gaybe
illâllah” esâstır. Hiçbir istihrâc, çıkarım, işâret, bu káideyi delemez.
İki: Beşeriyyet –hepimiz dâhil- öyle bir kurtuluşu hak etti
mi? Allah kıyâmeti koparsa, hak değil midir? İnsanlığın dibe vurduğu bir
zemînin hakkı mıdır felâh, huzûr, sükûnet?
Daha sözü uzatmak istemiyorum. Bendeniz, Allah’ın vaadine,
Rasûlünün müjdesine gönülden inanıyorum. Yapsa da, yapmasa da, te’hír de etse,
inancım değişmez. Peygamberlerin kıssaları rehberimizdir. Bizim ise günâhtan
başka imtiyâzımız yoktur.
*
“Bizim
ölçümüz ‘Kur’ân ve Sünnet’ değil mi?” diyor.
İyi
diyor. Da, yukarıya aldığımız laflarının ölçüsü Kur’an değil..
Kendi kafasından ürettiği hurafe.
“Marifetullah”
bahsinde de sınıfta kaldığının farkında değil.. Ne yazık ki daha Allahu
Teala’yı tam tanıyamamış..
Allahu
Teala şöyle buyuruyor:
“Sakın
Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Allah, azîzdir ve
intikam alandır.” (İbrahim, 14/47)
“Onlar, Allah
verdiği sözden asla dönmeyecek olduğu halde, tehdit edildikleri azabı hemen
getirivermeni istiyorlar. Rabbinin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin
yıl gibidir.” (Hac, 22/47)
“Bu,
Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden asla dönmez. Fakat insanların çoğu
bilmezler.” (Rum, 30/6)
“(İlimde
rüsuh sahibi olanlar derler ki:) Rabbimiz!
Hakkında şüphe olmayan bir günde insanları bir araya getiricek olan muhakkak ki
sensin! Şüphesiz Allah, vaadinden dönmez.”
(Al-i İmran, 3/9)
“(Yahudiler)
‘Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacak’ dediler. De ki: Allah’tan
söz mü aldınız; -böyleyse Allah sözünden dönmeyecektir- yoksa Allah hakkında
bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (Bakara, 2/80)
Allahu Teala’nın vaadinden dönmeyeceğini bildiren başka ayetler de var. Mesela Zümer Suresi’nin 20’nci, Ra’d Suresi’nin 31’inci ayetleri.
Mustafa Kaplan’ın yukarıya
aldığımız türden laflarına “Kur’an’ı ölçü alarak” baktığımızda onun
“bilmeyenler”den ve “ilimde rüsuh sahibi olamamışlar”dan olduğunu farkediyoruz.
Bununla
birlikte, günahkârlığının farkında olması bir meziyet.
“Bizim
ise günâhtan başka imtiyâzımız yoktur” diyor.
Hatta,
“Günâhsız geçen bir ânımız var mı?” sorusunu yöneltiyor.
Günahları
arasında bu türden yazılarının da yer alıp almadığı hususu üzerinde
düşünmesinde fayda var gibi görünüyor.
*
Mustafa Kaplan sadece Kur’an’ı değil, okuduğu Risale-i Nur’u da anlamamış.
Bediüzzaman
şöyle diyor:
“Hulf-ül va'd ise hem zillet, hem tezellüldür. Hiçbir
cihetle celal ve kudsiyetine yanaşamaz.” (Sözler,
Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat)
“İşte
bak ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik
ediyorsun. Ve hiçbir vechile hulf ve hilafa mecburiyeti olmayan ve hiçbir
cihetle hilaf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına
şehadet eden bir zâtı tekzib ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya
müstehak olursun.” (A. y.)
“İbadet ettiğin ve tanıdığın Hâlık-ı Zülcelal'in va'dine iman ve itimad et. Ona va'dinde hulfetmek muhaldir.” (Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam)
*
Mehdî
ve “nüzul-ü İsa (a.s.)” meselesine gelince..
Evet,
hadîslerden, onların geleceği anlaşılıyor.
Ancak,
zamanı konusunda açık bir bildirim yok.. 2025, 2027, 2030 vs. diye tarih
verenler, bu konuda açık bir delil getirebiliyorlar mı?
Hayır!..
Tahmin vs. söz konusu.. Bunlarda ise yanılma da, isabet de olur.. Fakat bu tür
tahminleri “Allah’ın vaadi” katına yüceltmek cehalettir. (Öyle bir cehalet ki, frensiz gidildiğinde son durak, "haham ve rahiplerin rab edinilmesi"ne benzer bir şirk olabilir.. Hatta ondan da kötü, çünkü böyleleri bazen "tarih"leri ulemadan da değil, kahinlerden, astrologlardan, falcılardan, medyumlardan vs. alıyorlar.)
Söz
konusu tahminleri yapanlar için “Çuvalladılar netekim” demek gerekirken onları
sorgulamayıp Allahu Teala’ya (Kur’an ayetlerini de gözardı ederek) haşa
döneklik izafe etmek büyük bir cüretkârlık ve had bilmezlik.
Allahu Teala için değil vaadinden dönmek, vaîdinden dönmek bile mevzubahis olamaz.
(İbn
Arabî’nin Cehennem azabı hakkında bu türden zırvaları, sözde keşfiyatı
var.. Ancak bu zırvası, diğer birçok zırvası gibi, orijinal değil. Kendisinden
önce bunu savunanlar olmuş ki, İmam Gazalî İhya’nın
ikinci cildinin sonlarında bu türden iddialarda bulunanlara cevap veriyor.)
*
Kaplan’ın, yukarıya aldığımız paylaşımında “Bakın
Müslümânların ülkelerine, devletlerine, ordularına, cemâatlerine;
hangisinin eliyle insânlık kurtuluşa çıkabilir?” dediğini görüyoruz.
Bir
başka paylaşımında ise, “…
sekiz sene önce yazdığımız bir beyânnâmeyi, dört sene önce burada
paylaşmışım. Sufizm tehlikesine dikkat çekmişiz!” diyor.
Sufizm dediği,
tarikatlar..
Günümüzde tarikatların büyük ekseriyetinde iş olmadığı kesin de,
sufîliğin bir aslı esası, sahicisi yok mu?
Sufîlik nerden tehlike oluyor?
Türkiye için konuşmak gerekirse, sufîliğin günümüzde yozlaşıp çığırından
çıkmasında laik (siyasal dinsiz) devletin de etkisi ve katkısı var.
Bu ülkede sufîliğin öncelikle laik (siyasal dinsiz) devletin “örtülü” operasyonlarının, laikleşme ve demokrasi (demosperestlik, halkın çoğunluğuna taparlık) eksenli "güncellemeciliğinin" nesnesi olmaktan kurtarılması gerekiyor.
*
Ancak, Mustafa Kaplan’ın laik (siyasal dinsiz) devlete “İslam'dan ve tarikatlardan
elinizi çekin!” demek yerine, onları tarikatlara karşı harekete geçmeye
çağırdığını görüyoruz.
Sözünü ettiği “beyanname”de şu ifadeler yer alıyor:
"İslâm ülkelerinin hemen her yerinde, Afganistan’da,
Pakistan’da, Somali’de, Nijerya’da, Yemen’de, Irak’ta, Suriye’de sofizm
hareketi mensubları Amerika’yı desteklemektedir.
"I5 Temmuz’da ülke olarak yaşayarak gördük ki, bir
cemaat devleti ele geçirecek güce erişmiş! Devletin kılcal damarlarına sızan
cemaatler, hiç Diyanetin kontrolüne girer mi? Bilakis onlar Diyaneti kontrol
altına alacaklardır. Diyanet müfettişlerinin bu tür yapıları kontrol
edemeyeceği geçmiş tecrübelerle bilinmektedir.
Şu an meşrûiyyeti yokken devlete kafa tutabilen yapılar
meydanda iken, Diyanet bu cemaatleri meşrulaştırırsa, devlet yeni 15
Temmuz’lardan kurtulabilir mi? Sofizm hareketinin bir parçası olan FETÖ ile
mücadelede zorlanan devletimiz, hareketin bilinmeyen unsurlarının birleşmesi
hâlinde ne yapabilir?
"Ayrıca unutulmamalı ki, sofizm hareketinin başında
bulunan hiçbir şeyh Diyanetin toplantısına bizzat gelmez, kendi yerine bir
vekili gönderir. Diyanet çocuklarla muhatab olur. İhtiyac olduğu zaman
kendileri Diyaneti çağırıp ayaklarına getirirler. Bu ise izzet-i İslâmiyyeyi
kırmaktır. Diyanet İşleri Başkanı şahsı namına, kendi adına o tür ziyaretleri
yapabilir, ama Diyanet Kurumunu ve Müslümanları temsilen yapamaz.
"Diyanet bu hatâsından vaz geçmeli, Müslümanlara bu
hakareti yapmamalıdır. Böyle bir hareket, Kur’ân’a hakarettir, Hadîse
hakarettir, Dîne de hakarettir, Memlekete de hakarettir… Her Müslüman, hak
olmak şartıyla bir fikri kabul edebilir. Fakat, bu fikrin bir mensûbiyyeti
ifade etmesi, “ca’cısı” “cu’cusu” olamaz.
Yani, kimseye karışmadan herkes kendisi ferd olarak bunu
takip edebilir, cemaatçi olamaz. “Şafiîler böyle gelsinler, Hanefileri böyle
ayrı toplayalım” gibi şeyler olamaz. Bu, dînde tefrikadır. Tefrika kabul
edilemez. Herkes ferdî olarak bir meşrebi, bir mezhebi taklit ve takdir
edebilir; ona mahsustur.
"Bunu cemaatleştirmek, örgütleştirmek suretiyle
canlandırmak şer’an haramdır."
Dört sene önce söylediklerimiz bugün için de geçerli değil
midir? Evvelâ kendi içinde millî birliği te'mîn etmesi gereken devletimizi biz
uyarmazsak, kim uyaracak?
*
İlk paragrafta söylediklerini vakıa yalanlıyor.. Bir defa, Afganistan’da
ABD’ye karşı mücadele eden Taliban mensuplarının önemli bir bölümü tarikat
mensubu. (Afganistan’a gidip İçişleri Bakanı ile görüşmüş olan birisi bana,
onun Nakşî şeyhi olduğunu söylemişti.)
Sufî bilinen birilerinin Amerikancı olmaları sufîliklerinden değil, sahici
sufî olamamalarından kaynaklanıyor.
Mesela, (ABD ve İsrail güdümlü) 28 Şubatçıların karşısındaki en gür seda olan Prof. Dr. Mahmud Esad
Coşan Hoca, Amerikancı mıydı?!
Beyannamenin ikinci paragrafına geçelim.. FETÖ (Fethullahçı Takiyye Örgütü), sufî bir hareket mi ki
onu örnek veriyorsun?!
Fethullah, “devlet”in adamıydı, palazlanıp güçlenince “ulusal” ligden “uluslararası” lige transfer oldu..
İşin trajikomik yanı ise, onun bu şekilde “sınıf
atlamasını” sağlayan da devletin kendisiydi.
*
Üçüncü paragrafa gelelim.. Şeriat’te (Papalık benzeri) “diyanet işleri başkanlığı” diye
bir makam ya da kurum mu var?!
Üstelik, söz konusu olan “laik (siyasal dinsiz, Şeriat’i “iplemeyen”)
devletin yasalarına bağlı” bir başkanlık..
İzzet-i İslamiyeymiş.. Yesinler senin izzetini!
Yazar bir de “cemaatleştirmekten, örgütleştirmekten” söz ediyor.
Yani tekkeler, dergâhlar yasak olsun öyle mi?..
Diyelim ki sen bir Hanefî alimisin, ders verirsen ve ders halkan
genişlerse fiilen bir medrese kurmuş ve örgütleşmiş, cemaat haline gelmiş
olursun.. Sosyolojinin çarklarının dönmesine engel olamazsın. (İnzivaya/uzlete çekilirsin, ya da çekilmek zorunda kalırsın, bırakılırsın, o başka.)
Aynı şey Risale-i Nur dersleri için de geçerlidir.. Topluca ders yaptığınızda cemaatleşirsiniz.
Laik öğretim kurumlarında bile benzer bir durum yaşanıyor.. Bir Mülkiye cemaati, Galatasaray Lisesi cemaati oluşuyor.
*
Tefrikaya gelince..
İşte bu şekilde sufîlik (tarikat) düşmanlığı yapmak, tefrikanın ta
kendisidir.
Laiklik (siyasal dinsizlik) tandanslı bir birlik ve beraberlik, İslam’ın
istediği birlik ve beraberlik midir?!
*
Günümüzde devletler, “tehlike” olarak gördükleri kesimleri parçalayıp
bölerek, aralarına nifak sokarak idare ediyorlar.
Her tarafa ajan (suret-i haktan gelen bir tür "gönüllü" kayyum) yerleştiriyor, söz konusu yapıları suhuletle içeriden ele geçiriyor ve kontrol altına alıyorlar.
Bakarsın ki “selefî” görünümlü bir ajan, tarikatçılara küfreder, tekfir edip
cehenneme yollar, en ağır hakaretleri yapar, bunun sonucunda da tarikatçı,
bütün selefîleri aynı torbaya koyup düşman beller.
Yahut bir “özde ajan sözde tarikatçı”, Nurcu diye bilinenlere ipe sapa
gelmez suçlamalar yöneltir, onların tasavvuf ve tarikat düşmanlığının coşup kabararak zirve
yapmasına neden olur.
Devletlerin istihbarat örgütleri hedef aldıkları "sivil" gruplara her zaman (daha doğrusu hiçbir zaman) doğrudan saldırmazlar.
Taşeron kullanırlar.
*
2014 öncesinin Türkiye'si için konuşalım..
Diyelim ki sen Fethullahçılara “gıcık” oluyor ve bunu söylüyordun..
İstihbarat teşkilatları seninle uğraşmak istediklerinde Fethullahçılar arasındaki ajanlarını harekete geçirip onlar üzerinden sana oyun kurabilirler(di).
Bu, seninle uğraşan her Fethullahçının ajan olmasını gerektirmez. Bir ajanın diğer Fethullahçıları dolduruşa getirmesi yeterlidir.
(Kaset çekimleri de böyle yapılır; sana tutup mini etekli telekız göndermezler, senin vasıtanla irşad olacak, hidayetini derinleştirecek "irşad heveslisi mütedeyyin bayan" gönderirler, ılık sudaki kurbağa gibi yavaş yavaş haşlanır kıvama gelirsin ve yoluna şantaj kurbanı devletçi "kaset gazisi" olarak devam edersin..
Böyle şeyler, çağdaş devletlerin ultra çağdaş gizli servislerinin doğasının/fıtratının/"şakile"sinin ayrılmaz parçası durumunda.. "Ayılana gazoz, bayına limon" babından erkeğe kadın, kadına erkek gönderirler.. TRT'nin MİT'i anlatma iddiasındaki Teşkilat dizisinin son bölümlerinde MİT'çi Korkut'un hedefteki Kraliçe kod Kate'e sırnaşıp asılarak kur yapması senarist cahilliğinin ürünü değil. "Mevzubahis olan vatansa namus da teferruattır" netekim.
Zaten Selanikli Mustafa Atatürk'leri de Kâzım Karabekir Paşa'ya "Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkumdurlar.... din ve namus telakkisini kaldırmalıyız" dememiş miydi?!
Atatürkist birileri istihbaratçılara, "Dini ve namusu olanlar istihbaratçı olamaz" şeytanî mottosunu ezberletiyor olabilirler mi?)
Dolayısıyla, kuklaların bol ve ucuz olduğu bir ülkede yaşıyorsan, FETÖ gibi devletin laik (siyasal dinsiz) serasında yetiştirilmiş hormonlu kuklaları bırakıp kuklacılar
üzerinde kafa yormak zorundasın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder