DİNİ ALLAH’A HAS KILMAK VE TEKFİRCİLİK

 






Yeni Akit yazarı Abdurrahman Dilipak’ın bir yazısındaki şu satırlar, Selefîler arasındaki aşırı ya da tekfirci bilinen grupların anlayışını yansıtıyor:

Hayat devam ediyor ve biz imtihan oluyoruz.. Bugün başka bir gündemi yazacağım.

Hep Müslümanların vahdetinden söz ediyoruz da, peki nasıl olacak bu iş. Sufi’si, Selefi’si, Şii’si yerinden milim kıpırdamayacak, kendini değiştirmeye yanaşmayacak, sonra da vahdet olacak..

Yok böyle bir şey.. Gerçekten vahdet istiyorsanız, dininizi Allah’a has kılacaksınız.. Yanılmaz önderlerin, liderlerin karizması çevresinde bir birlik iddiasında bulunmayacaksınız. Öyle haşa gayb tasarrufuna, kalpler üzerinde tasarrufa sahip liderlerle neyi istişare edeceksiniz, neyin şurasını yapacaksınız ki.

(http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/abdurrahman-dilipak/ortaya-karisik-17157.html) 

Evet, ikide bir Selefîlik düşmanlığı yapan Abdurrahman bunları yazmıştı. Kendisinin onlardan nasıl bir farkı varsa?!..

Bu ifadeleri, belirli kesimleri açıkça tekfir etmesi anlamına geliyor.

Çünkü, “dini Allah’a has kılmamak”, Kur’an-ı Kerîm’de, kâfirlerin/küfrün özelliği olarak anlatılmaktadır.

Dini Allah’a has kılmayanlar, kâfirdir, müşriktir:

“Vaktâ ki onlar gemiye binmiş olurlar, dini Allah'a tahsis etmek sûretiyle muhlisane (muhlisîne lehu’d-dîne) duada bulunurlar. Vaktâ ki, onları selâmetle karaya çıkardı mı, o vakit hemen şirke düşerler.” 

(Ömer Nasuhi Bilmen Meali, Ankebut, 27/65)

*

Tevbe Suresi’nin 31’inci ayet-i kerimesinde bildirildiği gibi, Yahudiler ve Hristiyanlar hahamlarını ve rahiplerini rabler edinmişler ve böylece müşrik/kâfir hale gelmişlerdir.

Peygamber Efendimiz s.a.s., Yahudi ve Hristiyanlar’ın, haham ve rahiplerinin “Şu helaldir, şu haramdır” şeklindeki sözlerini Allahu Teala’nın açık emirlerine ve peygamberlerinin tebligatına aykırı olduğu halde kabul etmeleri yüzünden, o haham ve rahipleri rab edinme konumuna düştüklerini açıklamıştır.

Günümüzde Müslümanlar arasında da benzer durumlar yaşanıyor.

Gerçek ulemanın, Allahu Teala’nın emir ve yasaklarını açıkça duyurduklarını, alim bilinen kimilerinin de, bu emir ve yasaklarla çelişen birtakım “fetvaları” yaldızlı ve dolambaçlı ifadelerle dile getirdiklerini görüyoruz.

Yani, ulemadan bazısı “dini Allah’a has kılıyor”, bazısı da “kendi kafasından din uyduruyor”.

*

Ve, bu kendi kafasından din uyduranların, dini Allah’a has kılanları “tekfircilik”le suçladıklarına şahit oluyoruz.

Ehl-i Sünnet tekfir etmez” teranesiyle ortaya çıkıyor, gerçekten tekfir edilmesi gerekenleri bile tekfir edenleri “Selefîler, dini ideoloji haline getirenler, dinin manevî ve derunî boyutunu, ahlâkî yönünü görmezden gelenler, irfandan nasipsizler” filan diyerek yerin dibine batırıyorlar.

Fakat, “Sünnet ehli” (ehl-i Sünnet) olmanın ne anlama geldiğinden haberleri yok.

Öte yandan kimi konularda selefîce bir üslubu benimsemiş olduklarının farkında değiller.

Selefîlerin meziyetleri bunlarda yok, fakat kusurları eksiksiz olarak var.

*

Mesela, laiklik meselesinde durum bu.

Laiklik kavramı selefin kitaplarında mevcut değil (Burada seleften kastımız eski Ehl-i Sünnet uleması).

Onların zamanında laiklik diye bir ilke (ya da ideoloji) mevcut olmadığı ve bu kavram kullanılmadığı için laikliğin hükmüne dair bir şey söylemiş değiller.

Ancak, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Zahidü’l-Kevserî gibi yakın dönem Ehl-i Sünnet âlimleri, dini Allah’a has kılarak, laikliği benimsemenin küfür olduğu fetvasını vermişler.

Ehl-i Sünnet tekfir etmez” diye yazı döşenen zevata göre ise, müslüman olduğunu söylüyorsan bu sana yeter, ardından laikliği benimseyebilir, Şeriat yerine laiklik tavsiyesinde bile bulunabilirsin. 

Ve bu noktada, Ehl-i Sünnetçiliği de, Selefîliği de sahte olan bir “Ehl-i Sünnetçi Selefîlik” devreye giriyor, “Hani seleften hangi alimin kitabında laikliği benimsemenin küfür olduğuna dair bir kayıt var?! Demek ki laikliğin savunulmasında bir mahzur yok” diye akıl yürütüyorlar.

Şeytanî kepazeliği bu noktada bıraksalar iyi, laiklik karşıtlığı ve Şeriat savunuculuğunu İslamcılık adı altında lanetlediler. 

"Küresel küfür kumpanyası"nın Türkiye bayiliğini yapan bu alçaklara göre İslamcılık bir ideolojiydi, "din olan İslam"dan farklıydı.

Tam komedya, tam soytarılık.. Fakat bu akla ziyan imansız ve ahlâksız tiyatro bu ülkede oynandı.

*

Evet, Abdurrahman efendinin dikkat çektiği gibi, tasavvufî gruplar içinde sapıtanlar, şeyh ya da liderlerine yanılmazlık atfedenler, onları Allahu Teala’ya ait sıfatlarla muttasıf görenler mevcuttur.

Fakat, sapıtma, sadece onlara mahsus bir özellik değil.

Bir tarikatçı, (Ehl-i Sünnet'in keramet anlayışının sınırlarını aşarak) şeyhinin Allahu Teala gibi gaybı bildiğini ve insanlar ve eşya üzerinde Allahu Teala gibi tasarrufa sahip bulunduğunu, dilediğini hidayete eriştirebileceğini ya da günahlardan temizleyebileceğini kabul ettiğinde sapıtmış olur da, mesele gayb meselesi olmaktan çıkıp şehadet âlemine (şahit olunan, herkesin gözlemlediği âleme) geldiğinde, kulları Allahu Teala gibi yasa, kural ve hüküm (şerîat) koyucu kabul edenler sapıtmış olmaz mı?!

Biri, gaybî konularda kulları Allahu Teala’ya denk tutuyor, diğeri ise, şehadet âlemi söz konusu olduğunda, Allahu Teala’ya denk tutmak bir tarafa, O’ndan da yüce bir makama çıkarıyor. Allahu Teala'yı yok sayıyor.

“Milletimiz ve milletimizi temsil eden seçilmiş yöneticilerimiz Allahu Teala gibi hüküm koyabilirler” bile demiyorlar, “Aziz milletimizin ve yöneticilerimizin iradesi ve seçimi söz konusu olduğunda Allahu Teala’nın hükümleri (Şerîat) yok hükmündedir” diyorlar.

Demiyorlar mı?!

*

Evet, kulları, teşrî (kanun koyma, yasa yapma) hususunda Allahu Teala’dan daha yüce bir konuma çıkarıyorlar.

Allah’ın dini, dinin Allah’a has kılınmasını istiyor, bunlar ise, Batı’dan aldıkları, kendilerine Vestfalya Düzeni’nden ve mason Fransız ihtilalcilerinden miras kalmış laiklik ilkesi gereği, yönetim düzeyinde dinler arasında tarafsız kalmayı savunuyorlar.

“Tek devlet, tek vatan, tek millet, tek bayrak” diyorlar, fakat “Tek Tanrı, Tek Din!” diyemiyorlar.

Onun yerine, “Laikiz” diyorlar…

Yani, “Tanrılar çok olabilir, varsın olsun. Dini Allah’a has kılmak şart değil, diğer tanrılara da pay kalsın. Bizim rejimimiz, bizim yönetimimiz bunlar arasında tarafsız olsun” demeye getiriyorlar.

Getirmiyorlar mı?!

*

Tamam, gaybî hususlarda Allahu Teala’ya ortak koşulmasından rahatsız olmanız gayet iyi birşey..

Peki şehadet âlemi söz konusu olunca neden “ayar”larınız birden bire bozuluyor?

Neden, küfre küfür, şirke şirk demiyorsunuz, diyemiyorsunuz?

Neden, Allah’ın dini (Şeriat) ile laiklik arasında seçim yapma durumu söz konusu olduğunda tercihiniz laiklikten yana oluyor?

Neden açıkça ya da dolambaçlı ifadelerle Şerîat’e (Allah’ın dinine) karşı laikliği savunuyorsunuz?

Neden sizin için millî irade ya da millet iradesi denilen talepler, Allah’ın hükmünden/iradesinden daha değerli?

Neden Şerîat’i değil de laikliği ve demokrasiyi savunuyorsunuz?

Neden, size sunulan laiklik ve demokrasiyi Şerîat’e göre sorgulamıyor, Şerîat terazisinde tartmıyorsunuz da, Şerîat hükümlerini demokrasi ve laiklik kriterlerine göre “sınırlı sorumlu” tarzda savunuyor ya da onlara bu kriterlerin izin verdiği kadar özgürlük ve hayat hakkı tanıyorsunuz? Tanınması gerektiğini kabul ediyorsunuz?

Neden?

Neden, neden, neden?

*

Abdurrahman gibi “laik düzen müslümanları” bunları yazmaz..

Öğüt veriyormuş numarasıyla Müslümanlığı ve Şerîat’i “korkunç” göstermek için ellerinden geleni yaparlar.

Son dönemde “laik devlet” kendi ürettiği “numaracı” bir Frankeştayn’a, FETÖ’ye savaş açmış bulunduğu için, dini Allah’a has kılmanın “gaybî” boyutu çerçevesinde, sözde dini savunuyormuş gibi yaparak, “laik devlet”lerine hizmet ederler.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...