İSMET İNÖNÜ: "İSTİKLÂL MÜCADELESİNİN BAŞARISI İNGİLİZLER'İN ESERİ"




Dr. Seyfi Say


Kurtuluş Savaşı da dediğimiz Atatürk liderliğindeki Millî Mücadele'nin başarısı, İngilizler'in buna karar vermesinin ve müttefikleri olan Fransızlar ile İtalyanlar'ı buna mecbur etmesinin, zorlamasının sonucudur.

Yani, ortada bir başarı varsa, bu, büyük ölçüde İngilizler'e ait.

Evet, bizim şu "çılgın Türkler" masalının özeti bundan ibaret. 

Bunu ben söylemiyorum.

Bunu söyleyen, İkinci Adam İsmet İnönü.

Atatürk'ün başbakanı, sağ kolu.. Türkiye'nin ikinci cumhurbaşkanı..

Kurtuluş Savaşı'nın içyüzünü biz ondan daha mı iyi bileceğiz?!

1973 yılında, Cumhuriyet’in ellinci yılı münasebetiyle verdiği bir demecinde bu gerçeği gayet açık, anlaşılır ve veciz bir biçimde ifade etmiş:

"İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur."

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

Adam daha ne desin?!

*

Demek ki, İngilizler, Padişah Vahideddin'in başarılı olmasını istememişler.

Asıl destekledikleri kişi, Atatürk.

Burada akla gelen soru şu: İngilizler buna niçin ve nasıl karar verdiler?

İstedikleri şey neydi?

*

Cevabı, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan tabloya bakarak vermek mümkün.

İngilizler, Osmanlı'nın hukukî varlığına son verilmesini, yerine, yönünü Batı'ya dönmüş bir ulusal (ırk esaslı, ümmetçi olmayan) devlet kurulmasını istiyorlardı.

Ayrıca, Ortadoğu petrollerinin üzerine oturmaya karar vermişlerdi.

Bu da, her ne kadar Misak-ı Millî (ulusal yemin, ahd-i millî) sınırları içinde olsa da, Musul ve Kerkük'ü almaları anlamına geliyordu.

İstiklâl Harbi'nden sonra bunlar oldu.

Oysa, Erzurum ve Sivas kongrelerine katılanlar, TBMM'nin ilk milletvekilleri, Osmanlı Devleti'ni, hilafet makamını koruma yönünde yemin etmişlerdi.

Ayrıca, Misak-ı Millî sınırları içinde kalan toprağı kanlarının son damlasına kadar savunulacak "vatan" kabul ediyorlardı.

Onların değil, İngilizler'in istediği ve beklediği oldu.

Bir başka soru: 

Müttefikleriyle aralarının limonî olması pahasına Ankara'nın istiklâl mücadelesinin başarısına karar veren İngilizler, bu başarının kendi "ulusal çıkarlar"ına hizmet edeceğinden nasıl emin olmuşlardı?

Kime veya neye güveniyorlardı?

*

Diğer bir soru:

İngilizler bu kararı, Atatürk İstanbul'dan Anadolu'ya gitmeden önce mi, yoksa sonra mı vermişlerdi?

Sonra verdilerse, bunun nedeni, Erzurum Kongresi'nde gündüz saltanat ve hilafet makamını korumak için yola düştüğünü söyleyen Atatürk'ün gece de yakın arkadaşlarına "Osmanlı Devleti'ne son vereceğiz, cumhuriyet ilan edeceğiz, Latin (İngiliz) harflerini alacağız, şapka giyilecek, tesettür (İslamî örtünme) kalkacak ..." diyor olduğunu mu haber almışlardı?

Bu kararı, o Anadolu'ya gitmeden önce verdilerse, bunun nedeni, İngiliz komutanlarla Pera Palas Oteli'nde tanışıp görüşen Atatürk'ün İngilizler'e bazı sözler vermiş, taahhütte bulunmuş olması olabilir miydi?

Atatürk, (Nutuk'taki kendi itirafına göre bir iki, Rauf Orbay ile Cevat Abbas'ın tanıklığına göre ise iki üç kere mahrem/gizli görüşme yaptığı) İngiliz İstihbaratı'nın (gizli servisinin) İstanbul şefi Rahip Robert Frew ile anlaşmış mıydı?

*

Bilindiği gibi TBMM, Misak-ı Millî (ulusal yemin) ile ilan edilen vatan sınırlarının korunmasını millî mücadelenin hedefi olarak ilan etmişti.

Ancak, bunu kendileri icat etmiş değillerdi.

Kendilerinden önce Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı (Milletvekilleri Meclisi) Misak-ı Millî adı altında bir beyanname yayınlayarak söz konusu sınırlar içindeki toprakların bir başka devlet tarafından işgaline razı olmayacaklarını duyurmuşlardı. 

Doğal olarak, Atatürk'ün liderliğindeki TBMM, Osmanlı Parlamentosu'ndan daha az kahraman ve daha az vatansever olamazdı. 

Bu yüzden, Falih Rıfkı'nın belirttiği gibi, “Mustafa Kemal ise Misak-ı Millî der, ne Nuh ne Peygamber demez”di. ((Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 21.)

Bununla kalsa iyi, ayrıca bir de, "Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır" vecizesini üretmişti.

*

Ancak, sonraki gelişmeler, bu vecizenin bir palavra olduğunu ortaya koydu.. 

Hem de bütün palavraların anası..

İsmet İnönü Lozan’da epeyce bir taviz verince TBMM’de milletvekilleri itirazlarını dile getirmişler, bu arada Misak-ı Millî de gündeme gelmişti.

En sert eleştirileri yöneltenlerden biri İzmit milletvekili Sırrı Bey‘di (Hüseyin Sırrı Bellioğlu):

Arkadaşlar, biliyoruz ki, birkaç seneden beri Misâk-ı Millî nâmı altında toplanan bir kül [bütün] etrafında dolaşıp durmaktayız ve onun  bir kelimesi için milletimiz binlerce kan dökmüştür Bu Misâk-ı Millî’nin lâ-yetegayyer [değişmez] olduğunu, harfinden vazgeçemiyeceğimizi âleme ilân için mümkün olsa Arş-ı Azam'a [göklerin üstüne] yazacakdık. …[Lozan delegeler kurulumuz] … Lozan’a gittiler ve orada …Misâk-ı Millî’den feragat ettilerarazi [vatan toprağı] meselesinde tamamen feragat etti. Hiçbir noktası temin olunamadı ve binaenaleyh milletin senelerden beri etrafında dönüp dolaştığı ve âleme ilân edilen Misâk-ı Millî çiğnendi, heba oldu, İptal edildi, battal edildi.
(TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3,  İstanbul: İş Bankası Yayınları, 1985, s. 1310.)

Mustafa Kemal, buna cevap olarak mugalata ve demagoji silahına sarılmış, “Misak-ı Millî diye bir harita yok” diye resmen yalan söylemişti:

Bazı arkadaşlarımız, mesela Sırrı Bey gibi arkadaşlarımızın medar-ı kelamı [sözünün dayanağı Misak-ı Millî oluyor. Heyet-i murahhasa [Lozan delegeler kurulu] Misak-ı Millî’yi mahvetmiş, Heyet-i Vekile [Bakanlar Kurulu] Misak-ı Millî’yi feda etmiş. Ben de diyorum ki, Sırrı Bey Misak-ı Millî’nin ne olduğunu anlamamıştır. Misak-ı Millî şu hat bu hat diye hiçbir vakitte hudud [sınırlar] çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve heyet-i celilenin [yüce Lozan kurulunun] isabet-i hazırıdır [şimdiki görüşüdür].

(A.g.e., C. 3, s. 1318.)

İnancına göre, milletin menfaatini bir tek kendisi biliyordu. 

Ve milletin menfaati, Musul'un İngilizler'e bırakılması demekti.

*

Sırrı Bey’in Atatürk'e cevabı şu olmuştu:

Anlamadığımı söylediğiniz Misak-ı Millî’nin bendeniz min gayri haddin muharrirlerindenim [Meclis-i Mebusan'daki yazarlarındanım, kaleme alanlarındanım].

Baltayı taşa vurduğunu anlayan Atatürk'ün buna verdiği cevapsa, dilindeki vatan edebiyatının palavradan ibaret olduğunun kendi ağzından tescilinden ibarettir:

“Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok belâ koydunuz.”

(A.g.e., C. 3, s. 1319.)

Bunu söyleyen adam, “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır” diyerek mangalda kül bırakmayan, bir karış vatan toprağının bile kan dökülmeden terk olunmayacağını ilan eden babayiğit..

(Sırrı Bey, sonraki yıllarda sırf hükümetin politikalarını eleştirdiği için, evet sırf bu yüzden 9 yıl 4 ay hapse mahkum edilecektir. Nisan 1940 - Temmuz 1949 tarihleri arasında hapis yatacaktır.. Cumhuriyet devrinin gözünü sevdiğim fikir hürriyeti!..)


Ancak, ikinci oturumda bir başka milletvekili, Abidin Bey kürsüde şunu der:

Paşa hazretlerinin son beyanatlarından kendi nokta-i nazarımdan anladığım: Misak-ı Millî yoktur. İstediğimiz gibi bir harita çizeceğiz…. 

Kırdığı potun farkına yeni varan Atatürk, sözlerinin tutanaklara geçmiş olduğunu unutarak yine yalan söyler, “Demedim öyle bir şey” diye konuşur. (A.g.e., C. 3, s. 1321.)

Anlaşılan, herkesi kör, âlemi sersem sanıyormuş.

Yıllar sonra has adamı Falih Rıfkı, bütün milleti kör ve sersem zannettiği için olacak, inadına şöyle yazacaktır: “Mustafa Kemal ise Misak-ı Millî der, ne Nuh ne peygamber demez."  (Atay, Çankaya III, s. 21.)

Yalandan, palavradan kim ölmüş!..

“Şeyh uçmaz, mürit uçurur” diye bir laf vardır. Uçurulma konusunda şeyhler, Atatürk'ün eline su dökemezler.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...