İSLAMCILIĞIN VE ATATÜRKÇÜLÜĞÜN "ONTOLOJİ"Sİ

 






İlginç bir tevafuk (ya da rastlantı, her neyse).

Tam da Hilal Kaplan'ın kendilerine yönelik bir hakareti üzerinden Odatv'cilerin MİT mensubu Nuh Yılmaz'ın adını teşhir/meşhur etmelerinin ardından Zeytinburnu Belediyesi'nin Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi - Sempozyum Tebliğleri (ed. İsmail Kara, Asım Öz, İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, 2013) adlı kitabına bakacağım tuttu ve orada Nuh Yılmaz'ın bir tebliğine (makalesine) rastladım.

Kitaba daha önce bakmış olsaydım, ismi aklımda kalmazdı. Orada bir makalesinin bulunduğunu hatırlayamazdım. (Tabiî tebliğ, MİT'te mesaiye başlamasından önceki döneme ait.)

Yazısının başlığı şöyle: "İslâmcılık Tartışmasına Katkı: İslâmcılık ve AK Parti’den Sonra İslâmcılık".

Yazarın şu tespiti, İslamcılığı sömürgecilik dönemine özgü tepkisel bir harekete indirgeyenlere cevap olması bakımından önemli:

Bir siyasi özne pozisyonu olarak İslâmcılık, Müslümanların ülkelerinin sömürgeleştirilmeye başlaması ile birlikte ortaya çıkıyor. Bu tarihsel dönem eğer sadece sömürgeleştirme ya da sömürgecilikle mücadele tecrübesinden ibaret olsaydı, İslâmcılık bir sömürge-karşıtı siyasi akım olarak kalır, sömürge sorunu çözüldüğünde de biterdi. (s. 778)

Ancak, bunu izleyen cümlesinda bazı hatalar var:

Oysa sömürgeciliği dünya tarihine oturtursak, bu dönem Müslümanların ilk defa gayrimüslim yönetimler altında yaşamak zorunda kaldıkları, Modern ulus devletin ortaya çıktığı, Müslümanların devlet ve siyasetle ilişkisinin değiştiği/dönüştüğü, vatandaşlığın oraya çıktığı bir döneme tekabül ediyor. (A.y.)

Müslümanların gayrimüslim yönetimler altında yaşamak zorunda kaldıkları ilk dönem, modern ulus-devletin ortaya çıktığı dönem değil.

İran, Anadolu, Irak ve Suriye'ye hakim olan Moğollar da gayrimüslimdi. Zamanla müslümanlaştılar.

Yazarın bize teklifi, İslam ile İslamcılığı ayırmak.. Şöyle diyor:

... bu tartışmayı sağlıklı bir şekilde yürütmenin yollarından ilki modern bir özne pozisyonu olan İslâmcılık ile İslâm arasındaki farkın gündemde tutulmasıdır. Sadece İslâmcılık karşıtları değil, İslâmcıların da büyük bir kısmı İslâm ile İslâmcılık arasında ayrımın olmadığını savunurlar. Bir din olan İslâm ile, bir siyasal özne pozisyonu olan İslâmcılık arasındaki farkı gör(e)memek siyasal, entelektüel ve teolojik nedenlerle mümkündür. Ancak bu tür yaklaşımlar zaman zaman bütün tartışmanın önünü tıkayıcı bir işlev görmektedir. (s. 779)

Ancak, yazarın İslam ile İslamcılığı aynı şey olarak gördüğü de söylenebilir. Sözleri şöyle:

İslâmcılık bu esnekliği nedeniyle de her tür ideolojiyle ve özne pozisyonuyla hesaplaşabilir, pazarlık yapabilir, eklemlenebilir bir karakter kazandı. Süreç içinde de bazen bunlardan birine yakınlaştı ve kâh ‘İslâmcı Sosyalizm’ oldu, kâh ‘Liberal İslâm’. (s. 779) 

Liberal İslamcılık demiyor, Liberal İslam diyor.

Aslında İslam ile İslamcılığı ayıramayız. 

Hukuk ile hukukçuluğu birbirinden ayıramayışımız gibi.

"Hukuk başka hukukçuluk başka" dediğiniz anda film kopmuştur.

Mesela adam mahkemede yargılanıyor. Savcı ve hakimlere şöyle sesleniyor: "Hukuk başka, hukukçuluk başkadır. Burada sadece hukukçuluk var. Bana hukuktan söz etmeyin, hukuk başka birşeydir, o sizin babanızın malı değildir."

Bunu söyleyen adama gülerler.. Kimse muhatap alıp da tartışmaz.

Ancak, böylesi akla ziyan tartışmalar, İslamcılık söz konusu olunca yapılır da yapılır.

Sırf milleti niçin İslamcı olmaması gerektiğine inandırmak için.

Demagojinin, mugalatının, kelime oyunlarının, laf ebeliğinin bini bir paradır bu piyasada. 

*

İslamcı kelimesini İslamcı denilen insanlar icat etmediler.

Onlar, kendileri için müslüman sıfatını yeterli görüyorlardı.

Onlara İslamcı diyenler, İslam ile bir şekilde sorun yaşayan adamlardı.

Mesela bu topraklarda İslamcı kelimesini ilk icat edip kullanan kişi, Ziya Gökalp'ti. Kürt'tü, Türkçülük yapıyordu.

Benzer şekilde Batılılar da "muslim" (müslüman) yerine Islamist tabirini icat ettiler. Onların dillerinde "ci, cı" yoktu, "ist" vardı. 

Bunun ardından "İslam başka, İslamcılık başka, İslam bir din, İslamcılık ise ideoloji" demeye başladılar.

Ancak, onların din kelimesine yükledikleri anlam, aslında İslam'ın din tanımıyla uyuşmuyordu. 

Onların anladığı anlamda din olduğunda İslam, İslam'ın kendisi açısından bir din olmaktan çıkıyordu.

İslamcılık ise, İslam'ı İslam olarak muhafaza edip savunmaya çalışıyordu.

*

Çoğu zaman aynı şeyleri söyleriz, fakat kullandığımız kelime ve kavramlar farklı olduğu için birbirimizi anlamayız.

Nuh Yılmaz, yukarıya aldığımız sözleriyle, İsmail Kara'nın aynı kitaptaki "İslamcı düşüncenin ana kabulleri"nden biri olarak gösterdiği bir yaklaşımı gündeme getirmiş oluyor. Okuyalım:

Oryantalistlerin iddia ettikleri gibi İslâm bizzat kötü durumun, menfiliklerin kaynağı ve sebebi olamayacağına göre kabahat “İslâm’da değil Müslümanlardadır”. Modern dönem Müslüman aydınlarının kahir ekseriyetinin paylaştığı bu fikir bir taraftan kaynaklara dönüş hareketini, oradan yeni bir İslâm yorumunu (kendilerine göre sahih/doğru/gerçek İslâm anlayışını) beslerken bir taraftan da İslâm’la İslâm tarihi tecrübesi, İslâm ilimler mirası arasındaki mesafeleri, problemleri artırmakta idi.

Bu bakımdan kaynaklara (Kur’an’a, Sünnete ve Asr-ı Saadete dönüş) aynı zamanda yeni bir tarih anlayışı ve görüşü olarak karşımıza çıkacaktır. Bu yoruma göre Hz. Peygamber ve dört halife dönemi (yaklaşık yarım asır) dışta bırakılırsa İslâm tarih tecrübesi İslâm’a uygun/doğru bir şekilde yaşanmamıştır. Bu aynı zamanda İslâm’ın doğru anlaşılmadığı ve yorumlanmadığı manasına da gelmektedir. Bugünkü gerçek İslâm-tarihî İslâm ayırımlarının kaynağı da problemleri de buradadır.

Kara'nın eleştirdiği İslamcılar "Kabahat İslam'da değil, müslümanlarda" demişler. Nuh Yılmaz ise "Kabahat din olan İslam'da değil, fiilen mevcut olan (siyasal özne olan) İslamcılıklardadır" denilmesini sağlayacak bir ayrım öneriyor.

"Kabahat İslam'da değil, Müslümanlar'da" denilmesinden rahatsız olan Kara, ne denilmesini bekliyordu? Diyelim ki "Kabahat İslam'da da değil, Müslümanlar'da da değil" dedik.. Bu bir çözüm mü? Sorunu görmezden gelmek, sorunu ortadan kaldırır mı?!

İmdi, kabahatin Müslümanlar'da olduğu söylendiğinde bundan hep "bilgi" meselesini anlamak da doğru değildir. Olayın bir de amel boyutu var, bildiğiyle amel etmeme sorunu.. 

Kara, İslamcıların sorunu ele alış biçimlerinin "İslâm’ ile İslâm tarihi tecrübesi, İslâm ilimler mirası arasındaki mesafeleri, problemleri artırdığını" ileri sürüyor. 

Nuh Yılmaz ise tam da bu "mesafe ve problem"i tavsiye ediyor: İslam ile tarihî tecrübe olan İslamcılığı ayıralım. (İslamcılık da sonuçta İsmail Kara'nın sözünü ettiği türden bir tarihî tecrübe.)

Yani İslamcılar, (İsmail Kara'nın sunumuna göre) söylemleriyle bir bakıma, "İslam başka, bizim müslümanlığımız/İslamcılığımız başka, bir kabahat mevzubahis olursa suç biz müslümanlarda/İslamcılardadır" demiş oluyorlar.

İsmail Kara ise, "Yok, öyle demeyelim" diyor.

Burada bir çelişki var da, kimde, İsmail Kara'da mı, İslamcılar denilen kitlede mi?

İsmail Kara, İslamcıların "gerçek İslam" adına yaptıkları sorgulamayı reddettiğine göre, kendisinin de İslamcıları "gerçek İslam" adına eleştirme hakkı ortadan kalkar.

O halde İslamcıları ne adına eleştiriyor?

*

Nuh Yılmaz'ın sözlerine dönelim.

Yazısı çok fazla akademik bir dille kaleme alınmış. Seküler sosyal bilimlerin "büyülü" diliyle konuşuyor.

Şöyle bir cümlesi var: 

.. kavramların kapattığı dili pratik bir örneğin kullanılması, bu tartışmadan çıkmamıza yardımcı olur. (s. 782)

Evet kimi zaman pratik bir örneği kullanmak "kavramların kapattığı dil"i açabilir. Fakat aynı zamanda, Weber'in tabiriyle "büyünün bozulmasını" da sağlayabilir (Entzauberung). 

Nuh Yılmaz'ın İslamcılık etrafında söylediklerini pratik bir örneğe Atatürkçülüğe/Kemalizm'e uygulamakta fayda var.

Türkiye'de İslamcılığın önü Anayasa ve yasalar ile kapatılmıştır. Bu, siyaset alanına (pratiğe) hiç yansımayacağı anlamına gelmez, fakat kendisi değil de farklı birşeymiş gibi ortaya çıkmak zorundadır. Böylece "kimlik"siz hale gelir, kendisi olmaktan çıkar. Bu, Nuh Yılmaz'ın kullandığı tabirle "ontoloji" sorununun ortaya çıkması demektir. Pratikte İslamcılığa var olma hakkı tanınmamaktadır, o sadece sempozyumların, kitapların konusu olabilir.

Pratikte Atatürkçülük vardır, Türkçülük (milliyetçilik) vardır, laiklik (dinler arasında tarafsızlıkçılık, dinsizcilik) vardır. 

*

Malum, bundan 10 yıl önce Mümtazer Türköne, İslamcılığın öldüğünü, bittiğini ilan etmişti. Belki de bu, bir tespit değil, temenni olarak ortaya konuyordu. Öyle görünüyor ki, Türköne'nin olmasını istediği, dört gözle beklediği şeydi buydu.

Ancak, İslamcılık asla bitmez. Türk'ün, Kürt'ün İslamcılığı bitebilir, fakat İslamcılık devam eder. Mesela, "uygarlığın" nimetleri için ondan sen vazgeçersin, Afgan, NATO tarafından bombalanma pahasına sahip çıkar.

Hadislerde haber verildiği gibi, kıyamete kadar hak üzere cihat eden bir topluluk her zaman bulunacaktır. Onlar kınayanın kınamasından çekinmezler, birilerinin övgüsüne de, yergisine de aldırış etmezler. Kendilerine katılanı da, ayrılanı da umursamazlar.

Sonuçta ne oldu, İslamcılığı öldürmeye çalışan Mümtazer'in eklemlendiği (İslamcı olmayan, İslamcılık / Siyasal İslam karşıtı) The Cemaat öldü bitti. 

İslamcılık değil.

*

Yılmaz'ın şu cümleleri, İslamcılığı öldürmeye çalışanlara yapılmış bir itiraz anlamına geliyor:

... İslâmcılık farklı ideolojilerle, siyasetlerle eklemlenebilir, bazen solcu, bazen anarşist, bazen liberal renklerin ağırlığıyla ortaya çıkabilir. Bu farklı tezahürler İslâmcılığın öldüğünü ya da tasfiye olduğunu değil, farklı ideolojilerin etkisine girmeden, farklı siyasi özne pozisyonlarına teslim olmadan, bu farklılıkları da içine alarak, bunlarla hesaplaşarak yürüyebilme potansiyelini gösteriyor. (s. 778)

Eh, bu da olabilir.. Farklı ideolojilerin etkisine girmiyor, teslim olmuyorsanız, sorun yok. 

Fakat en iyisi hiç eklemlenmemek, müstağnî olmaktır.

*

Yılmaz'ın şu sözlerine gelelim:

Bu nedenle eğer İslâmcılık tartışmasını analitik olarak ‘İslâm’ tartışmasından ayırabilirsek, İslâmcılığın bağlamını yakalamak daha kolay olacaktır. Hatırlanacak olursa İslâm’ın farklı yorumları çerçevesinde gündeme gelen önemli başlıklardan birisi ontolojik olarak farklı bir metnin (Kur’an-ı Kerim), nasıl bir epistemolojiye yol açacağı tartışmasıdır. Bir başka deyişle, Halik-Mahluk tartışması ve bu tartışmanın sonunda ulaşılan cevabın yarattığı sonuçlardır. Bu tartışma özü itibariyle Allah’ın kelâmı olan bir Kitab’ın, yani farklı bir varlık düzlemine ait bir Kitab’ın, Kur’an-ı Kerim’in, tarih içinde yaşayan bitimli özneler –insan- tarafından nasıl anlaşılabileceği tartışmasıdır. Bu noktada bile tefsir sorunu üzerinden bir tarihsellik tartışması devam ederken, İslâmcılığı İslâm’a eşitlemek bitimli-tarihsel özneleri bitimsiz bir alana taşıma çabasıdır. (s. 779)

Bu ifadelerin zımnen içerdiği varsayımlar geniş bir tartışmayı hak ediyor, fakat bunu yaparsak konudan uzaklaşmış oluruz.

Onun yerine, "kavramların kapattığı dili pratik bir örneğe" uyarlayalım: Atatürkçülüğe: 

Bu nedenle eğer Atatürkçülük tartışmasını analitik olarak ‘Atatürk’ tartışmasından ayırabilirsek, Atatürkçülüğün bağlamını yakalamak daha kolay olacaktır. Hatırlanacak olursa Atatürk’ün farklı algılamaları çerçevesinde gündeme gelen önemli başlıklardan birisi ontolojik olarak farksız bir metnin (Nutuk), nasıl bir epistemolojiye yol açacağı tartışmasıdır. Bir başka deyişle, insan-insan tartışması (Atatürk de senin benim gibi bir insandı, bir tanrı değildi) ve bu tartışmanın sonunda ulaşılan cevabın yarattığı sonuçlardır. Bu tartışma özü itibariyle hata da yapabilen, yeri gelince takiyye yapıp yalan da söyleyebilen, şu anda da ölü bir kul durumundaki Atatürk'ün lafları olan bir kitab’ın, yani bizimkilerle aynı varlık düzlemine ait, varoluşsal olarak bizim kitaplarımıza üstünlüğü bulunmayan bir kitab’ın, Nutuk'un, henüz ölmemiş olup tarih içinde yaşayan özneler –yaşayan insanlar- tarafından nasıl anlaşılabileceği tartışmasıdır. Bu noktada böylesi kitapların tarihçiler tarafından nasıl değerlendirileceği tartışması devam ederken, bir devletin resmî ideolojisi kabul edilerek anayasa haline getirilen Atatürkçülüğü ölmüş Atatürk ile eşitlemek, bitimli-tarihsel, ölüp bitmiş bir özneyi teorik olarak bitimsiz bir geleceğe, bitimsiz bir alana taşıma çabasıdır. Yani Atatürk'ü haşa Allahu Teala gibi ölümsüz, geleceği de bilen, bizim hayrımıza olan şeyleri biz daha doğmadan takdir edip vahyetmiş bir tanrı haline getirmektir.

Bence bugün tartışılması gereken sorun budur: Bu ontolojik kepazeliktir.

İslamcılığı değil bunu tartışmalıyız.

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...