TÜRK BAYRAĞI, TÜRKİYE BAYRAĞI

 



Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nu vefatının ardından rüyamda görmüştüm.

Ayakta duruyor haldeydi, fakat hastaydı.

Ayrıca, rüyama göre, İsmailağa Cemaati’nin şeyhi Mahmud Efendi’den (ve cemaatinden) kendisi için bir şey yapmalarını istemiş veya bekliyor durumdaydı. (İstediği veya beklediği şey dua etmeleri de, hayır hasenat yapmaları da, Kur’an okumaları da olabilir, ne olduğunu aradan zaman geçtiği için unuttum.)

İmam Nablusî, rüya tabiri kitabında “Ölünün hasta olduğunu görse (hasta olduğu görülse), o ölünün kendisi ile Allah c. c. arasında olan şeylerden mes’ul olduğuna delalet eder” diyor.

Yazıcıoğlu’nun Allahu Teala’ya karşı nelerin hesabını vermek zorunda olduğunu bilemem, fakat şunu biliyorum, bütün dindarlığına ve hamiyyetine rağmen şu ırkçılık konusunda tam ve açık bir tavır sergileyememişti.

2002 yılında onların haftalık gazetesi Hür Gelecek’te sekiz dokuz ay kadar yazmış ve özellikle milliyetçilik konusu üzerinde durmuştum.

Bu yazılarıma Şehsuvaroğlu adlı sazende fikirle değil küfürle cevap vermeye kalkışmıştı.

O zaman Muhsin Bey, ahiret mesuliyetini düşünerek hareket etmemiş, konjonktüre ve parti içi dengelere göre davranmıştı. Gazetenin sahibi konumundaki ismin bana söylediğine göre, “Seyfi Bey’in yazılarına benim itirazım yok fakat parti tabanı kaldıramıyor” demiş bulunuyordu.

*

Bunları yazmamın nedeni, BBP Genel Başkanı Mustafa Destici’nin bayrak konulu açıklamaları.

Destici, bir başka partinin Kürt kökenli genel başkanının "Türk bayrağının ismi bana problemli geliyor" açıklaması için NTV ekranında şöyle celalli ifadeler kullanmış, esmiş gürlemiş:

“Reddediyorum, Kabul etmiyorum. Bizim ay yıldızlı bayrağımız Türk bayrağıdır. Ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin bayrağıdır. Çünkü devletimizi temsil etmektedir. Ona yeni isim aramak kabul edilemez, doğru bulmam. Bunu çok açık ve net bir şekilde ifade ediyorum.”

İki tarafın hassasiyeti de aslında anlamsız..

Çünkü Türk bayrağı demekle Türkiye bayrağı demek arasında bir fark yok.

Türkiye kelimesi “Türklük” anlamına gelir. Ha Türk bayrağı demişsin, ha Türklük bayrağı, değişen ne?!

Evet, Türkiye kelimesi Türklük anlamına gelir, Nakşibendiye’nin Nakşibendîlik anlamına gelmesi gibi..

Cerrahiyenin cerrahlık anlamına gelmesi gibi..

Sıhhiyenin sıhhîlik anlamına gelmesi gibi..

Kırtasiyenin kırtaslığı/kâğıtlığı ifade etmesi gibi..

Narenciyenin narenclik (narenç türünden olma) demek olması gibi..

Evet, Türkiye, Türklük demektir.. Ha Türk bayrağı demişsin, ha Türkiye (Türklük) bayrağı, farkı ne?!

*

Türk bayrağına Türklük bayrağı (Türkiye bayrağı) diyerek bir Kürt’ün de sahip çıkmasına bir Türk'ün memnun olması gerekirken şunun verdiği tepkiye bak!

İnsan kötü niyetli olsa buna “ihanet” adını takabilir, fakat ihanet değil, aptallık..

Ve ırkçı cahillik..

Hayat tecrübem bana şunu öğretti, müsbet milliyetçilik diye bir laf ve bunun edebiyatı var, fakat müsbet milliyetçilik diye bir şey yok.

Irkçılığın müsbeti olmuyor.

Milliyetçilik; cahillik, kitlesel/kolektif bencillik, enaniyet, gurur, kibir, tekebbür, büyüklenme ve narsisizmden ibaret.

Müsbeti böyle cahillikler ve akılsızlıklar yaparsa menfîsi ne yapmaz!.

Evet insan, Destici gibilere bakınca şunu söylemekten kendisini alamıyor: “En akıllısı Deli Bekir, o da zincirde yatur.”

 

DEMOKRATİK “HERKES BANA ‘İTAAT’ ETSİN, YOKSA ASAR KESERİM!” REJİMİ

 


Hayrettin Karaman, 14 Ağustos 2014 tarihinde “Hayırlı olsun” başlıklı bir yazı kaleme alıp, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını kutlamıştı.

Diyordu ki: 

“... son başkanı doğrudan halk seçti; demokrasi halkın iradesinin egemenliği ise bu konuda o egemenlik ilk defa ete kemiğe büründü. Şimdi başkan kanuni dönemi içinde vazife yapacak, bir manada imtihan verecek, halk beğenirse yine seçecek, beğenmezse değiştirecek. ‘Herkes bana bey’at etsin, etmeyen kafirdir, keserim’ diyenlerin de yaşadığı bu dünyada bütün eksiklik ve kusurlarına rağmen demokrasinin iyi tarafları bunlar olsa gerektir.” 

Karaman, “’Herkes bana bey’at etsin, etmeyen kafirdir, keserim” diyenlerin isimlerini de vermeliydi..

Diyen” bile değil, “diyenler” diyor..

Kim bu diyenler?..

Bey'at ve kâfir kelimeleri İslamî terminolojiye ait olduğuna göre, kastedilenler herhalde Müslümanlar.

Böylece Hayrettin efendi, zımnen şunu söylemiş oluyor: 

“Şeriat düzeninde yöneticiler ‘Herkes bana bey’at etsin, etmeyen kâfirdir, keserim’ diyebilmektedir, halbuki laik demokraside bu yok. Laik demokrasi daha iyi.”

Bunu demek istemiyorsan, neyi diyorsun?

*

Şeriat düzeninde meşru yöneticiye, “kamu düzenini bozacak şekilde” itaat sunmayan kişiler kâfir değil, bağî olur.

Bunun demokratik sistemlerdeki karşılığı “vatana ihanet” suçlamasından “devlet düşmanlığı” ithamına kadar uzanabilmektedir.

Hayrettin efendi, demokratik düşünce tarzı ile fıkıh dilini mezc etmeye, elmalarla armutları toplamaya da çalışıyor: 

“Demokrasi ile yönetilen ülkelerde farklı ideolojilerin, dünya görüşlerinin ve bunlardan biri içinde de farklı projelerin ve tercihlerin bulunması, yarışması, kendini ifade etmesi tabiidir. Ancak yürürlükteki hukuka ve mevzuata göre herhangi bir konuda bağlayıcı bir karar alınınca buna bütün vatandaşlar (gruplar) saygı duymak, itaat etmek ve uymak durumundadırlar.”

Yürürlükteki hukuk ve mevzuata göre herhangi bir konuda bağlayıcı bir karar alınınca buna bütün vatandaşlar (gruplar) neden “saygı duymak” zorunda olsunlar ki?!

Yürürlükteki hukuk ve mevzuat, Şeriat’e aykırıysa (Ki bu, zulüm demektir), buna müslüman/mümin bir vatandaş, istemeden itaat etmek ve uymak durumunda kalabilir, fakat “saygı duyarak itaat ederse”, durumu İslâm açısından ne olur?

Küfre düşer mi, düşmez mi?

Ne dersin, Hayrettin efendi!

*

Küfre düşer.

Mesela, yürürlükteki hukuk ve mevzuat zinayı serbestleştirdi diye, bir kadın bu karara “saygı” duyarsa, sadece zihniyet olarak “or…” haline gelmiş olmaz, aynı zamanda kâfir de olur.

Başkan’ın adamı Hayrettin efendiye göre ise, insanlar zina serbestisine “saygı duymak … durumundadırlar”.

Halbuki, demokratik rejimlerde, “yürürlükteki hukuka ve mevzuata göre herhangi bir konuda bağlayıcı bir karar alınınca”, insanların buna saygı duymayıp protestolarda bulunmaları, kınamaları, değiştirmek için siyasal partiler veya “baskı grupları” olarak çalışmalar yapmaları, medya kampanyaları yürütmeleri, hatta gerektiğinde itaat etmeyip “sivil itaatsizlik” eyleminde bulunmaları, doğal haklarıdır.

Bedelini ödemeye hazırsanız, yanlış bulduğunuz kararlara itaat de etmezsiniz.

Bu saygı duyma ve itaat çağrısı, İslâm dışı olması bir yana, demokratik zihniyette yeri olmayan baskıcı ve totaliter bir anlayışı yansıtmaktadır.

*

Ancak, Hayrettin efendinin yukarıya aldığımız ifadelerindeki mantıksızlık ve çarpıklıklar çok daha derin..

Bir defa, “Demokrasi ile yönetilen ülkelerde farklı ideolojilerin, dünya görüşlerinin ve bunlardan biri içinde de farklı projelerin ve tercihlerin bulunması, yarışması, kendini ifade etmesi tabiidir" derken, Türkiye gibi ülkelerde oluşturulan demokrasi illüzyonunun sorgulayıcısız, sadık ve fanatik bir mümini gibi konuşuyor.

Kullandığı "farklı ideolojiler ve dünya görüşleri" ifadesini somutlaştıralım..

Osmanlı'nın son döneminde İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık akımları mevcuttu. 

Mesela bugün Kadir Mısıroğlu gibi bazı isimler Türk demokrasi tiyatrosunda Osmanlıcı olarak rol alabilirler mi?

"Biz Osmanlı düzenini savunuyoruz, Osmanlı hanedanından birini tekrar padişah yapalım, Osmanlı Devlet-i Aliyesi'ni ihya edelim" diye parti kurabilir, oy toplamaya çalışabilirler mi?

Hayır, böyle bir parti kursunlar demiyorum, kurabilirler mi diye soruyorum.

Hani Hayrettin efendi “Demokrasi ile yönetilen ülkelerde farklı ideolojilerin, dünya görüşlerinin ... yarışması, kendini ifade etmesi tabiidir" diye masal anlatıyor ya, o yüzden soruyorum.

*

Geçelim..

İslamcılığa gelelim..

Şimdi Türkiye'de birileri çıkıp, "Arkadaş, haşa Allahu Teala senin benim gibi yarım akıllı ya da akılsız kulları kadar bu işleri bilmiyor mu, senin benim uydurduğumuz kurallar değil, Allahu Teala'nın Şeriat'i hakim olsun" diye parti kurabilir mi?

Aloo Hayrettin bey, sesim geliyor mu, sorum sana?

Hani “Demokrasi ile yönetilen ülkelerde farklı ideolojilerin, dünya görüşlerinin ... yarışması, kendini ifade etmesi tabiidir" diyorsun ya, rahatsızlık vermemin nedeni o..

Var olmayan, yaşanmayan, mevcut bulunmayan bir faraziye üzerine tutup hüküm inşa ediyorsun.

Önce "düzen"cilerin bu illüzyonunu, palavrasını bir gerçekmiş gibi hokus pokus, abrakababra kabilinden okurlara yediriyor, ardından bu illüzyondan hareketle "Ancak yürürlükteki hukuka ve mevzuata göre herhangi bir konuda bağlayıcı bir karar alınınca buna bütün vatandaşlar (gruplar) saygı duymak, itaat etmek ve uymak durumundadırlar" fetvasını veriyorsun..

Neyi savunduğundan mı haberin yok, bizimle dalga mı geçiyorsun, bilmiyorum ki..

*

Demokratik dediğin bu düzen tutmuş ideoloji ve dünya görüşlerinden Batıcılık ile Türkçülüğü almış, bu ikisini harmanlayıp bir Atatürkçülük icat etmiş, sonra bunun göğsüne Atatürk ilke ve inkılapları madalyasını takmış, ve buna karşı bir alternatif ortaya çıkarılamasın diye bunu "değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez" ideoloji yapmış, Anayasa'nın başına yerleştirmiş, sonra da başlamış demokrasi illüzyonu ile senin gibi safların ya da saf ayağına yatan kurnazların kafasını ütülemeye..

Ve sen de bunca senedir İslam fıkhı (hukuku) ile meşgul olduğun, bu alanda profesör payesini elde ettiğin halde bu illüzyonun alıcısı ve satıcısı olabiliyor, bayiliğini yapabiliyorsun.

Olmayan birşeyi varmış gibi gösterebiliyor, farklı ideoloji ve dünya görüşlerinin yarışmasından söz edebiliyorsun..

Sonra da sanki böyle gerçek bir yarış varmış da gönüllüsü gönülsüzü, tamı yarımı ile TSE damgalı, müseccel Atatürkçü (Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalmak zorunda olan) partiler arasında bir yarış yaşanmıyor da gerçekten farklı dünya görüşleri açıkça ortaya çıkıp yarışıyormuş ve bu arada Atatürkçü (laik, ulus-devletçi) bir parti mesela Şeriatçı-ümmetçi bir partiden daha fazla oy alıp seçiliyormuş gibi, farklı ideoloji ve dünya görüşü sahiplerine akıl veriyor, "Saygı duy, itaat et!" diyorsun.

*

Niye bu ülkenin Meclis'inde, TBMM'de bir kişi bile çıkıp "Arkadaşlar, ben falanca yasayı Şeriat'e aykırı bulduğum için kabul etmiyorum, değiştirilmesini teklif ediyorum" diye konuşamıyor?

Niye TBMM'de bir tane bile Şeriatçı dünya görüşüne sahip, Şeriatçı olduğunu söyleyen, milletin huzurunda ilan eden milletvekili yok?

Niye milletvekillerinin hepsi önce milletvekili yemini ederek Atatürkçü olduklarını beyan ediyor, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacaklarına dair namusları üzerine yemin ediyorlar?

Niye orada bir kişi bile çıkıp "Ne ilkesiymiş, ne inkılabıymış, ben bir şahsın ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini edemem, ben ancak yerlerin ve göklerin yaratıcısı Allahu Teala'nın ilke ve inkılaplarına bağlı kalırım" diyemiyor?

Böyle bir ülkede sen de bir fıkıhçı olarak kalkıp "Ancak yürürlükteki hukuka ve mevzuata göre herhangi bir konuda bağlayıcı bir karar alınınca buna bütün vatandaşlar (gruplar) saygı duymak, itaat etmek ve uymak durumundadırlar" diye fetva veriyorsun.

Bu fetvanı sana yarın Mahkeme-i Kübra'da sorarlar Hayrettin efendi?

Sorarlar..

Ve ben de Allah'ın izniyle orada şahitlik yaparım..

"Evet, böyle bir fetva vermişti" derim.

*

Bu demokrasi illüzyonistlerinin bir masalı da şu: Efendim Şeriatçılara, Siyasal İslamcılara demokrasi arenasında izin verilemezmiş, çünkü gelirlerse demokratik yolla gitmezlermiş..

İyi de kardeşim, sen laiklik (siyasal dinsizlik) yanlısı olarak gelmişsin, demokratik yolla gitmek istemediğin için gitmemeni sağlayacak şekilde başkalarını demokratik haklarından mahrum ediyorsun.

Gelip de gitmeyen sensin..

Gitmemek için de "değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez" maddeler icat etmiş, bu maddeler arasına laikliği (siyasal dinsizliği) de yerleştirmişsin.

Tek istediğin, bu ülkede "siyasal dinsizliğin" (laikliğin) ebediyen payidar olması.

Bu yüzden, "Sahici ve sahte Atatürkçüler arasında oynanan bir sahte demokrasi" icat etmişsin, Atatürkçü olmadığını, Atatürk ilke ve inkılaplarını kabul etmediğini söyleyenleri daha baştan oyun dışı bırakıyorsun.

Yani, "Burada yönetici olabilmen için ilk şart, Atatürkçü ve laik (siyasal dinsiz) olman, Atatürkçü değilsen ancak yönetilen olursun, beşinci sınıf vatandaş olarak sürünürsün" diyorsun.

Evet, gelip de gitmeyen, gitmemek için demokrasinin çanına ot tıkayan sensin, başkası değil.

Haksızlık yapıp döven sensin, fakat "İmdaaat, kurtarın beni, beni dövecekler" diye feryat koparan, şirretlik yapan da yine sensin.

Dayak yiyenler için de fetvanız hazır:

"Ancak yürürlükteki hukuka ve mevzuata göre herhangi bir konuda bağlayıcı bir karar alınınca buna bütün vatandaşlar (gruplar) saygı duymak, itaat etmek ve uymak durumundadırlar."

*

Hayrettin efendinin, herkese itaat ödevi yüklediği “başkan”ı, göreve başlamak için şu yemini yapmak zorundaydı:

“Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”

Elmalarla armutları toplamak gibi, dünya tarihinde rastlanmamış bir buluşa imza atarak, fıkıh dili ile demokrasi söylemini berbat bir biçimde mezc eden Hayrettin efendiye, hocalık tasladığı için, şunu sormak hakkımız:

Arkadaş, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağına gönüllü olarak ve samimiyetle, isteyip benimseyerek yemin eden bir adamın itikadî durumu ne olur?

İkinci ihtimal: Bir kimse istemeden bu yemini yapıyorsa, yapmak zorunda kalıyorsa, o takdirde ona “hür” denilebilir mi?

Böyle kendi hukukunu bile koruyamayan aciz bir adam, “Müslümanların” yöneticisi olma liyakat ve ehliyetine sahip midir?


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...