TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin” maddesinin Prof. Mahmut Erol Kılıç tarafından kaleme alınmış bölümündeki ifadeler üzerinde durmaya devam edeceğiz inşallah.
Fakat kısa bir ara verip, kedicik koleksiyoneri Adnan'ın "İbn Arabî'deki tezahürleri, taayyünleri ve suretlenmeleri" üzerinde durmakta fayda var gibi görünüyor.
Belki de tersi doğrudur, Endülüslü kalpazanın "Adnan'daki tezahürleri, taayyünleri ve suretlenmeleri"nden bahsetmek gerekiyordur, bilemiyorum.
Aralarındaki tek ortak nokta, ikisinin de bütün bir âlemi "hayal" olarak nitelendiriyor olması değil.
Adnan nasıl kediciklerde “Allah’ın tecellisi”ni görüyor,
bu tecelli karşısında “Allah sevgisi”nde fani olup kendisinden geçiyor, cezbeye
kapılıp vecde geliyorduysa, ve bunun sonucu olarak ince sanatsal yönünü dizginleyemeyip
estetik sema ve raks deryasına nasıl garkoluyorduysa, İbn Arabî de güya içindeki
“Allah aşkı”nı anlatmak için Tercümanü’l-Eşvâk (Şevklerin
Tercümanı) diye bir kitap yazmış.
Mahmut Kanık “Arzuların Tercümanı” adıyla
Türkçe’ye çevirmiş, İz Yayıncılık da basmış.
*
Bu kitabı niye yazmış, arzularını niye hayallerinde bırakmayıp kâğıtlara aktarmış derseniz, şunun için:
"İçinden İsfahanlı
âlim Mekînüddin’in kızı Nizâm’ın adı tramway gibi geçen" şiirler yazmış, doğal olarak birileri de “Nizâm’a olan aşkını
başarılı bir şekilde dile getirmiş, edebiyatı iyi, şiirleri sağlam”
demişler.
Adam şiirlerinde “Ah şirin Nizam, vah mırın kırın Nizam, oy sarı saçlı
mavi gözlüm” diyerek feryad ü figan koparınca, “Aşk adamı canım, duygusuz katı
kalpli bir kütük değil” diye konuşmuşlar.
Fakat İbn Arabî buna bozulmuş, “Tamam yazdım, Nizam için
diller döktüm, aşk şiirleri antolojisini alabildiğine zenginleştirdim, ama hele
bir sorun niye yazdım” diyerek yeniden kaleme sarılmış.
Meğer kendisindeki Allah aşkını anlatmak için yazmışmış..
Şiirlerindeki "dünyalar güzeli Nizam kız"a yönelik aşk ilanı, kendisindeki Allah aşkının sembolik anlatımıymış.
Biz de yedik!
*
E peki niye Nizâm gibi tanıdığı güzel bir kızın adını vermiş de mesela
“Leyla” gibi anonim bir ismi kullanmamış?
Dahası, bu utanmaz adam niye Allah sevgisini güzelliğiyle meşhur genç bir kıza yönelik aşk ile sözümona sembolize ediyor?
Özrü, kabahatinden büyük..
İbn
Arabî, “Arzuların Tercümanı”nda şunları yazmış (Mahmut Kanık’ın
çevirisiyle):
Hierî 598’de Mekke’ye vardığım zaman, orada erdem sahibi bir toplulukla, büyük edebiyatçılardan ve bilginlerden oluşan bir grupla karşılaştım. Çok sayıdaki bu erkekler topluluğu arasında kadınlar da vardı.
Hepsi
erdemli kişiler olmasına rağmen, onlar arasında Mekînüddin
Ebî Süca’ Zâhir bin Rüstem bin Ebi’r-Recâ el-Isbahânî —Allah ona
rahmet etsin— gibi, kendi işiyle meşgul olan ve dünüyle bügünü arasında geçen
olayları değerlendirip, muhasebesini yapan biri ve onun ablası, Hicaz’ın
en yaşlı kadın âlimi Fahrünnisâ bintü Rüstem [Rüstem’ın
kızı Fahrünnisa] gibi birini görmedim.
Seyh
Mekinüddin âlimdi, önderdi, imamdı, İbrahim aleyhisselâm makamında bulunurdu.
Mekke sakinlerindendi. Biz Ebu İsa et-Tirmizî’nin hadis konusundaki kitabını,
ayrıca daha başka kitapları, erdemli kişilerden oluşan bir topluluk halinde ondan dinleyerek okuduk. …
Kızkardeşi Fahrunnisa’ya gelinee, kadınların övüncüydü o; sadece kadınların değil, aynı zamanda erkeklerin ve bilginlerin de bir övünç vesilesiydi o! Hadis rivayeti konusundaki üstünlüğünden ötürü kendisinden hadis dersi almak üzere ona gönderildim. …
Allah
kendisinden razı olsun, bu şeyhin [Mekînüddin’in]
bekâr bir kızı vardı. Boylu poslu, genç ve güzel bir kızdı; onu
görenler hemen ona
tutulurdu; bulunduğu ortamı
bir çiçek gibi süslerdi; çevresinde bulunanları sevindirirdi; kendisini seyredenleri hayran bırakırdı;
bu kızın adı Nizâm, lakâbı ise Aynü’ş-Sems
ve’l-Bahâ idi. Kendisi
âlimdi, bilgiliydi; âbiddi, ibadete çok düşkündü,
seyahat etmeyi
çok severdi; zühd
sahibi idi. Mekke ve
Medine’nin önde
gelen simalarındandı; kuşkusuz, tehlikelerden
korunmuş olan beldenin, yani Mekke’nin yetiştirdiği seçkin bir kişiydi; dış görünüşü itibariyle Iraklıları andırırdı;
çok konuşsa, en ince ayrıntılara kadar inerdi; az konuşsa öz
konuşurdu; edebî ve fasîh konuşsa
net ve açık konuşurdu;
eğer nutuk verecek olsa, Kuss bin Sâide onun yanında hiç kalırdı; cömertlik yapaeak olsa, Ma’n bin
Zâide ona yetişemezdi; eğer vefalı
olsa, Semevel onun yanında adımlarını geri çekerdi; vefasızlığın, gadirliğin
belini bükmüş, sınırlarını çoktan aşmıştı.
Eğer nefisleri çabucak
ve kolayca kötülüğe kayan ve zayıf, hasta
ruhlu, bozuk, kötü düşünceli, namus duygusu
körelmiş insanlar meveut olmasaydı,
Allah’ın yaratılış sırasında ona bağışladığı
fizikî ve ruhî güzellikleri, ahlâk ve huy güzelliklerini bir bir açıklardım. O, gökteki
bembeyaz yağmur bulutu
gibi güzeldi; bir çiçek
gibiydi; âlimlerin güneşiydi, gözbebeğiydi; edebiyatçıların çiçek tarhıydı, gülbahçesiydi; ağzı mühürlü
açılmamış bir hokkaydı; inci gerdanlığın bir
parçasıydı; zamanın eşsiz örneğiydi;
çağının en değerli kızıydı.
Cömertliği bolca, himmetleri yüksekçeydi. Ana ve babasının sevinciydi; sahasının efendisiydi; bulunduğu meclisin en şereflisiydi; evi
Mekke’nin Ciyad semtindeydi; evi mahallenin gözbebeğiydi;
âdeta bir gönül merkeziydi; Tıhâme onunla aydınlanırdı; bahçedeki çiçekler ona yakın, ona komşu
olduklarından dolayı tomurcuklarını açarlardı; onun taşıdığı
güzelliklerden (letâyif) ve inceliklerden
(şekâyık) ötürü, marifet çiçekleri etrafa kokular yayardı; üzerinde meleklerin dokunduğu
izler, meliklerin, kralların
sahip olduğu güçler vardı.
Biz onun sohbetinde
çok bulunduk ve zâtının üstünlüğüne ve erdemine şahit olduk; ayrıca,
halasının ve babasının sohbetinde de
çok bulunduk. Bu nedenle bu kitabımızdaki şiirlerde tıpkı bir gerdanlığa
en güzel incileri dizer gibi,
son dereee uyumlu ve ahenkli bir dille onu terennüm ettik. Ona
lâyık ifadelerle gazeller yazdık. Fakat
gene de onun sevgisinin büyüklüğüyle, söylediği o güzel
kadim sözlerle, iç dünyasının zenginliğiyle, iffetinin temizliğiyle ilgili olarak gönlümden
geçenlerin, ve ona duyduğum
sevgi, ilgi ve duyguların hepsini anlatamadım, çünkü
o benim tek dileğim ve biricik özlemimdi.
O tertemiz, o eldeğmemiş güzel kız! Ancak, bu
şiirlerde ona duyduğum sevgiyle
ilgili olarak bende birikim hâline gelen
(zehâyîr) en içten kalbî duygularımdan (ağlâk) bazı özlemlerimi dile getirmeye çalıştım. İçimde sakladığım arzuları, tahassürleri
açığa vurmuş oldum. Eski günlerimizi büyük bir özenle yeniden hatırlayarak, onun o güzel
meclisinde yaşadığımız o tatlı anıları, kısacası ona duyduğum
tüm ilgilerin bende bıraktığı şeyleri
yeniden uyandırdım, yeniden yaşadım.
Bu
kitapta hangi isimden söz ettiysem, hepsi ondan kinayedir; hangi evi tasvir edip anlatmışsam, hepsinde onun evini
kasdetmişimdir. Ancak bu kitapta yazdığım bütün şiirlerde daima içime doğan
'ilâhî varidâtlar’a (el- vâridatü’l-ilâhiyye) (içedoğuşlara) ve gönlüme
inen 'ruhânî inişler’e (el- tenezzülâtü’r-ruhaniyye) ve 'ulvî
tenâsübler’e (el-münâsebâtü’l-ulviyye) imalarda bulundum; bunu da
(biz sufîlerin yolu olan) en üstün yola göre sembollerle yaptım, çünkü
'kuşkusuz öte dünya bu dünyadan daha
hayırlıdır.’ Allah razı olsun ondan, o da [bu
güzel kız da] benim işaret ettiğim konuları çok iyi biliyordu. Kuşkusuz
şiirlerimin asıl sırrı, anlamı budur; bunları ancak iyi bilen biri sana
anlatabilir.
Bununla birlikte, Allah hem bu
kitabın bu kısmını, hem de [yazdığım] Divan’ın
öteki şiirlerini okuyanların
kalbinden, şerefli, soylu, yüksek karakterli, üstün meziyetli insanlara lâyık olmayan ve semâvî/ilâhî konulara uygun
düşmeyen çirkin şeyleri geçirtmesin! Amin!
*
Kızı öyle bir allayıp pullamış, pohpohlayarak anlatmış ki, Hz. Meryem ona
kıyasla neon lambasının yanındaki sönük mum ışığı gibi kalıyor.
Bir kimse bir başkasını böyle abartılı anlatıyorsa, bilin ki o kişi palavracının,
yalancının, karaktersiz yağcının, haysiyetsiz dalkavuğun tekidir.
Karşındaki kişi feleğin çemberinden geçmiş, hayatın çetin imtihanlarını
yaşayıp acılarla yoğrularak olgunlaşmış biri değil, Mekke’nin itibarlı ve hali
vakti yerinde gözde bir bilgin'inin (entelektüelin) kızı olmanın beleşten sefasını süren, bir eli yağda
bir eli balda, eli işsizlikte gözü (zampara şeyhin anlattıklarından anlaşıldığı
kadarıyla) oynaşta bekâr bir acemi çaylak..
Ciddiyetten nasibi olan bir adam, bu durumdaki bir kız
için böyle abartılı değerlendirmeler yapabilir mi?!
*
Adam “keşf” ehli ya, maşallah kızın özelliklerini iyi keşfetmiş..
Kızlardan anlıyor.
Kız boylu posluymış, gençmiş, güzelmiş..
Dolayısıyla övgüleri hak etmiş.
Kısa, yaşlı ve çirkin olsaydı, bizim “velîlerin sonuncusu” kâşifimizin
dimağ zevkine kesinlikle uygun düşmezdi.
Şeyh-i Ekber (azman şeyh), kız için “Onu görenler hemen ona tutulurdu” da diyor.. Kendisi de gören bahtiyarlardan, bu durum
onun için “Bi’t-tecrübe sabit” herhalde.
Nasıl tutulmasınlar ki, “bulunduğu ortamı bir çiçek gibi süslemek” gibi her kızda rastlanmayan bir hasleti var..
Diğer kızlar muhtemelen çarpı çırpı,
ayrıkotu, bu ise çiçek.
Dahası, “çevresinde bulunanları sevindirmek” gibi bir meziyeti de varmış.. Artık nasıl sevindiriyorduysa..
Belli ki azman şeyh de
sevindirilenlerden..
Bitti mi?... Hayır, “kendisini seyredenleri hayran bırakmak” gibi bir “erdem”i de varmış..
Kızda erdem “zibil (sebil)”, "seyredildiğinde" nasıl "hayran" olunmasın!
Kıza duyduğu “hayranlığa”
bakılırsa, azman şeyh onu öyle böyle değil, uzuuun uzun "seyretmiş".. Doya doya..
*
Azman zampara,
kıza salt bu özellikleriyle hayran olsa biraz “dünyevî” kaçacak, sindirilmesi zor olacak, dolayısıyla
hikayeyi tatlandırmak, ona azıcık “ruhaniyet” baharatı katmak gerekiyor.
Onun için ekber şeyh bir süre sonra vites değiştiriyor, “Kendisi
âlimdi, bilgiliydi; âbiddi, ibadete çok düşkündü,
seyahat etmeyi
çok severdi; zühd
sahibi idi” diyor.
Kız alimmiş, azman şeyh de (“keşf”ten boş kalan vakitlerinde) hep ilim peşinde maşallah, dolayısıyla kızın peşine takılması normal..
Garibim ne yapsın, kız ilim madeni.. Herşeyi kızın
babasından öğrenecek değil ya, biraz da güzel kızından öğrensin..
Üstelik azman zampara, kızın ibadete çok düşkün olma gibi bir meziyetini de keşfetmiş..
Kız mı ibadetlerini teşhir ediyordu, "seyredenler" için Mekke "fuar"ında sergiliyordu, yoksa Endülüslü soytarı kızla birlikte aynı camide mesela itikafa mı giriyordu, veya birlikte teheccüde mi
kalkıyorlardı; orasını bilmiyoruz.
Kızın, azman zamparanın hoşuna giden bir başka özelliği
de seyahat etmeyi çok sevmesiymiş.. Zamparanın da çok sevdiği bir spor.
*
Tabiî kızın zühdü (dünyaya gönül vermeyişi) bizim için biraz muamma, beş bilinmeyenli denklem..
Çünkü hayatındaki zühd tadından yenmez cinsten..
Çünkü, azman
zamparanın dediğine göre, seyyah zahide, “Mekke ve Medine’nin önde
gelen simalarından, Mekke’nin yetiştirdiği
seçkin bir kişi"..
Seçkinliğinin de hakkını veriyor, giyimine kuşamına, duruşuna endamına, yürüyüşüne süzülüşüne, bakışına nakışna dikkat ediyor olmalı ki, onu görenler hemen ona tutuluyorlar..
İstanbul-Çarşamba’daki İsmailağa
Cemaati mensubu kadınlar gibi siyahlara bürünmüş tek gözlü bir uzaylı
görüntüsünden uzak olduğu kesin.
Bulunduğu ortamı bir çiçek gibi süslüyor, çevresinde bulunanları sevindiriyor,
evi de zaten Mekke’nin mutena Ciyad
semtinde ve "mahallenin
gözbebeği", âdeta bir "gönül merkezi"..
*
Ve kız, kendisini seyretmek isteyen "gönül" sahiplerini hayalkırıklığına uğratmıyor, tam
aksine, onları hayran bırakmak için lâzım gelenleri yapma konusunda
çok cömert..
Ve de bütün
bunların adı “zühd” oluyor..
Zühd
sahibiymiş.. Zampirik şeyh öyle diyor.
Kızın Mekke ve Medine’nin önde gelen simalarından olması, Mekke’nin yetiştirdiği seçkin bir kişi kabul edilmesi (daha doğrusu
babasının önde gelen bir sima olması, seçkin kişinin kızı konumunda bulunması)
önemli tabiî..
Zampirik
şeyh bu konuda hassas.. Dört evliliğinin dördü de böyle “seçkin” evlilik.
Önde
gelmeyen, seçkin olmayan adamların kızları buna “ilahî aşk” neşvesi vermiyor.
Seçkin
kız “keşf” etmede azman zamparanın üstüne yok.
*
Kızın başka meziyetleri de var elbette..
Dış görünüşü
itibariyle Iraklıları andırırıyor,
konuşması da “zühd”lü, edebî ve fasîh konuşuyor, edebiyat fezasının ufuklarında sular
seller gibi cevelan ediyor, çorak kalpleri fesahat ve belagat yağmurlarıyla
diriltiyor.
Cömertlikte Ma’n bin Zâide’yi bile geçmiş; vefasızlığın, gâdirliğin/gadrediciliğin belini bükmüş, başını ezmiş.. Çok vefalı.. Cömertliği bolca, himmetleri yüksekçe.. Ekmek elden su gölden, baba parasıyla hayran kitlesini sevindiriyor, memnun ediyor..
Kuru kuruya güzellik seyretmek
karın doyurmuyor ne de olsa.. Seyret seyret, nereye kadar, yanında bir
cömertlik de olmalı elbette.
Azman şeyh kız hakkında başka şeyler de söyleyecekmiş, Allah’ın yaratılış sırasında ona bağışladığı fizikî güzellikleri vs. bir bir açıklayacakmış aslında fakat vazgeçmişmiş..
Bu fizikî
güzellikleri nasıl “keşf” etmiş, onu tam bilmiyoruz.
Eğer "nefisleri çabucak ve kolayca kötülüğe
kayan ve zayıf, hasta
ruhlu, bozuk, kötü düşünceli, namus duygusu
körelmiş" insanlar meveut olmasaymış
bu fizikî güzellikleri anlatacakmış..
*
Ee haklı, herkes azman zampirik gibi değil ki, bazısının nefsi kötülüğe
çabuk kayabiliyor.
Misal, Hz. Yusuf aleyhisselam.. Allahu Teala onun hakkında şöyle
buyuruyor:
“Hanım
cidden ona niyyeti kurmuştu, o da ona kurmuş gitmişti amma Rabbının bürhanını görmese idi; ondan fenalığı
ve fuhşu bertaraf edelim için öyle oldu, hakıkat o bizim ıhlâsa mazhar edilmiş
has kullarımızdandır.” (Yusuf, 12/24. Elmalılı meali)
İşte gördünüz mü, Allah’ın bazı "velî"leri, peygamberlerden böyle üstün..
İbrahim oğlu İshak oğlu Yakup oğlu Yusuf peygamber, kendisine hakim olamıyor, Allahu
Teala onu bir “burhan”la durduruyor, “velîlerin sonuncusu” Endülüslü Muhyiddin
ise Mekke’nin “seçkin” kızı karşısında “ilahî güzellikler” dışında birşey
düşünmüyor.
Kâmil insan (insan-ı kâmil) olmak, irfan ve marifet deryasında garkolmak başka birşey canım, herkese nasip olmuyor.
Azman şeyh böyle biri; nefsi çabucak
ve kolayca kötülüğe kayan zayıf, hasta ruhlu,
bozuk, kötü düşünceli, namus duygusu körelmiş
biri değil.
Aşk adamı.
*
Hz. Yusuf a. s. zayıf olduğu için, Aziz’in karısı hakkında “namuslu”
iltifatlarda bulunamamış..
Kadın hakkında ne şiir yazmış ne kitap..
Ne “O, gökteki bembeyaz yağmur bulutu gibi güzeldi; bir çiçek gibiydi” diyebilmiş; ne “Peygamberlerin güneşiydi, gözbebeğiydi; Mısırlı
edebiyatçıların çiçek tarhıydı, gülbahçesiydi; inci gerdanlığın bir parçasıydı; zamanın eşsiz
örneğiydi; çağının en değerli
kadınıydı” diye destan yazabilmiş, ne “Cömertliği bolca, himmetleri yüksekçeydi; bulunduğu meclisin
en şereflisiydi” diye döktürebilmiş.
Sıradan bir
peygamber oğlu peygamber oğlu peygamber oğlu peygamber en nihayetinde, “velîlerin sonuncusu”
değil, o yüzden Aziz’in karısı ile “düzeyli ilişki” kurup “Mısır onunla aydınlanırdı; bahçedeki
çiçekler ona yakın, ona
komşu olduklarından dolayı tomurcuklarını açarlardı; onun taşıdığı güzelliklerden ve ineeliklerden ötürü, marifet çiçekleri etrafa kokular yayardı;
üzerinde meleklerin dokunduğu izler, meliklerin,
kralların sahip olduğu güçler
vardı” demeyi beceremiyor.
Hapiste de hali aynı..
Şiirler yazıp "tıpkı bir gerdanlığa en güzel incileri dizer gibi, son dereee uyumlu ve ahenkli bir dille" Aziz'in karısını "terennüm" etmemiş.
Ona duymasına ramak kalan "sevgi, ilgi ve duyguların hepsini" geçtik, birazcığını bile anlatmamış.
"O benim tek dileğim ve biricik özlemimdi" dememiş.
İçinde sakladığı arzulardan, tahassürlerden filan bahsetmemiş.
"Eski günlerini büyük bir özenle yeniden" hatırlamamış, Aziz'in karısının meclisinde yaşadığı anıları yeniden yaşamamış.
Hapiste şiirsiz, sanatsız, aşksız yatıp durmuş.
*
Evet, karda
yürüyüp iz bırakmayan, kazara iz bıraktığı zaman da ona “ilahî aşk
bahçesinden derlenip toplanmış marifet çiçekleri” madalyası takan “zampiriklerin
sonuncusu”, söz konusu kız için “Biz onun
sohbetinde çok bulunduk” diyor.
"Sohbet"inde çok bulunmuş.. Sohbet ehli ne de olsa; irfan ve marifet madeni kız bulunca kaçırmıyor.
Bu sohbetlerde kızdan bayağı bir feyz almış, “Zâtının üstünlüğüne ve erdemine şahit olmuş”..
Demek ki kız, buna zatının üstünlüğünü ve erdeminin güzelliklerini bol bol sergilemiş..
Fakat bizim zampirik çok namuslu bir velî, dahası başkalarının namusu konusunda da çok hassas.. O yüzden kızın fizikî
güzelliklerinin ayrıntısına girmiyor, n’olur n’olmaz, “zayıf”ların nefsi bundan
pay kapabilir, namusları hasar görebilir.
*
Zamparalık
tarikatının şeyh-i ekberi (en büyük şeyhi) bütün bunları yazdıktan sonra,
nefsanî arzularına kolayca mağlup olabilen zayıfların aklına kötü şeyler
gelmesin diye sözlerinin içyüzündeki irfan ve marifet deryasından
bir avuç su serpip kalplerimizi serinletiyor.
“O tertemiz, o eldeğmemiş”, fakat bol bol “göz ilişmiş” “güzel kız” için yazdığı
bütün şiirlerde daima içine doğan 'ilâhî
varidâtlar’a, gönlüne inen 'ruhânî inişler’e ve 'ulvî tenâsübler’e imalarda bulunmuşmuş.
Adamın bunlardan
başka birşeyle işi olabilir mi?!.. Hz. Yusuf mu ki aklına kötü şeyler gelme
ihtimali bulunsun.
Fakat, bu 'ilâhî varidâtlar’, 'ruhânî inişler’ ve 'ulvî tenâsübler’ layık olmayan münasebetsiz ellerde ziyan olmasın diye onları "lokomotif sembol" Nizam kızın güzelliklerinden oluşan “semboller”in arkasına gizlemiş.
Gizlemeyip de ne yapsındı?! Kur'an ayetleri ve Peygamber hadîsleri kadar değerli olduğunu düşündüğü anlaşılan o varidatları, iniş çıkışları, münasebetleri ilahî, ruhanî ve de ulvî "sırlar"dan anlamayanlara açsa mıydı?!..
"İma"da bulunmuş ya işte.. Anlayana sivrisinek saz..
Açıkça yazarsa ilahî sırları ifşa etmiş olur, yazıktır.. Sırrın nasıl saklanacağını da biliyor, herşeyi güzeller güzeli Nizam üzerinden şifrelemiş.
Fakat sırlar ilahî olmadığı zaman gayet açık sözlü..
Mesela kendisinin dini kemale erdirme noktasından bir binayı tamamlayan "altın kerpiç", Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ise "gümüş kerpiç" olduğunu söyleme tevazuunda bulunmak gibi alicenaplıklar sergileyebiliyor.
Hz. Peygamber'in " peygamberlerin sonuncusu" olmasına karşılık kendisinin de "velîlerin sonuncusu" olduğunu açıklama fedakârlığında bulunabiliyor.
Bunlar önemsiz sırlar.. Önemli ilahî sırlar ise Mekke'nin muhteşem kızı Nizam'ın gönül alıcı fizikî güzelliklerinin salına salına sembolik danslar icra ettiği şiirlerindeki "ima"larda.
*
Neyse ki, irfan ve marifet sahibi ehil kişiler bu sembollerden anlıyor.. En başta da sembolün kendisi, yani Mekke'nin güzel kızı anlıyor..
[Zamanımızda sayıları öyle çoğaldı ki, İngiliz iblisinin Ibn Arabi Society'si ile keferenin yerli-milli "tezahürleri, taayyünleri ve suretlenmeleri" sayesinde İbn Arabîcilik pandemisi yaşanıyor.
Evet, İngiliz keferesi Müslümanlar'ın önüne "rol model" olarak İbn Arabî sapığını koyuyor.. Onun müttefiki, işbirlikçisi, "ideolojik evladı" yerli-milli şuursuz derin acenta da paravan yayınevleri, "embedded" editörler ve arkadan kurmalı dizi senaristleri vasıtasıyla İbn Arabî sapıklığını "Türk dindarlığı" haline getirmeye çalışıyor.]
Adam öksürse sembol, aksırıp tıksırsa gene sembol..
Mesela "sevgilinin (Nizam'ın) gözkapakları" dediği zaman belki Ağrı Dağı cesametinde ilahî sırlara işarette bulunuyor, fakat biz anlayamıyoruz, şükür ki Nizam ile ilahî aşk erbabı anlıyor, böylece zampirik şeyh boşa çene çalmamış oluyor.
Evet, zampara şeyhin
dediğine göre, kendisinin işaret ettiği konuları “Mekkeli güzel
kız” da çok iyi biliyormuş. Maşallah
o da “kadın velîlerin sonuncusu” kıvamında..
Tek
kusuru, Endülüslü zampara gibi kitap yazmamış olması.. Engin ve derin irfan ve
marifetini anlaşıldığı kadarıyla bir tek azman zampirik ile paylaşmış.
*
Azman
şeyh şunu demeyi de unutmamış: “Kuşkusuz şiirlerimin asıl sırrı, anlamı budur;
bunları aneak (böylesi sırlı işleri) iyi bilen biri sana anlatabilir.”
Tamam
yazmış, ama hele bir sor, niye yazmış..
Ama
herkese de sorma.. Bilen birine sor.
Sor
ki, okuduğunda kalbinden, azman zampara gibi “şerefli, soylu, yüksek karakterli, üstün meziyetli” birine lâyık olmayan ve de “semâvî/ilâhî
konulara uygun düşmeyen” çirkin
şeyler geçmesin.
Çünkü azman zampirik serapa şereftir, asalettir, yüksek karakterdir, üstün
meziyettir.. Ne yazmışsa hepsi “semâvî/ilâhî konular”dır.
*
Soytarı yalancılık ve sahtekârlığın, dolandırıcılık ve kalpazanlığın
dibini bulmuş.
Kız için yazdıkları ortada, laflarının öyle tevil edilebilecek, hayra
yorulabilecek bir tarafı yok.
Öyle anlaşılıyor ki, o sırada Mekke’nin en muteber alimi kabul edilen hali vakti yerinde Mekînüddin’in kızıyla evlenmek ve böylece Mekke eşrafı arasına girmek ve “sosyete”ye dahil olmak istemiş..
Bunun için de, toy genç kızı, kendisinde bulunmayan ve asla
sahip olamayacağı vasıflarla överek “tavlama”ya, ökseye düşürmeye çalışmış.
Sıraladığı vasıfların hepsinin birden bir dünya kadınında birarada
bulunması mümkün değil.. Nerde kaldı ki toy bir genç kızda bulunsun.
*
Hani bu azman zampirik, bu “yağları” çektiği sırada 17-18 yaşlarında tecrübesiz
saf bir genç olsa, cehaleti ve tecrübesizliği yüzünden elin kızını gözünde
büyütmüş olduğu belki düşünülebilirdi.
Fakat ortada böyle bir durum yok.. Karşımızda insanları avlama ve tavlama ustası bir azgın kurt var..
Mekke’ye gittiği sırada 37 yaşında..
İlk evliliğini (Mahmut Erol’un ifadesiyle)
“memleketinin ileri gelen şahsiyetlerinden” Abdûn el-Bicâî’nin kızı ile
İşbîliye’de yapmış.
Adamın, ileri
gelen şahsiyetlerin kızlarına karşı dizginleyemediği bir zaafının ya da düşkünlüğünün bulunduğu anlaşılıyor.
*
Başından bir evlilik geçmiş, 37 yaşına gelmiş bir adamın, toy bir genç kızda, bu azman zampiriğin sıraladığı vasıfların onda birini bile görmesi, var olacağını umması mümkün değildir..
Çünkü zorlu hayat
yolculuğunda görüntülere aldanmamak gerektiğini yaşayarak öğrenmiş olur, merhum cumhurbaşkanı
Turgut Özal gibi “Sarımsağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış (kokusunu
dışına hemen vermez, kendisini gül kokulu gösterir)” diye düşünür, şüpheci ve zor
beğenir biri haline gelir.
Ancak "zamparaların sonuncusu", Mekinünddin’in kızı Nizam’ı değilse de Mekke ve Medine emîri
(valisi) Yûnus b. Yûsuf’un kızını kafeslemeyi, “sosyete”ye dahil olup “zühd”
bayrağını göndere çekmeyi başarmış.. Onunla evlenmiş.
Nizam'a hitap eden şiirlerini bu evlilikten önce mi, sonra mı yazmış, bilmiyoruz.. Ancak, bu “Arzuların Tercümanı” kitabını niçin yazdığını biliyoruz.
Arzularını "din istismarı" lisanına tercüme
etmiş, zamparalığını zımparalayacak imaj operasyonu için kaleme sarılmış.. Mezkur kitabı, söz konusu şiirlerinin “ilahî varidat” ürünü olduğunu
göstermek için yazdığını, şiirlerindeki Nizam’ın sadece, kendisindeki “ilahî aşk”ın bir
sembolü olduğunu iddia ediyor.
Şiirlerinin
sembolize ettiği bir psikolojinin mevcudiyeti kesin, fakat iddia ettiğinin
aksine, o şey, “Allah sevgisi” değil, soy sop, asalet, şeref, makam mevki ve
zenginlik sahibi kadın sevgisi.
*
Öyle
anlaşılıyor ki, “güzel kız” Nizam’ı “tavlama” çabası sonuçsuz kalmış..
Evlenseydi,
şiirlerine böyle bir sembolizma elbisesi giydirmeye çalışmasına gerek
kalmayacaktı.. “Adam sevmiş, evlenmiş, karısına sevgisini dile getirmiş”
denilir, geçilirdi.
İlahî
varidattan filan bahsedilmesine gerek kalmazdı.
Sonuçta insanlar (peygamberler de dahil olmak üzere) ilahî varidata nail olmak için evlenmiyorlar..
Şehvet (iştiha, iştah) diye, meleklerde olmayan, biz insanlarda
bulunan, ve de ebeveynimiz Hz. Adem ile Havva’dan beri başımızın belası olan
bir “imtihan” sorumuz var.
Bu
şehvet, helal sınırlar içinde kaldığı sürece ne ayıp ne de günah.. Eşin için istediğin kadar
aşk şiiri yaz, kimsenin sana karışıp görüşeceği olmaz, fakat elin bekar kızının
adını anarak aşk şiiri yazar ve evlenmez ya da evlenemezsen, senin için “Filan
kızla evlenmek istedi fakat olmadı, avucunu yaladı, bu işler böyledir, bir kızı
bin kişi ister bir kişi alır” derler.
Böylesi bir durumda, ulaşamadığı üzüme koruk diyen tilki gibi “Ben aslında o üzümün peşinde değildim, benim derdim bambaşkaydı, hele bir sor, neydi” diyerek zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışmanın, insanları aptal yerine koymanın lüzumu yok..
Hayat bu, her istediğin olmaz.. Sadece papazlar değil, herkes her gün pilav yiyemiyor.
*
Azman
zamparanın o şiirleri duygularına mağlup olup yazmış olması anlayışla karşılanabilirdi, fakat ortada iki tane, çift katlı denilebilecek şekilde
çok boyutlu bir sahtekârlık var gibi görünüyor.
Birincisi, kız için yaptığı o övgülerin (tecrübesiz gençlere özgü) çocuksu bir saflıktan kaynaklanan ölçüsüz ve aşırı yüceltmeler değil, kurnaz bir kurt zamparanın tuzağı olduğu anlaşılıyor..
Asıl derdi kız değil, kızın Mekke ve Medine’deki
konumu.
İkincisi,
bekar bir kıza alenen ve de isim vererek yaptığı ilan-ı aşkı gizli anlamlar
içeren, ancak ehlinin anlayıp anlatabileceği sırlarla dolu “ilahî varidat” gibi
göstererek kalpazanlık ve sahtekârlık sanatında “level” atlamış.
Dini siyasete alet etme kabilinden din istismarı "analiz"lerine çok rastlıyoruz da "dini aşka alet etme" eksenli din istismarından şikayet edene pek rastlanmıyor.
*
Hz. Musa aleyhisselam gibi kendisine Tevrat indirilmiş bir ulu’l-azm peygamber bile, Firavun kendisine, “Seni çocukken içimizde yetiştirmedik mi?! Ömrünün nice yıllarını aramızda geçirmedin mi?! Sonunda o yaptığın işi de yaptın (birini öldürüp vatandan kaçtın), işte sen nankörlerdensin!” dediğinde, kendisini savunmak için lafı eveleyip gevelememiş, şunu demişti:
“Ben onu (kasıt
taşımaksızın kazara öldürme işini) yaptığım zaman, yolunu şaşırmışlardan
(şaşkınlardan) olarak yaptım.” (Şuara, 26/18-20.)
Hz. Musa bile kendisinin gençlik zamanı için “yolunu şaşırmışlık, şaşkınlık” nitelemesi yaparken, şu azman zamparanın bir genç kız için yaptığı övgülere, sağdan soldan çaldığı aşk harcıyla onun adına inşa ettiği muhteşem ve muazzam“semavî” minareye diktiği sırmalı kılıfa bakın..
Hz. Musa gençliğinde şaşkınlardan olabiliyor da, Mekînüddin'in bu “bulunmaz
Hint kumaşı kız”ı gençliğinde bile "şaşkınlığın yanından yöresinden geçmeyecek" evsafta bir yüce varlık.
*
Hz. Musa, dilinin tutukluğuyla malul, bu yüzden, kendisine peygamberlik verildiğinde “Ve göğsüm daralır, dilim açılmaz; onun için (bana destek olsun diye) Hârûn'a da peygamberlik ver!” (Şuara, 26/13) diye dua ediyor.
Bu kız ise, genç yaşına rağmen, hitabet sanatında, "Kuss bin Sâide gibi edebiyatın zirvesindeki destansı bir hatib kendisinin yanında hiç kalacak kadar" ustalaşmış.
Zampara şeyhin kız için diktiği kaftan öyle bir
kaftan ki, sıradan insanların görmesi mümkün değil.. Masal ve hurafe dünyasının
mahir terzisi Endülüslü madrabazın elinden çıkan bu harikayı ancak ehli görüp anlayabiliyor.
Ve de, Hz. Musa yanılıp şaşırabilirken, şaşkınlardan olabilirken, Endülüslü zampara yanılıp şaşırıp bir kız için "ilahî varidat"sız şiir yazma gafletine asla düşmüyor..
Onun her
yaptığında, karıştırdığı her haltta, yediği her nanede bir “hikmet", bir "ilahî varidat” var.