DİNDE REFORMDAN GÜNCELLEMEYE: TÜRKİYE VE MISIR ÖRNEKLERİ

 










Mısır’ın Amerikan uşağı başkanı Sisi ile ABD’nin stratejik müttefiki Türkiye’nin başkanı Erdoğan’ın, İslam’ın güncellenmesi konusunda benzer acılar yaşadıkları, ızdıraplarının paralel olduğu görülüyor.

Bununla birlikte Sisi’nin, İslam nokta-i nazarından, (Mısır'daki iç dinamiklerin, halkın İslam anlayışının etkisiyle) Erdoğan’dan daha iyi bir noktada durduğu söylenebilir.

Çünkü Sisi, Erdoğan’ın aksine Şeriat’in kanun olarak uygulanmasına itiraz etmiyor. “Şeriat’i bir kenara atalım, laiklik (siyasal dinsizlik) olsun” demiyor.

“Şeriat elbette uygulanmalı, fakat yorumunda güncellemeye gitmeliyiz” diyor.

Erdoğan da İslam’ın güncellenmesinden söz ediyor da, o, “Güncellenmiş İslam, laiklikten daha iyidir, laikliği atalım, Türkiye İslam (Şeriat) devleti olsun, fakat bu İslam, güncellenmiş bir İslam olmalıdır” gibi bir şey de demiyor.

Laikliğine dokundurmuyor.. 

“İslam devlete karışmasın, fakat biz devletlular İslam’a karışalım, güncelletelim, bizim arzumuz doğrultusunda güncellensin” anlamına gelen birşeyler söylüyor.

*

Mısır'a gelelim..

Yeni Şafak gazetesi yazarı Taha Kılınç 28 Kasım 2018 tarihli “Nassı sopayla terbiye etmek” başlıklı yazısında Mısır’daki tartışmalara ilişkin olarak şunları dile getirmişti:

“Kanunlarla şeriat arasında bir kafa karışıklığı yaşanıyor. Oysa kanunlar da şeriatın bağrından doğmuştur. Bir din adamı, kendi asrının bütün temel meseleleriyle ilgili malumat sahibi olmalıdır. İslâm’ın emirlerini yorumlarken, geniş bir bilgiyle ve ufukla bakmalı, açıklamalarını da buna göre yapmalıdır.

“Âdetler ve yerel gelenekler üzerine bina edilen hadis-i şerifler, zamanın değişmesiyle değişime uğrarlar. Örneğin, Peygamberimiz günümüzde ve aramızda yaşıyor olsaydı, verdiği bazı hükümleri değiştirirdi. Peygamberimizin bazı konulardaki hükümleri, tamamen kendi yaşadığı zamana uygundur ve o zamanla ilgilidir. Ganimet konusunu buna misal gösterebiliriz. Peygamberimiz ‘devlet başkanı ve ordu komutanı’ sıfatıyla, kendi dönemine uygun hükümler getirmiştir. Bugün ise, devlet yönetimlerinin ve orduların kendilerine has kanunları ve kuralları vardır.

“Zamanın ve şartların değişmesi nedeniyle, hadis-i şeriflerin tamamını alıp uygulamaya koymak yerine, günümüze ve insanların maslahatına uygun olan hadisleri almalıyız. Bugün aşırı gruplar, hadisleri bağlamından kopararak genellemekte, kendi ideolojilerine hizmet eder hale getirmekte ve birçok suça imza atmaktadır. İslâm, onların bu yaptıklarından uzaktır ve berîdir.”

Bu sözler, Mısır Vakıflar [bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın küçük çapta muadili] Bakanı Muhammed Muhtar Cumua’ya ait. Geçtiğimiz hafta, uydudan yayın yapan Mihver isimli televizyon kanalında canlı yayına bağlanan Cumua, “İslâm’ın yeniden yorumlanması ve din dilinin yenilenmesi” talebini defaatle dile getiren Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi’ye katıldığını belirterek, “hadislerin ayıklanması”na dair düşüncelerini televizyon ekranından milyonlarla paylaştı.

Bakan Cumua’nın “Hadislerin hepsini kabul etmemize gerek yok, günümüze uygun olanları seçmeliyiz” spotuyla manşetlere tırmanan açıklaması, Mısır’da hem Cumhurbaşkanı Sisi’nin hem de ülke basınının aylardır sürdürdüğü bir polemikle eş zamanlı olarak sahneye çıktı. Şimdiye kadar en az sekiz ayrı konuşmasında “din dilinin yenilenmesi mecburiyeti”nden söz eden Sisi’ye ilaveten, Mısır gazete ve televizyonlarında, elimizdeki hadis kaynaklarının sıhhat derecesi ve hadislerin modern hayatımızı ne kadar bağladığı ve ilgilendirdiğine dair tartışmalar yapılıyor. Bakan Cumua, söz konusu beyanıyla, mevzuya en üst düzeyde ve “ilgili alanda icranın başı” sıfatıyla iştirak etmiş oldu.

***

(…) Usul âlimleri, Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarından bazılarının kendi dönemiyle ilgili olduğunu, örnekleriyle izah etmişlerdir. Kitaplarımızda, konunun ayrıntıları bütün açıklığıyla mevcuttur. Dolayısıyla, tutarlılık çerçevesinden çıkmamak için, usul üzere bir üslup tutturmak şarttır. Muhammed Muhtar Cumua’nın sözlerini bu çerçevede ele almak ise oldukça zor görünüyor. Mısır gibi bir ülkede, görevi “dinî nasları devlet sopasıyla terbiye etmek” olarak konumlanmış bir bakanlığın başındaki zat, “güncel olmayan hadisleri almak zorunda değiliz” dediğinde, bunun bambaşka bir anlama geleceği gayet açık.

Dahası, Bakan Cumua’nın “Peygamberimizin bazı konularda verdiği hükümler”, “adetler ve yerel gelenekler üzerine bina edilen hadis-i şerifler”, “o zamanın ve şartların ürünü kararlar” olarak yorumladığı şeylerin ne olduğu açık değil. Zaten, “metnin dilini güncellemek” bağlamındaki bütün tartışmaların bam teli de burası. Bu güncelleme neye ve kime göre yapılacak? “O zamanda geçerliydi” denilerek rafa kaldırılacak “bazı” hükümlerin neler olduğu, hangi kıstaslar çerçevesinde belirlenecek? “Bu zamana uygun değil” sonucuna varılacak hükümlerin yerine ne koyulacak? Tüm bunlar yapılırken ortaya çıkan “yeni şey”in İslâm’ın kendisine ve ana metinlerine ne derecede uygun olduğu kim tarafından ve nasıl denetlenecek?.. Sorular uzayıp gidiyor…

***

Mısır’da devletin her katmanının içine dâhil olduğu bu tartışma, İslâm dünyası olarak yeni bir sürece girmekte olduğumuzun işareti aslında. “Siyasal İslâm” yaftasıyla İslâm’ın toplumsal hayata, aileye, kişinin hak ve görevlerine, hukuka, ekonomiye, dış politikaya, uluslararası ilişkilere vb. getirdiği ölçülerin toptan iptaline çalışılan, metinlerdeki hükümlerin tartıştırılarak gündemden düşürüldüğü, “İslâm’ın bu konudaki ölçüsü budur” diye ağzını açmaya yeltenenlerin linç edildiği, fırtınalı ve bol zâyiatlı bir süreç…

Bu yolun bizi nereye çıkaracağını şimdiden kestirmek güç. Beliren alametlere bakılırsa, istikamet, istikbal ve menzil hakkında endişelenmemek ise imkânsız.

*

Taha Kılınç’in dikkat çektiği gibi, mesele gelip “Siyasal İslam”da düğümleniyor.

Türkiye Cumhuriyeti laik (siyasal dinsiz) bir devlet olduğu için, İslam’ın siyasetiyle (Siyasal İslam’la) arasına mesafe koymuş durumda.

Hem anayasasının, hem de diğer yasalarının İslam’sız ve laik (siyasal dinsiz) olmasını gerekli görüyor.

Diğer yandan, derin yapıların, rejimi koruma ve kollama babından nüfuz/tesir/etki ajanları kullanarak Müslüman camianın zihniyetini “içeriden” dönüştürme faaliyeti yürütmüş olduğu da biliniyor.

Bu tesir ajanlarından biri, eski Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı General İsmail Hakkı Pekin’in açıkladığı gibi, Mehmet Şevket Eygi adlı kırmızı takkeli şahıstı.

Bu şahıs, Millî Gazete’de İslamcılık ve Siyasal İslam hakkında yenilir yutulur olmayan zırvalar yazmayı hiç bırakmadı.

İslamcı ya da Siyasal İslamcı bilinen kişileri tekfir anlamına gelen cümleler kurdu.

Mesela şunu yazabildi: “İslam başka şey, siyasal İslam başka şeydir. İslam bir vadide, siyasal İslam başka bir vadide.”

Bu sahtekâr şahıs, bir yandan da ucundan kıyısından Kemalizm, laiklik vs. eleştirisi yapıyordu. Ancak bu, İslamcılık düşmanlığını yedirmek için oltaya takılmış yemdi.

Başı sıkıştığında da, “Gençliğimde Mahir İz gibi zevatın yanına giderdim” gibi hikâyeler anlatıyordu.

General Pekin’in ifşaatı dikkate alınırsa, onların yanına ajan olarak gittiği kabul edilmelidir. (Bu tip ajanlar adamın yanına “Hocam, hocaefendi, zatıaliniz, değerli büyüğümüz, irşadınıza muhtacız, sizden feyz almak isteriz” bilmem ne oltalarıyla yanaşırlar.)

*

Batı günümüzde İslamcılıkla küresel çapta mücadele ediyor.

Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın mevcut olduğu Soğuk Savaş döneminde (1945-1990 arası) Batı için öncelikli tehdit komünizm yayılmacılığıydı.

1990’dan sonra NATO yeni tehdit olarak İslam’ı seçti.

Fakat, İslam dünyasını ürkütmemek ve Müslümanlar arasından işbirlikçiler edinmek için “Bizim düşmanımız İslamcılar (veya Siyasal İslamcılar), İslamcılık bir ideoloji; biz din olan İslam’a karşı değiliz” demeye başladılar.

Bu söylemi İslam dünyasındaki sosyolojik müslümanlar (nüfus cüzdanı müslümanları) ve laikler hemen benimsediler. Batı (emperyalist) işbirlikçiliği zaten genlerine işlemiş durumdaydı.

Böylece, Batı'nın muasır medeniyetinden aldıkları ilhamla dinci-dindar, İslamcı-müslüman ayrımı yapmaya başladılar.

Onları kuyruğuna takan Batı, İslamcıların karşısına, aslan postu giymiş kurt gibi dışı aslan (müslüman), içi kurt (Batıcı) yerli-milli işbirlikçiler sürmüş oluyordu.

Derenin ruhsuz, cansız ve akılsız taşları ile, derenin kuşlarını taş yağmuruna tutuyordu.

*

Böylesi bir vasatta türeyen dönek ya da itirafçı birileri “Ben İslamcıydım ama tövbe ettim, İslamcı değilim, müslümanım” ya da “Din-darım, din-ci değilim” demeye başladılar.

Laiklere ve ırkçılara şirin görünmek, onlardan aferin almak için..

Oysa milliyet-çi, Farsça “dar” ekini kullanıp (Ki bu ek, “sahip olmak” anlamına geliyor) “Ben milliyetçi değilim, milliyetdarım” demiyordu.

Solcu, “Ben solcu değilim, soldarım” demiyordu.

Türkçü, “Ben Türkçü değilim, Türkdarım” demiyordu.

Ülkücü, “Ben ülkücü değilim, ülküdarım” demiyordu.

Siyasetçi, “Ben siyasetçi değilim, siyasetdarım” demiyordu.

Sanatçı, "Ben sanatçı değilim, sanatdarım" demiyordu.

İlerici, “Ben ilerici değilim, ileridarım” demiyordu.

Atatürkçü, “Ben Atatürkçü değilim, Atatürkdarım” demiyordu.

*

Böylece, dincilik-dindarlık ve İslamcılık tabirleri üzerinden müslümanlığa savaş açıldı.

Sözde din ve dindarlık karşıtı değillerdi. Dincilik ve İslamcılık karşıtıydılar.

Oysa, dinci tabiri, dindar kelimesine göre daha edepli, ölçülü, alçakgönüllü, haddini bilir ve makuldü.

Çünkü dinci tabiri, bir aidiyet, bir mensubiyet, bir adanmışlık ifade ederken, dindar kelimesi “sahiplenme” ifade ediyordu.

Durum buyken, kelime oyunu sululuğundan başka sermayesi bulunmayan şarlatanlar “İslamcı değilim, İslam satmıyorum” diyebildiler.

Sanki tarihçi tarih, denizci deniz, bekçi bek, akıncı akın satıyordu.

Fakat bu “kıblesi seyyar” ideolojik kaçar göçerler aynı şeyi milliyetçiye, Atatürkçüye, solcuya, Türkçüye demiyorlardı.

*

Osmanlı’nın son döneminde İslamcılığın alternatifi olarak Batıcılık ve Türkçülük (arasıra da Osmanlıcılık) gösteriliyordu.

Daha önceleri İslamcılıktan bahsedilmiyordu, çünkü Batıcılık ve Türkçülük gibi akımlar mevcut değildi, dolayısıyla onlarla İslam adına mücadele etmek (onlara karşı İslamcılık, yani İslam taraftarlığı yapmak) gerekmiyordu.

Kemal Atatürk (saltanatı kaldırmak suretiyle) Osmanlı Devleti’ni yıkınca Osmanlıcılık akımı kendiliğinden bitti.

Batıcılık ile Türkçülüğün izdivacından da Kemalizm doğdu.

Böylece geride iki akım kalmış oluyordu: İslamcılık ve Kemalizm.

Tek Parti rejimi, “cumhuriyet karşıtlığı ve irtica” olarak adlandırarak, İslamcılığa kendisini ifade imkânı tanımadı.

İslamcılığı yok etmeye çalıştı.

Bunun için açık savaş yürüttü, cepheden saldırdı. Fakat başarılı olamadı.

Günümüzde ise daha sofistike, rafine ve hileli yollar kullanılıyor.

“Madem yok olmuyor, ajanlar vasıtasıyla içeriden ele geçirip Yahudilik ve Hristiyanlık gibi tahrif edip dönüştürelim, yerli ve milli hale getirelim” deniliyor.

*

Bu iş için ajanlar, işbirlikçiliğe hazır dünyaperestler ve tuzağa düşürülüp şantaja maruz bırakılarak satın alınan kişiler kullanılıyor.

Sabık Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı General İsmail Hakkı Pekin’in “Özel Harp” elemanı olduğunu açıkladığı Fethullah Gülen, bu “İslamcılığı içeriden bitirme” projesi çerçevesinde devletin kullandığı kişilerdendi.

Fethullah'ın bir "devlet projesi" olduğu; 1980'li yıllarda sanki yasaklıymış, aranıyormuş da bulunamıyormuş gibi gösterilmesi suretiyle gözlerden saklandı. Kamufle edildi.

Gülen, tam aradıkları evsafta biriydi, zeki, çevik-hareketli, ve aynı zamanda kendisi için birşey istemeyen, herhangi bir dünyalığa (bir eşe bile) sahip olmayacak ahlâkta bir adamdı.

Üstelik bilgiliydi, azimliydi, çalışkandı, yetenekliydi ve hitabeti kuvvetliydi. 

Böylece, merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hocanın "üzüm salkımı" metaforunun gerektirdiği bütün şartlar tamamlanmış oluyordu. 

Derin devletçiler (ya da devletin derinlikleri), Fethullah'ın elindeki üzüm salkımı haline gelmiş müslüman kitleyi, İslamî potansiyeli, onun eli vasıtasıyla istediği gibi kullanabilirdi.

Ancak, İslamcılığı içeriden baltalıyor ve bitiriyoruz diyerek çıkardıkları yangın az kalsın kendilerini de yakıyordu.

Çünkü CIA, emeklerinin ürünü Fethullah'ı ellerinden kapıp almış, o güne kadarki emeklerini çalmıştı. 

Eli böğründe kalan emekdarlar, öfkelerini Fethullah'ın salkımındaki üzüm tanelerinden çıkarmaya başladılar. 

Kırk yılda oluşturulmuş efsaneye göre "Hocaefendi", dünyalık hiçbir şeye malik değildi, insanlar tarafından yüceltilmeyi de umursamayacak kadar yüce bir ahlâka sahipti, dolayısıyla resmî muhasebe kayıtlarına göre bu süreçte ne birşey kazanmış, ne de kaybetmişti.

"Resmî bildirimlere" (inandırılmak istendiğimiz efsaneye) göre, kaybedenlerin sadece üzüm taneleri (ülkenin sosyal sermayesi ve insan kaynakları) olduğunu düşünmemiz gerekirdi.

Fethullah bumerangı, dönüp onu boşluğa savuranların kafasını yarmıştı.

*

Ancak, yaşananlardan ders alınmadı, ve bu İslam’la oynama çılgınlığı bitmiş değil.

Bu rejim varoldukça da bitmez.

İslam'ı devletçi, Atatürkçü, omurgasız ve laikliğe (siyasal dinsizliğe) endeksli hale getirme (güncelleme) projesinin yerli ve milli başka örgütlü sosyal ayakları halen aktif durumda, ihtiyaca göre yenileri de üretilir, üretiliyor.

Strateji aynıysa da taktik değişebiliyor.

Mesela "dinde re-form"un ("yeniden biçimlendirme"nin) adı değiştirilmiş, yerli ve milli hale getirilip "güncelleme"ye dönüştürülmüş durumda.

Fark şurada, reform yabancı bir kelime, güncelleme ise yerli ve milli.

Öz değişmiyor, değişen, söz.

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...