TARİHSELCİLİĞİN AKILSIZ AKILCILIĞI VE İMAM MATÜRİDÎ

 





Akıl dediğimiz şey, insanlardan ayrı bir varlık değil.

Yani akıl, insanlardan ayrı olarak ortaya çıkıp, “Ben Akıl’ım, bu konuda şunu söylüyorum” diye konuşmaz.

Konuşan, insanlardır..

Ve onlar, (sanki akıl kendileri dışında farklı bir varlıkmış gibi) akıl adına konuştuklarını iddia ederler.

Doğal olarak, adına konuştuklarını söyledikleri Akıl, müstakil/bağımsız bir varlık olarak ortaya çıkıp, “Evet, bu vatandaş benim adıma konuşuyor” diyecek durumda değil.

*

“Akıl ve nakil” tabirindeki nakle gelelim..

İmdi, birtakım doğruları birilerinden rivayet edip aktararak söylediğimizde buna “nakil” diyoruz.

Kişinin kendi aklına dayanarak konuşması ise re’y (görüş) olarak adlandırılır.

TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Re'y” maddesinde şunlar söyleniyor:

Sözlükte “gözle görmek” yanında “akıl gözüyle görmek, kalp gözüyle görmek; bilmek, anlamak; düşünmek, zannetmek” gibi mânaları bulunan, ayrıca “görülen şey, düşünülen şey, şahsî kanaat, eğilim” gibi mânalara gelen re’y kelimesi, dinî literatürde geniş ve dar kapsamlı kullanımları olan bir terimdir …

Geniş anlamıyla re’y için daha çok kalp/akıl gözüyle görme anlamı doğrultusunda olmak üzere “sonuç itibariyle isabetli olanı çıkarsama” …, “sonuçtaki durumu çıkarsama” … gibi tanımlar verilmiştir …. Bunlar re’yin bir akıl yürütme mekanizması olarak algılandığını göstermektedir.

Demek oluyor ki, insanda akıl yürütme sonucunda re’y (görüş) oluşuyor.

Bu durumda akılcılık, insanların kendi akıllarına dayanarak, kendi akıllarıyla değerlendirme yaparak görüş oluşturmalarını savunmak demek olur.

Böyle biri, kendi re’yini başkalarından yapılan nakle tercih eder.

*

İmdi, tarihselci soytarılar (ve tarihselci olduklarını söylememekle birlikte onlarla aynı makamdan uzun hava okuyan ilahiyatçı şaklabanlar), İmam Matüridî’yi akılcı, akla dayanan bir âlim kabul ettiklerine göre, iddiaları doğruysa, İmam’ın mesela tefsir kitabı Te’vîlâtü’l-Kur’ân’da nasıl konuşuyor olması gerekir?

Eserinde nasıl bir yaklaşım sergiliyor olabilir?

Bunu anlamak için eserini didik didik etmeye gerek yok.

Eserinin ilk satırları, (birkaç paragrafa ayırdığımız) ilk paragrafı, yol haritasını ve benimsediği yöntemi ortaya koyuyor.

Okuyalım (Evet, ilk satırlar, ilk cümleler, ilk paragraf):

Te'vil [anlamaya çalışarak tahminle yorumlamak] ile tefsir [bilgiye dayalı olarak açıklamak] arasındaki fark, beyan edilen şu husustan ibarettir: Tefsir ashaba, te'vil ise alimlere ait bir iştir. 

Bunun manası şudur ki sahabe-i kiram çeşitli meclislerde bulunmuş, birçok hadiseye şahit olmuş ve Kur'an'ın hangi olay veya mevzu hakkında nazil olduğunu bilmişlerdir. Binaenaleyh onların ayeti tefsir edişleri büyük önem arzetmektedir, çünkü onlar olup biteni görmüş ve olaylarda hazır bulunmuşlardır. Zaten ayetten kastedilen de budur [Ashabın açıkladığı husustur]

Burada ilahi beyanın neyi amaçladığını [makasıd, maslahat, hikmet] bilmek bir şeyi görmeye benzer ki bu husus işin iç yüzünü bilenden başkası için mümkün değildir. 

Nitekim bu manaya bağlı olarak [Hz. Peygamber s.a.s. tarafından] şöyle buyurulmuştur: "Kur'an'ı şahsi görüşüyle (re’y) tefsir etmeye kalkışan kimse (cehennemdeki) yerine şimdiden hazırlansın" (Tirmizî, Tefsir, 1). 

Çünkü öylesi yaptığı tefsir konumundaki açıklamasına Allah'ı şahit tutmaktadır.

(Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân Tercümesi, C. 1, çev. Bekir Topaloğlu, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2015, s. 27.)

İmdi, re’y (şahsî görüş) dediğimiz şey “akıl yürütme” demek olduğuna göre, neden İmam Matüridî tarihselci soytarılar gibi (sözde) akıl yürütüp “Hz. Peygamber böyle bir söz söylemiş olamaz, ben bu hadîsi kabul etmiyorum” demiyor da, kitabına başlarken böyle bir hadîs ile meseleye giriş yapıyor?

Hani nerde akıl-cılık?!

Niye nakli (ashabın naklini) esas alıyor?

Sebebi şu: İmam Matüridî akıl-cılık yapmıyor, aklını kullanıyor.

Tarihselci ilahiyatçı soytarılar ise akıl-cılık yapıyor, fakat akıllarını kullanmıyorlar.

*

İmam’ın yukarıya aldığımız ifadeleri, eserin ilk cümleleri.. Birinci cildin ilk paragrafı..

Birinci paragraf, İmam’a izafe edilen akılsız “akılcılık” hurafesini berhava edip darma duman etmiş durumda.

İkinci paragraf ise (Ki onu da bölüp birkaç paragrafa ayırdık), bu tarihselci soytarıların “makasıd, maslahat, hikmet” vs. edebiyatını tümden havaya uçuruyor, bu kavramlar maske yapılarak üretilen saçmalıkları toz zerreleri halinde atmosfere saçıyor:

Te'vile gelince, bu kelimenin manası bir hususun varacağı nihai noktayı açıklamaktan ibarettir. Te'vil [Arapça] "âle-yeûlu" kökünden alınmıştır, "rücu eder, şu sonuca varır" anlamında. 

Ebu Zeyd'in (Said b. Evs b. Sabit el-Ensari) ifadesiyle te'vilin manası şudur:Eğer bu, Allah'tan başkasına ait bir söz olsaydı şu şu anlamlara gelirdi.” 

Burada sözü, muhtemel manalara yönlendirmek bahis konusudur. 

Sözü edilen bu te'vil yönteminde tefsirde olduğu kadar şiddetli bir sakındırma gündeme gelmez, çünkü bunda Allah adına açıklama yapmak gibi bir durum yoktur, zira kişi murad-ı ilahiden [makasıd, maslahat, hikmet] haber vermemekte ve “Allah bu beyanı ile şunu murad etti", yahut da "şunu kastetti" dememekte, sadece şöyle bir ifade kullanmaktadır: “Bu ilahi beyan şu ve şu manalara yönelik ihtimaller taşımaktadır, benim bu söylediklerim insanoğlunun dile getirebileceği hususlardandır, Kur'ani beyanın içerdiği hikmeti bilen sadece Allah'tır.” 

(A.g.e., C. 1, s. 27-8.) 

*

Demek oluyor ki, İmam’a göre, “Kur'anî beyanın içerdiği hikmeti [makasıdı, maslahatı] bilen sadece Allah'tır.”

Sendeki (gerçekte var olmayan) akıl bu konuda birşey söyleyemez, “makasıd, maslahat, hikmet” edebiyatı yapamaz.

“Sadece Allah değil, ben de O’nun kadar bilirim, çünkü aklım var” diyemezsin.

Ancak, eğer Allahu Teala emir buyurduğu bazı hususlarda o emrin ardındaki hikmeti de ayetlerde açıklamışsa, o başka.. O zaman, “nakil” sayesinde bilebilirsin.

Ya da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem o hikmeti açıklamışsa ve ashabına bildirmişse, işte o zaman onlardan gelen rivayetlerle emirlerin hikmetini yine bilebiliriz.

Bunun dışında (âlim bile olsak) kendi anlayışımıza (akıl yürütüşümüze, re’yimize) dayalı olarak vardığımız sonuçlar, kendi zannımız ve tahminimiz olmaktan öteye gitmez. 

*

Ve bu zannımızı “Kur’an’ın anlamı, Allahu Teala’nın sözlerindeki makasıd, maslahat, hikmet” olarak ortaya koyduğumuzda, cehennemdeki yerimize hazırlanmamız gerekiyor.

Evet, günümüzde ilahiyatçılar camiasında, Cehennem’deki yerine hazırlanması gereken pekçok kimse mevcut.

Bu hazırlanış konusunda şiddetli bir izdiham yaşanıyor.

Zannedersiniz ki deprem yaşayıp aç susuz açıkta kalmışlar, bir haftadır yiyecek içecek bulamamışlar da yardım malzemelerinin başına koşuşuyorlar.

Öyle bir telaş..

Tarihselcilerin, ilahiyat camiasındaki bu izdihamda başı çektikleri, Cehennem’e giriş hazırlıklarını büyük bir coşku, şevk, ciddiyet, gayret ve heyecanla yaptıkları, televizyonlardaki artistik şovlarına bakıldığında kesin olarak ortaya çıkıyor. İşin hakkını veriyorlar.

Bu soytarılar Cehennem ateşine niçin bu kadar hevesliler, anlamak mümkün değil.

Bir de (akılsız/beyinsiz oldukları için hiç anlamadıkları) İmam'ı istismar etmeseler..

*

İmam’ın ilk paragrafta söylediklerinin ortaya koyduğu gibi, ashabın durumu farklı..

Onlar, ayetlerdeki maksad, maslahat ve hikmetleri biliyor olabilirler.

Dolayısıyla, Hz. Ömer’in mesela zekât ayetindeki müellefe-i kulub kavramı hakkında konuşmasının, Hz. Ebu Bekir’in onun sözlerini onaylamasının, ardından da ashabdan hiç kimsenin bu açıklamaya itiraz etmemesinin bir değeri var.

Onlar, böylece ilgili ayeti tefsir etmiş, açıklamışlardır.

Tarihselci soytarılara gelince..

Onlar iyi niyetli bile olsalar, akıl adına ortaya attıkları maslahat, makasıd ve hikmet, ancak (tefsir değil te’vil düzeyinde) “kendi zanları” olarak kalır.

Dolayısıyla, İmam’ın işaret ettiği gibi edeblerini takınıp şöyle konuşmaları gerekir: “Bu bir insan sözü olsaydı şu şu manaya gelmesi ihtimal dahilindeydi. Fakat Allahu Teala’nın gerçek muradını biz bilemeyiz. Haddimiz değil.”

*

Tarihselciler böyle mi konuşuyorlar?

Hayır!

Bu ihraç fazlası defolu soytarılar, Allahu Teala’nın ahlâkî idealden taviz verdiğini bile söyleyebiliyorlar.

Hem ahlâkî idealin (rab haline getirdikleri Batılılar’dan öğrenerek) ne olduğunu biliyorlar, hem Allahu Teala’nın muradını tam olarak anlıyorlar, hem de haşa Allahu Teala’nın eksiğini kusurunu keşfediyorlar. İddiaları böyle.

Dahası bu soytarılar, Kur’an’ı ashabdan bile daha iyi tefsir ediyor, Allahu Teala’nın muradını (zan ve tahminle ilgisiz olarak) kesin bir biçimde biliyor, sonra o murad (maslahat, makasıd ve hikmet) doğrultusunda Allahu Teala’nın hükümlerini nesh edip yerine kendi buldukları hükümleri (Ki tesadüfen Batılı rablerinin görüşleri doğrultusunda ortaya çıkıyor) oturtuyorlar.

*

Eserin birinci cildinde Prof. Yusuf Şevki Yavuz’un İmam’la ilgili bir tanıtım yazısı da mevcut..

Bu çürük pırasasörün de dangalıklık ve akılsızlıkta tarihselcilerden geri kalmadığı görülüyor.

Mesela İmam için şöyle diyor:

“O, Hz. Ömer'in Resulullah zamanında kendilerine müellefe-i kulub statüsü verilen kişileri, İslam'ın güç kazanması ve müslümanların çoğalmasını gerekçe göstererek bu statüden çıktıklarını beyan ettikten sonra halife Hz. Ebu Bekir'in bu uygulamayı aynı kişiler hakkında devam ettirmesine ilişkin kararını reddettiğini nakletmiş, ardından da bunu dikkate alarak anlamını yitiren hükümlerin içtihatla nesh edilebileceğine hükmetmiş, …” 

(A.g.e., C. 1, s. 21.)

İşte, okuduğunu anlamaktan aciz bu dangalağın aklı da bu kadar..

Oysa, İmam, “içtihat ile nesih” kavramını bu olaydan hareketle söylemiyor.

Enfal 67’deki esir alma bağlamında söylüyor.

Üstelik, Enfal 67’deki ifade, bu konuda (esir almanın belli bir dönem yasak olması konusunda) şartların değişmesi ile farklı hüküm verilebileceğini gösteriyor.

Yani buradaki ictihad, ilgili ayetin hükmünü ortadan kaldıran bir ictihad değil, ilgili ayet çerçevesinde ortaya çıkan, ayetin izin verdiği bir ictihat.. (Daha önce son iki yazıda bu konu üzerinde durmuştuk.)

*

İlahiyat camiasında bu kadar çok ahmağın bir araya gelmesi, sanırım Cumhuriyet dönemine özgü birşey..

Belki de bir kıyamet alameti..

Özel olarak toplamak istese insan bu kadar çok salağı bir toplulukta biraraya getirmeyi başarabilir mi, emin değilim..

Bunlarla aynı kurumlarda görev yapmak zorunda kalan, bu (akılcılık edebiyatı yaparak kendilerindeki eksikliğin verdiği ızdırabı dışlarına vuran) akılsızlarla aynı mekânlarda görev yapmanın çilesini çeken “akıllı” ilahiyatçılara Allahu Teala yardım etsin!

İmtihanları hiç kolay değil.. Allah kurtarsın!

*

Bir sonraki yazı ile bu konuya son vereceğiz inşaallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...