TASAVVUF VE İRFAN NAMINA ZÜHD, TAKVA, İHLAS, SIDK U SADAKAT KALMADI, LAİKLİK, DEMOKRASİ, KURTÇULUK, IRKÇILIK, "SİYASAL DİNSİZ" DEVLETÇİLİK VERELİM

 





Dr. Nurullah Çakmaktaş, “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” (Akademik İncelemeler Dergisi, C. 16, S. 1Nisan 2021) başlıklı makalesinde şöyle diyor:

Bazı öncü cihâdî selefi ideologlar, İslamcıların demokrasinin temel ilkelerinden olan “inanç özgürlüğü” ilkesi ile Kuran’daki “dinde zorlama yoktur” ayeti arasında benzerlik kurma çabalarını da tenkide tabi tutmuşlardır. Zira onlara göre demokrasinin “inanç özgürlüğü” ilkesi İslami anlayışa tam anlamıyla zıttır.

İşte burası, Çakmaktaş’ın “cihâdî selefi ideologlar” diye adlandırdığı gerçek ehl-i Sünnet müslümanlar ile laik (siyasal dinsiz) devletler hesabına ehlî sünnetçilik yapan bid’atçi sahtekârların yollarının ayrıldığı noktalardan birini oluşturuyor.

Bu meselede “cihadî selefîler”, tamı tamına geleneksel ulemanın, geçmişte yaşamış Ehl-i Sünnet alimlerinin izinden gidiyorlar.

Mesela, merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca’nın Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde yazdıklarından farklı bir şey söylüyor değiller.

*

2004 yılında, yani 19 yıl önce, bu konuyu, Muharrem Nureddin Coşan’ın İskenderpaşa Cemaati adına kurduğu Sağduyu Partisi’yle ilgili bir (sözde) istişare grubunda tartışmak zorunda kalmıştım. Sözde istişare, internet vasıtasıyla yürütülüyordu.

Muharrem Nureddin, 2001 yılı Şubat’ında, Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca’nın cenaze namazı kılınmadan önce Fatih Camii avlusunda cemaate, kendisinin onun varisi olduğunu ilan ettiren vatandaş.. (Bu vesileyle Mehmed Zahid Kotku rh. a.'i ve hocam Esad Efendi'yi rahmetle anıyor, ve Mehmed Zahid Efendi'nin yeni vefat eden kerimesine Allahu Teala'dan rahmet diliyorum.)

Buradaki “varis”likten kasıt, bilinen anlamda bir varislik değildi. Yani bu, oğlu olması hasebiyle “Haberiniz olsun, ben onun oğluyum, dolayısıyla varisi benim, başka birisi ben de oğluyum diye ortaya çıkmasın, benimle miras kavgası içine girmesin” anlamında yapılmış bir hatırlatma değildi.

“Tekkenin yeni şeyhi benim” demek istiyordu.

Fakat sözleri ve yaptıklarıyla şeyh değil, mürid bile olamayacağını gösterdi.

Manevî intihar anlamına gelen kusursuz itikadî cinayetlerinden birini, işte bu Sağduyu Partisi’ndeki söylemleri oluşturuyordu.

Söz konusu istişare grubu (Ki 27 kişiden oluşuyordu) gerçekte istişare amacıyla oluşturulmuş değildi.. Kısmen (tümden değil, kısmen) muhafazakârlık sosuna batırılmış laik demokrasi ideolojisi, “varis şeyh” müsveddesinin yeni açılımı olarak, benim de aralarında bulunduğum birilerine, illüzyonist elçabukluğuyla emrivaki (oldubitti) kabilinden onaylatılmak isteniyordu.

Resmen “resmî ideoloji”yi, laikliği ve demokrasiyi savunuyorlardı.

Grubun yöneticisi, varis (mirasyedi) Nureddin’in yeğeniydi (ablasının kızı).

MİT’çiler tarafından kulaklarına üfürülmüş olduğu anlaşılan laik demokratik zırvalara itiraz ettiğimde Nureddin’in yeğeni bana işte bu “Dinde zorlama yoktur” ayetiyle ders vermeye kalkışmıştı.

Nureddin ve yeğeni kumpanyası laik demokratik artistlikler yapmak yerine Necip Fazıl’ın şu mısralarını her gün sabah akşam yüzer defa okumalıydı:

“Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;

“Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?

*

Evet, Nureddin ve yeğeni kumpanyası, Kur’an’ı MİT’çilerin arzusu doğrultusunda heva ve hevese göre tefsir ediyor, (Yahudiler gibi lafzını değiştirip tahrif edemedikleri) ayeti anlam düzeyinde tağyir ve tebdil ederek, Allahu Teala’nın vahyini (kendisine Türkler’in atası anlamında Atatürk soyadını yakıştırmış bulunan) Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa’nın laikliğine (siyasal dinsizliğine) payanda yapmaya çalışıyordu.

Oysa, Ali Rıza oğlu Mustafa’nın, (“Çorap giymedin, yalın ayak gezdin, seni asıyorum” dercesine) şapka giymedi diye adam asma çılgınlığı (çılgın Türklüğü) sergilediği, tarihte ancak Firavun ve Nemrut’larda görülen gaddar zorbalığı böylece çağdaşlaştırıp uygarlaştırdığı bir dönemde Kur’an’ı tefsir eden merhum Elmalılı Hoca, söz konusu ayetle ilgili olarak şunları yazmıştı:

Burada Fahreddin Razî, "tefsir"inde üç meseleden bahsetmiştir.

Birinci mesele: İbnü Abbas demiştir ki: Allah'a küfrünüz sizin, ona tevhid ve ihlas da benim. O halde onların küfürlerine izin verilmiş denilebilir mi? Hayır, çünkü Peygamber (s.a.v.) küfürden men etmek için gönderilmiştir. Ona izin vermesi nasıl tasavvur olunur!

Kastedilen şu emirlerden biridir:

Birincisi bundan kastedilen "İstediğinizi yapın." (Fussilet, 40/40) gibi tehdittir. 

İkincisi şöyle demek gibidir: Ben sizi hak ve kurtuluşa davet için gönderilmiş bir Peygamber'im. Böyle iken kabul edip bana uymuyorsunuz, o halde bırakın da beni şirke davet etmeye kalkışmayın.

Üçüncüsü: Dininiz sizin olsun, eğer helak olmak sizin için bir hayır ise ona sarılın, ben dinimi bırakmam. (Bu izah, dinin bütün mânâlarını içine alarak en meşhur mânâsı olan ve esası mebde' (başlangıç) ve mead (ahiret)le ilgili olan itikat (inanç) ve amele raci bulunan millet (din) mânâsına göredir)

Bu âyetin tefsirinde ikinci görüş: Din, hesabdır. Sizin hesabınız size, benim hesabım banadır. Hiç birimizin amelinden diğerine bir sorumluluk teveccüh etmez, demektir.

Üçüncü görüş: Dinden maksad cezası, üzerine gerekecek ceza veya sevaptır. Yani “sizin dininizin cezası sizin, benim dinimin cezası benimdir" de! Onlara dinlerinin cezası olan vebal ve ceza elverir; sana da senin dininin mükâfatı olan tazim ve sevap yetişir.

Dördüncü görüş "Allah'ın dini(ni uygulama hususu)nda sizi onlara (zina eden kadın ve erkeğe) karşı acıma duygusu tu(tup engelle)mesin." (Nur, 24/2) âyetinde din, belli cezalar demek olan hadd (dînî ceza) olduğu gibi, burada da ceza mânâsınadır. (Bu, ceza mânâsından ehastır, Türkçe'de kullandığımız ceza demektir).

Şu halde mânâ şu olur: Benim Rabbimden gelecek cezanız size, sizin putlarınızdan gelecek ceza da bana aittir. Lakin sizin putlarınız bir şey yapamaz, ben onların cezasından korkmam. Fakat göklerin ve yerin tek kahredicisi olan âlemlerin Rabbi'nin cezasından sizin aklen dahi korkmanız lazım gelir.

Beşinci görüş: Din, "Dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na dua edin." (Mümin, 40/14) âyetinde dua mânâsına gelir. Yani sizin duanız, yalvarmanız sizin olsun, kâfirlerin duası ise dalalettedir, boşunadır. "İşte kâfirlerin duası böyle boşa gitmektedir." (Ra'd, 13/14), "O taptıklarınıza ne kadar dua etseniz, onlar sizin duanızı işitmez, faraza işitseler bile istediğinizi veremezler." (Fatır, 35/14) Bu kadarla da kalmaz, kıyamet günü size zarar da verirler. "Kıyamet günü de, sizin (onları Allah'a) ortak koşmanızı inkâr ederler. Bunu sana herşeyden haberi olan (Allah) gibi hiç kimse haber veremez." (Fatır, 35/14) dir. Benim Rabb'im ise herşeyden haberdardır, iman edenlerin dileklerini verir "İnanan ve iyi işler yapanlar(ın duasını) kabul eder." (Şura, 42/26) buyuruyor; "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim." (Mümin, 40/60) buyuruyor "Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık versinler, bana inansınlar ki doğru yolu bulalar." (Bakara, 2/186) buyuruyor.

Altıncı görüş: Din, âdet mânâsına gelir. Mânâsı: Sizin geçmişlerinizden ve şeytanlardan alınmış olan o şirk âdetiniz sizin olsun, benim melekler ve vahyile Rabbimden aldığım âdetim de benim. Siz şeytanlara ve ateşe kavuşuncaya kadar âdetinizde durun; ben de Rabbime, cennet ve rıdvanıma."

İkinci mesele: Tahsis ifade eder, mânâsı: "sizin dininiz sizedir, sizden başkasına değil; benim dinim de banadır, benden başkasına değil" demektir. Ve "İnsana, çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) ve "Hiç bir günahkâr, bakasının günah yükünü taşımaz." (İsra, 17/5) âyetlerine işarettir. Bu da, baştaki "söyle" emri düşüncesiyle şöyle demek olur: "Ben böyle vahy ve tebliğ ile yükümlüyüm, sizler de benimseme ve kabul ile sorumlusunuz, ben mükellef olduğum görevimi yaptım, teklifin üstesinden çıktım, sizin küfürde ısrarınızdan bana hiç bir zarar gelmek ihtimali yoktur, bütün zarar size aittir". Ancak Râzî'nin bu ifadesinde tahsisin tasvirinde selbi (inkâr) cihetleri, "sizden başkasına değil", "benden başkasına değil" diye genelleme, dolayısıyla olmuştur. Sözün sevkine göre izafet iki taraf arasında olduğu için tahsisler de "sizedir, bana değil; banadır, size değil" diye önce iki taraf arasında tasvir olunmak açıktır. Razî de buna yukarda geçen sözünün sonunda işaret etmiş demektir. Ebu's-Suud bunu daha açık olarak şöyle tasvir etmiştir: Sizin dininiz ki Allah'a ortak koşmaktan ibarettir, o sizin için tahsis edilmiştir. Sizin umduğunuz gibi benim tarafıma geçmez, şu halde ona boşuna ümitlerinizi kuruntularınızı takmayın, çünkü o münkün olmayan şeylerdendir. Benim dinim ki tevhiddir, o da bana tahsis edilmiştir, sizin tarafınıza geçmez. Çünkü siz onu mümkün olmayana bağladınız ki, o mümkün olmayan benim sizin tanrılarınıza ibadet veya onlara sarılmamdır. Öyle yaparsan biz de senin tanrına ibadet ederiz, diye bana vaad ettiğiniz de aynı şirk koşmaktır. Onların bir sene sen bizim tanrılarımıza ibadet edersen, bir sene de biz senin ilâhına ibadet ederiz, demeleri de iki tarafın iki ibadette ortaklıkları esasına dayanmış olduğu için, dayanılanın önce getirilmesinden beklenen tahsisin "kasr-ı ifrat" olması gerekir. Bir de "sizin dininiz size" tahsisi, "taptıklarınıza tapmam" sözünü; bu "dinim banadır" tahsisi, "taptıklarınıza tapıcı değilim" sözünü tekit olması caizdir. Şöyle demek olur: "Bana ancak benim dinimdir, sizin dininiz değil." Bu şekilde dayananın, kendisine dayanılana tahsisi olmuş olur. …

… Kadı Beydâvî de şöyle demiştir: "Bunda ne küfre izin, ne de cihaddan menetmek yoktur ki kıtal âyeti (harbe izin veren âyet) ile mensuh olsun, meğer -Allahümme- antlaşma ile tefsir edildiği takdirde ola."

*

Son paragrafta anlatılmak istenen şu:

Söz konusu ayet laik demokrasi zihniyetini benimseyenlerin anlamak istediği manaya geliyor olsaydı bile, cihad ve kıtal ayetleriyle neshedilmiş olduğunu unutmamak gerekirdi.

Fakat ayet, onların Yahudice araya sokuşturmak istedikleri bu bozuk mana ile ilgisiz, dolayısıyla neshten de söz edilemez.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...