KAF SURESİ

 


HA ATATÜRK’ÜN İZİNDESİN, HA HAÇLILARIN, ENGİZİSYON’UN…

 











Lucette Valensi’nin, Türkçe’ye “Avrupa’da Müslümanlar: 16.-18. Yüzyıllaradıyla çevrilmiş bir kitabı var.  

Alp Tümertekin’in tercüme ettiği eser 2015 yılında İş Bankası Yayınları eliyle okurların istifadesine sunuldu.

Kitapta yer alan şu satırları okuyunca insanın aklına, “Ha Atatürk’ün izindesin, ha Haçlılar’ın, Engizisyon’un…” şeklindeki bir düşüncenin gelmemesi çok zor.

Okuyalım (s. 15):

“… 1567 tarihli pragmatik (ya da kral kararnamesi) Gırnatalı Moriskoların konuşma dili olarak Arapça’yı kullanmalarını yasakladı. …

“Bunun yanında, Arapça metinler bulundurmaları, geleneksel kıyafetler giymelerikadınların başlarını örtmeleri, bayram günleri Morisko müziği … yasaklanmıştı.”

Bunlar size de tanıdık geldi mi?

Adamlar Atatürk devrimlerini resmen 400 yıl önce uygulamışlar.

Tersinden söylersek, Selanikli Mustafa Atatürk, İspanya’daki Haçlı zulmünü 400 yıl sonra Türkiye’de devrim (inkılap, yenilenme) adı altında ihya etmiş, uygulamış.

Demek ki Atatürk devrimleri denilen zulümler ve saçmalıklar manzumesi, aslında, Türkiye’nin en az 400 yıl geriye götürülmesiymiş.

Çağdaşlaşma değil, irtica imiş.. Büyük gericilikmiş..

Selanikli Türkiye’de resmen gericiliğin en vahşi ve yobaz versiyonunu hayata geçirmiş.

Üstüne üstlük bu rezalete bir de "medenîleşme/uygarlaşma, çağdaşlaşma, ilerleme" etiketi yapıştırarak bizimle alay etmiş. 

*

Kitaptaki söz konusu ifadelerden şunları anlıyoruz: Adamlar, kral kararnamelerini “pragmatik” olarak adlandırıyorlar. (Eski Yunanca'da pragma, "iş, eylem, fiil" demekmiş. Pragmatik de "işe yönelik, uygulamaya dönük, eylemsel, fiilî, faydacı" gibi anlamlara geliyor.)

Moriskolardan kasıt ise, zorla hristiyan yapılan eski Müslümanlar ile onların soyundan gelenler.

Bilindiği gibi, İspanya’da o dönemde Müslümanlar ile Yahudiler şu iki seçenekle karşı karşıyaydılar: Ya hristiyanlığı kabul edeceklerdi ya da öldürüleceklerdi.

Yahudiler’in Türkiye’ye getirilip Selanik’e yerleştirilmiş olmalarının nedeni bu.

Müslümanlar da Kuzey Afrika’ya, Arapça'nın konuşulduğu Tunus ve Fas gibi ülkelere göç ettiler. 

İsteyerek ya da istemeden geride kalanlar ise, öldürülmemek için morisko oldular.

Ancak, moriskoluğu kabul etmeleri onların zulümden kurtulmaları için yeterli olmadı.

Anadilleri olan Arapça’yı kullanmaları yasaklandı. Arapça metinler (kitaplar, yazılar) bulundurmaları da..

Selanikli de Türkiye’de Arapça öğrenimini yasaklamıştı.. Başta Kur’an olmak üzere Arapça metinlerin yüzünden okutulması, öğretilmesi suç sayılmaktaydı: İrtica suçu.. 

Özellikle kırsal kesimlerde insanlar polis ve jandarmaya yakayı kaptırmamak için kitaplarını ya yaktılar ya gömdüler.

Selanikli zampara işi o kadar azıttı ki, "Tarihî eserdir, kültürel mirastır, ecdad yadigârıdır" demeden Osmanlıca kitabeleri bile kazıtmaya başladı.

*

Haçlı İspanyollar, moriskoların geleneksel kıyafetlerini giymelerini de yasaklamışlardı.

Kılık kıyafet devrimi yapmışlardı.

Aynısını Selanikli zampara Mustafa Atatürk de, “Benim Engizisyon papazlarından, İspanyol Haçlılar’dan neyim eksik, aynısından ben de isterim” diyerek Türkiye’de yaptı.

Fakat İspanyol zalimler kadar dürüst ya da dobra olmadığı, veya daha kurnaz olma gibi bir fazileti bulunduğu için, yaptığı zulmü “milletin ilerlemesi yolunda gerçekleştirilen muazzam bir inkılap, yüzyılın iyilik hareketi, büyük hizmet” olarak nitelendirdi.

Ona göre bir Türk dünyaya bedeldi, fakat bir Frenk şapkası terazide tüm Türkler’den daha ağır basıyordu. 

Buna idam sehpaları bile şahitti.

Haçlı İspanyol keferesi, moriskoların kadınlarının başlarını örtmelerini yasaklamıştı, Selanikli Atatürk de Türk milletine morisko muamelesi yaptı, kamu kurumlarında çalışan ve devletin okullarında okuyan hanımlara, kızlara başörtüsü yasağı getirdi.

Müslüman millet, T. C. vatandaşı olmaları itibariyle "en hakiki Türk" kabul edilen Yahudi, Rum ve Ermeni vatandaşlar karşısında "ikinci sınıf vatandaş" haline getirildi. 

Sabatayistlere nisbetle de üçüncü sınıf vatandaştı.

Milleti moriskolaştırma devrimi, Selanikli’nin ölümünden 59 yıl sonra bir 28 Şubat günü feci bir biçimde hortlayacaktı.

*

Ortaçağ’ın vahşi İspanyol yobazlığı, moriskoların bayram günlerinde (hristiyanların bayramlarında) kendi müziklerini icra etmelerini de yasaklamıştı.

Yobazlıkta onlardan geri kalmak istemeyen Selanikli zampara da Türkiye’de radyoda klasik Türk müziğinin çalınmasını yasaklamış bulunuyordu.

Selanikli, sanki ortaçağ İspanya’sından zaman makinasıyla 20. Yüzyıl’a gönderilmiş bir zaman yolcusu ya da eski bir İspanyol mezarından fırlamış bir vampir zombi gibiydi.

İspanyollar'ın Engizisyon zulmüne fark atmayı, bu alanda "level" atlamayı başardı.. Harf devrimi adı altında bin yıllık geleneksel harflere yasak getirdi, İspanyol keferesinin harflerini aldı.

Arapça ve Osmanlıca öğreten kurumların kapısına kilit vurdu.

Arapça’ya olan düşmanlığı yüzünden Türkçe’deki bütün Arapça kelimeleri ayıklamaya, dil devrimi adı altında bir dil katliamı gerçekleştirmeye çalıştı.

Hatta beş altı cümlelik, 10-15 kelimelik Ezan’ın bile Arapça olarak okunmasına zorbalıkla yasak getirdi.

Eğer bir zorbalık ve vahşet olimpiyatları olsaydı, kesinlikle İspanya’nın Engizisyonu’nu da, Naziler’in Hitler’ini de geçer ve şampiyon olurdu. Çünkü Hitler, kendi milletine ve kültürüne bunun yaptığı türden zulmü asla reva görmemişti. İspanyollar da kendi dinlerine, dillerine, kültürlerine ve tarihlerine savaş açmamışlardı. 

Evet, bir zorbalık ve vahşet olimpiyatları olsaydı, Selanikli kesin şampiyondu.

(İnanmayan Prof. Dr. Arnold W. Ludwig’in bir “bilim adamı” olarak King of the Mountain adlı kitabında Selanikli hakkında verdiği hükme baksın.. Ludwig’e göre, Selanikli “dağın kralı” yani "dağdaki şampiyon" olmayı Hitler, Mao, Stalin ve Mussolini gibi isimlerden daha çok hak ediyordu. Nedenini ve "dağın kralı" olmanın ne anlama geldiğini kitaba sorun.)

*

Evet, Selanikli “bağ”ın ya da “kent”in değil, “dağın kralı” gibi hareket ediyordu.

Kadir Mısıroğlu’nun yazmış olduğu şu satırlar, onun nasıl bir “dağ kralı” olduğunu ortaya koyuyor:

… 1975 yılı sonlarıydı. Bir arkadaş telefon edip, Cafer Tayyar Paşa‘nın Salacak’taki yalısının enkazından bazı evrakın çıktığını, gelip onları görmemi söylemesi üzerine kalkıp oraya gittim.

Cafer Tayyar Paşa, Millî Mücadele’nin gerçek kahramanlarından biridir.

Mücadelesi daha ziyade Trakya bölgesindedir.

Fakat muhafazakârlığı sebebiyle zaferden sonra unutulmuş veya kasden unutturulmuş mübarek simalardan biridir.

Onun menkubiyet [düşkünlük, itibarsızlık, dert] günlerinde Kâzım Karabekir’den ayrılmayan, onunla temas etmekten korkmayan üç dört kişiden biri olduğunu biliyordum.

Küçük bir incelemeyle bu evrakın Kâzım Karabekir’in daha önce yayınlanmış olan İstiklâl Harbimiz isimli hatıralarının bir müsveddesi olduğu ortaya çıktı.

Cafer Tayyar Paşa’nın yalısı satılmış, onu … Yahya Kığılı almıştı. Bina yıkılırken, döşeme tahtalarının altından bu evrak ortaya çıkmıştı.

Demek ki, Kâzım Karabekir menkubiyet zamanlarında, evinde vaki aramalardan korktuğu için hatıralarının bir nüshasını da yakın dostu Cafer Tayyar Paşa’ya tevdi etmiş, o da bunları evinin döşeme tahtalarını sökerek altına saklamıştı.

1930’lar Türkiyesi’ndeki devlet terörünün şiddetini anlamak için şu bir tek misal bile kâfidir!..

Mecmuam [Sebil Dergisi] çıktıktan sonra, Hidayet Dönmez adında eski subay ziyaretime geldi.

Bu zat, Cafer Tayyar Paşa’nın yaverliğini yapmış bir insandı. Çok zengin hatıraları vardı. Mert ve cesur bir askerdi. M. Kemal Paşa ve yakın tarih gerçekleri üzerinde fütursuzca konuşuyordu.

Ona, Cafer Tayyar Paşa’nın hatırat yazıp yazmadığını sormam üzerine [şöyle dedi]:

– Cafer Tayyar Paşa hatırat yazmıştır. Hem de üç kere!.. Fakat her defasında evine hırsız girip bu hatıraları çalmıştır! Tabii bunlar, kendilerine hırsız süsü veren siyasî polislerdi. [Cafer Tayyar Paşa] Nihayet bıkıp usanmış ve bu işten vazgeçmiştir. Esasen yaşadığı müddetçe çok sıkı bir tarassut [takip ve gözetim] altında tutulmuştur. …

… [Kâzım Karabekir] Paşa’nın damadı Faruk Özerengin Bey’le temasa geçtim ve bu evrakı ona teslim ettim.

O da … bana Paşa’nın o sırada henüz yayınlanmamış olan diğer evrakını gösterdi.

Bunlar üzerinde kısa bir araştırma yaparak bazı kısımlarını istinsah [kopya] ettim.

Sebil‘in 2 Ocak 1976 tarihini taşıyan sayısında, Kâzım Karabekir’in bir şok edici açıklamasına yer verdim: Nasıl hristiyan olacaktık!. 

Bu ifşaat Türk basınında ilk defa yer alıyordu.

Kâzım Karabekir, 1930’larda, anayasamıza “devletin dininin Hristiyanlık olduğu” yolunda bir ibare yazılmak istenmesine dair münakaşaları ve bu hareketi nasıl önlediğini bütün çıplaklığıyla anlatıyordu.

Mecmua büyük alâka gördü. Zamanına göre rekor sayılabilecek derecede 50.000 adet satıldı. Sırf abone sayısı bile 15.000’in üstünde idi [Toplamda 65 binin üstünde satış].

(Kadir Mısıroğlu, Geçmiş Günü Elerken -II-, İstanbul: Sebil Y., 1995, s. 320-2)

*

Evet, Selanikli zorba zampara, Engizisyon'uyla maruf İspanyol Haçlıları’nın yaptığının aynısını yapıp Türk milletini zorla hristiyan yapmayı, Türkiye’yi dört dörtlük, eksiksiz gediksiz bir morisko cumhuriyeti haline getirmeyi bir ara düşünmüş durumda.

Ancak, gözü kesmedi..

Karabekir başta olmak üzere birçok ismin tepkisini, yalaka piyonlarını bu yönde konuşturmak suretiyle ölçmeye çalıştı, insanların nabzını yokladı, ve şunu gördü: Böyle bir girişimde bulunması durumunda patlayacak isyanlar önceki isyanlara benzemeyebilirdi ve de “ihtimal bazı kafalar değil kendi akılsız kafası kesilebilirdi”.

Hülasa, adam bu millete adeta güdülecek davar sürüsü, vesayet ve hacir altında tutulacak sabi sübyan kitlesi, "kafasından uydurduğu ilke ve devrimleri sorgulama hak ve hürriyeti bulunmayan köle zümresi" muamelesi yapageldi.

Etrafındaki tufeyli yalakalar zümresi de yağın dozunu kaçırıp onu peygamber hatta tanrı ilan ettiler.. Selanikli'yi ancak bu şekilde memnun edebiliyor, (milletin kesesinden dağıttığı) ulufe ve ihsanlarına ancak böyle nail olabiliyorlardı.

Sonunda ölüp gitti; fakat onu putperestçe yücelten asalak yalakalar taifesi, onun sayesinde ulaştıkları "ayrıcalıklı ve imtiyazlı" konumu sürdürebilmek için, putlaştırma ameliyesini "değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez" bir teamüle dönüştürüp millete dayatmaya koyuldular.

Bu putlaştırma eyleminin (gönüllü ya da gönülsüz) paydaşı olmayı, belirli kurumlarda etkili konumlara gelebilmenin temel şartı haline getirdiler.


İNGİLİZ PİYONU ZAMPARA ATATÜRK'ÜN, İŞVERENİ İNGİLİZ İSTİHBARATI (GİZLİ SERVİSİ) ŞEFİ ROBERT FREW İLE MACERALARI

  Mehmet Hasan Bulut’un “ İngiliz Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert ” adlı kitabı (4. b., İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncıl...