Türkiye’de “Türk olmak” değil,
“Türküm demek” önemli olduğu için, Türkçülükten değil, Türklükçülükten
söz etmek gerekiyor.
Selanikli Mustafa Atatürk niye “Ne
mutlu Türk’e!” dememişti de “Ne mutlu Türküm diyene!” demişti?
Niye?
Belki de bu yüzden Türkiye’de gerçek, has
halis Türkler genelde mutsuz, Türküm diyen bilumum “sonradan görme ya da
sonradan olma” ve de “beyaz” Türkler gayet mutlu.
Sarı saç mavi gözlüler daha da mutlu.
Türküm diyor ve mutlu oluyorlar.
Mesela Türk’ün karşısına Tekin Alp
takma adıyla çıkan “çakma Türk, korsan vatansever” yahudi Moiz Kohen
“Türküm” demiş ve mutlu olmuştu.
Buna karşılık Şeyhülislam Mustafa
Sabri Efendi ve Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca gibi Türkler,
Türk oldukları için bu vatanda mutsuzluk, elem ve keder yaşadılar.. Gam ve
gussaya garkoldular.
Evet, Türkçülük başka, Türklükçülük
başkadır.
*
Türkçülük; paracılık, menfaatçilik,
kumarcılık, içkicilik, türkücülük gibi bir tutkudur.
Türklükçülük ise bir ideolojidir.
Türkiye’de gevezelik panayırında Türk-çülük
adı altında satışa sunulan laf salatası da bir ideoloji olma iddiası
taşıdığına ve ayrıca Türk olanları değil de Türküm diyenleri önemsediğine,
“sonradan görme/olma Türkümsü”lere “daha Türk” muamelesi yaptığına göre, nüfus kaydındaki adını Türklükçülük
olarak tashih ettirmelidir.
Türkiye’de Türkçülük olsaydı,
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Elmalılı Hocaefendi el üstünde tutulurdu.
Fakat Türkiye’de Türkçülük değil Türklükçülük
lüpçülüğü hakim olduğu için, yahudi Moiz, Türkiye Cumhuriyeti’nin en
mutlu adamlarının başında geliyordu.
Türkiye’de Türkçülük yok, “Ne mutlu
Türküm diyene” diyerek Türklüğün cılkını çıkaran Türklükçülük vardır.
İşin tuhafı, Türkiye’deki Türkçüler ya da
Türk milliyetçileri neyi savunduklarının farkında değiller.. Türkçü olmakla
Türklükçü olmak arasındaki farkın bilincinde oldukları bile söylenemez.
Neyi savunduğunu, neye inandığını
bilmeyen bir ezberci şaşkınlar hamulesi..
*
Bir başka şaşkınlık ya da garabet ise, Anayasa’da “Atatürk
milliyetçiliği” tabirinin geçiyor olması.
Marx’ın sağ kolu Engels,
ustasının sosyalizm anlayışını, bilimselliği kaşla göz arasında yankesici
ustalığıyla gasbetmek suretiyle “bilimsel sosyalizm” olarak
adlandırmıştı.. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı hazırlayan hukukçu
müsveddelerinin hepsini topladığınızda zekâ ve beceriklilik bakımından bir
Engels etmiyor olacaklar ki, milliyetçiliklerine “bilimsel milliyetçilik,
ilmî milliyetçilik, irfanî milliyetçilik” filan gibi havalı ve artistik
bir isim takmayı becerememişler, skolastik zihniyetin hortlaması
anlamına gelen bir gericilik ya da irticacılık ile (Selanikli’ye
skolastizmle bağlı) bir Atatürk milliyetçiliği icat etmişler.
Demek ki milliyetçilik, adamına göre değişen
birşeymiş.. Ortak bir anlamı, sabit bir zemini yokmuş.
Milliyetçilik Selanikli Mustafa Atatürk’te başka,
İsmet İnönü’de başka, Fevzi Çakmak’ta başka, Alparslan Türkeş’te başka olabiliyormuş.
Dolayısıyla millet fertlerinin her birinin de kendi
kafasına göre bir milliyetçilik icat etmesinin mümkün olduğu sonucuna varmak
gerekiyor.
Mesela Çemişgezekli nalbant Hasan Usta’nın başı kel
değil, o da bir milliyetçilik icat edebilir.
Böyle olunca millet arasında “Yok senin
milliyetçiliğin daha iyi, yok benimki daha iyi, benimki daha taze, seninki
bayat, benimki son model, seninki Nuh nebiden kalma” diye tartışma çıkabilir.
O halde bu noktada çare, millete “kayıtsız şartsız
hakimiyetsizlik” ve “efendilere kölece itaat” dayatmak, “fikri hür, vicdanı
hür, irfanı hür” olmayı yasaklamak, “Milliyetçi olacaksanız onu da size biz efendileriniz
öğretiriz lan.. Vıdı vıdı edip durmayın, kafa şişirmeyin!” demek.
Bunu da yapmışlar “netekim”.. Anayasa’ya Atatürk
milliyetçiliği kayıt ve şartını eklemişler.
“Sizin kafanız milliyetçiliğe basmaz, Selanikli ne
dediyse o” diye göklerden değilse de Ankara semalarından “ilke ve inkılap”
indirmişler.
*
Atatürk milliyetçiliğinden kastedilen, Selanikli Mustafa
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı.
Bununla birlikte, kavrama literal/lafzî çerçevede
anlam verildiğinde, onu “millet yerine Atatürk’ü eksen alan milliyetçilik”
olarak da anlamak mümkün.
Evet, millet milliyetçiliği (milleti baz alan,
millet eksenli milliyetçilik) değil, Atatürk milliyetçiliği..
Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlük’ü
milliyetçiliği şöyle tanımlıyor: “Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin
çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı.”
Demek
ki milliyetçilik, “millet” limanında demir atmış değil, seyahate çıkıp “ülke”
okyanusuna açılabiliyor.
O
halde, “ülke” okyanusunda dolaşırken Atatürk adasına da uğrayabilir.. Tanımı buna müsait.
Dolayısıyla,
“Atatürk milliyetçiliği” kavramı, lafzî bir yaklaşımla (ve/veya sözlük
anlamıyla) “Maddi ve manevi açılardan Atatürk’ü ve Atatürk’ün görüşlerini her
şeyin üstünde tutma anlayışı” olarak değerlendirilmeye açık.
*
Her halükârda Atatürk milliyetçiliğinin amentüsü
şu sözden ibaret: “Ne mutlu Türküm diyene!”
“Ne mutlu Türküm diyen” Moiz Kohen durur mu, o da,
1928 yılında yayınlanan “Türk’ün Yeni Amentüsü” kitabı ile bu
Türklükçülüğü (Türkçülüğü değil; Türkçülük Moiz’leri denklem dışı
yapıyor), bu yeni amentüyü şerh etmiş.
Ne mi söylemiş?
Mesela şunu:
“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden eden
Mustafa Kemal'e, o'nun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, savaşçı analarına
ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim.”
Herifin imanı sağlam.
Türkiye için ahiret günü olmadığına, devletin bekasına,
ebed-müddetliğe inanıyor.
Ha, bu palavralar İslam nokta-i nazarından küfre ve
cehalete, pozitif bilimler açısından ise zır cahilliğe karşılık geliyormuş,
dert değil, sonuçta bu “eski amentü” değil, “yeni amentü”.
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”se de, kayıtsız ve
şartsız değil, ilim ancak Moiz Kohen’lerin müsaade buyurdukları yerlerde
mürşit.
*
Aslına
bakılırsa, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü, dinlere özgü bir anlayışı
yansıtmaktadır.
Çünkü,
“Ne mutlu Türk’e!” denilmiyor.
Eğer
bir Yahudi, Ermeni, Süryani ya da Rum “Türküm” demekle Türk olabiliyorsa, Türk
olmak, müslüman olmak gibi bir dinî işlem haline gelmiş olur.
“Kendini
Türk hisseden herkes Türktür” şeklindeki (galiba Türkeş tarafından da
seslendirilmiş olan) palavra da aynı durumda.
Kendini
Napolyon, Mehdi, peygamber vs. hissettiğinde sana “Aferin lan, madem
böyle hissediyorsun, demek ki öylesin” demiyorlar, duruma göre Bakırköy’de
misafir ediliyorsun.
Fakat
bu cennet vatanda Bakırköylük bir ideolojik söyleme düşünce harikası muamelesi
yapılabiliyor.
Bir
toplumda herkes az birazcık Bakırköylük olunca kim kimi Bakırköy’e gönderecek?!
*
Hissetmekle
birşey olunsaydı, kendisini hekim hisseden hekim, mühendis hisseden mühendis
olurdu.
Sanatçı
hisseden sanatçı, edebiyatçı hisseden edebiyatçı, lider hisseden lider, zekâ
küpü hisseden de dahi olurdu.
(Ki
insanoğlunun, kendisini dünyanın en zekisi sanma gibi bir meziyeti var..
Akıllar pazarda satışa çıkarılmış herkes yine kendi aklını seçmiş derler.. Tipini
beğenmeyip estetik ameliyat olan çok da aklını beğenmeyip başkasından akıl
isteyen pek yok.)
Şu
işe bak, kendini Türk hissediyorsun ve Türk oluyorsun..
Peki
ABD, İngiltere, Fransa vs. vizesi için konsolosluklara başvurduğunda “Ben
kendimi Amerikalı hissediyorum, İngiliz hissediyorum, Fransız hisssediyorum”
diyebiliyor musun?!
*
Evet,
milliyetçilik, (özellikle de bugün Türkiye’de anlaşıldığı biçimiyle) ırksal
kökenin bir dine dönüştürülmesidir.
Fakat
bu dinsellik ne Türkiye’ye özgüdür ne de ilk başlangıç noktası bu
topraklardır.. Fransız Devrimi ile başlamış ve dünyanın başına bela
olmuştur.
Milliyetçilik,
Fransa’da (masonların da katkısıyla) kazandığı bu dinsel karakteri yüzünden,
paradoksal olarak hem laikliğe aykırıdır, hem de laikliğe muhtaçtır.
Çünkü
milliyetçiliğin ‘devlet’i ele geçirmesi ancak, gerçek ve/veya hak dinin devletten
ayrı tutulması ve kendisinin yapay (uyduruk ve batıl) bir din olarak
onun yerini doldurmaya kalkışması ile mümkün olabilir.
Laiklik sayesinde
gerçek dini tasfiye eder, yerine kendisi oturur.
Bununla
birlikte aynı milliyetçilik, laikliği benimseyenlerin temel argümanı açısından savunulamaz
birşeydir: Devlet olarak, farklı dinlere mensup vatandaşlar arasında ayırım yapmamak
için dinler arasında tarafsız oluyorsan, farklı etnisiteler arasında da
tarafsız olman, herhangi bir ırkı öne çıkarmaman gerekir.
Ancak, laik
zihniyetliler, (hele bir de Atatürk milliyetçisi olunca) akıl denilen nimeti
bozuk para gibi harcayıp idrak bakımından tam takır kuru bakır hale geldikleri
için, “Ama bu vatanda falanca ırk mensupları çoğunlukta, onlara ayrıcalık
tanınması gerekiyor” diyeceklerdir.
İdrak
fukaralığı gibi kronik bir hastalıktan muzdarip oldukları için, şöyle bir
soruyla karşılaşabilecekleri hiç akıllarına gelmez:
“O zaman,
bir toplumdaki yüzde 99’luk müslüman kitle ile yüzde 1’lik yamalı
bohçayı nasıl aynı kefeye koyabiliyorsunuz?!”
(Devletin
laiklik hizmetleri sayesinde bugün bu yüzde 99’luk oran belki 80’lere, 70’lere
filan düşmüş olabilir, bilemeyiz.. Aslında Lozan’da İngilizler’in istediği,
oranın 100 yıl içinde sıfıra indirilmesiydi.. Kâzım Karabekir’in
hatıratında anlattığına göre, Selanikli Mustafa Atatürk ile has adamları bir
ara millete Hristiyanlığı da şapka gibi bir devrim olarak dayatmayı
düşünmüşler.)
*
Milliyetçiliğin bir din haline getirilmiş ve “Atatürk
milliyetçiliği” parantezine hapsedilmiş olmasından dolayıdır ki, bu ülkede resmî
kurumlarda, herşeyi işiten ve bilen Allahu Teala’ya “Ey bugünümüzü sağlayan Ulu Allah!” diyerek yakarılması
laikliğe aykırı görülürken, cesedi mezarında çürümüş, kendisine bile faydası
olmayan, kimseye cevap veremeyen bir ölüye, sanki
duyuyormuş, her yerde hazır ve nazırmış gibi “Ey bugünümüzü sağlayan şahıs!”
diye seslenilmesinin zorunlu bir ritüel olarak insanlara dayatıldığına şahit
olunabiliyor(du).
Ve bu ritüelin “hayatta en hakiki mürşit ilim”
açısından hurafe, safsata ve palavraya karşılık geldiği, batıl dinlere ve
putperestliğe özgü dinî bir mahiyet taşıdığı gözardı edildi.
Üstelik, ilkçağdaki “tanrı-kral” kültünün modern bir
formda yeniden üretilmesi esasına dayanan irticaî bir hareket olduğu
dikkatlerden kaçırıldı.
Firavunların kendilerini putlaştırmaları,
salt kişisel “dangalaklık”larından kaynaklanmıyordu, aynı zamanda, onlara
tapınmaya hazır “devlet görevlileri”ndeki “sınırsız yalakalığın, köle
ruhluluğun, şahsiyetsizliğin ve onursuzluğun” ürünüydü.
Bu putperestlik türünün biraz daha inceltilmiş, rafine
ve imbikten geçirilmiş biçimi, liderlerin “dokunulması bile ibadet olan”
seçilmiş kişiler haline getirilmesidir.
Ve, Firavunluğa meyilli olan
liderler, böylelerini, yüzlerine tükürüp yanlarından kovmak yerine, “İstemem,
yan cebime koy” politikasıyla ödüllendirirler.
*
Evet, milliyetçilik, laiklik (siyasal dinsizlik)
sayesinde gerçek dini tasfiye etmekte, yerine kendisi oturmaktadır.
Mesela Türkiye’de geçmişte yaşanan, yapılmak istenen
tam da budur.
Bu gerçeği Lapidus şu şekilde dile getiriyor:
“Türklük düşüncesi, laiklik
ve modernizme olan temayülü daha da güçlendirdi. Çünkü bu düşünce,
Doğu-Batı kimliklerini birbirleriyle uzlaştırmak gibi bir zahmete gerek
kalmaksızın, Türkleri toptan İslam’dan uzaklaştırmayı mümkün
kılmaktaydı. Türk kavramı, Türkler’in tarihî kimliğini ifade edebilen,
fakat İslamî olmayan; modern olan, fakat Batılı olmayan yeni bir medeniyet
tarifi ortaya koyabilmekteydi.”
(Ira M. Lapidus, Modernizme Geçiş Sürecinde İslam Dünyası, çev. İ.
S. Üstün, İstanbul 1996, s. 71.)
Evet,
Meşrutiyet’in Türkçülüğü, Cumhuriyet döneminde Kemalizm/Atatürkizm tarafından
yeniden yoğuruldu ve “Atatürk milliyetçiliği” adı verilen yeni bir biçime ve
görünüme kavuşturuldu.
Böylece
Türkçülük, Türklükçülük haline geldi.
Türklükçülük
(Atatürk milliyetçiliği), Lapidus’un ifade ettiği gibi “Türkleri toptan
İslam’dan uzaklaştırmayı mümkün kılan” bir muhtevaya sahipti.
Moiz’lerin
en hızlı Türk milliyetçisi (Türklükçü) olmalarının nedeni de buydu, yeni Türk
milliyetçiliği Türkler’e beleşten “İslam’dan uzaklaşma” iksiri sunuyor, hatta
bunu zorla içiriyordu.
*
Bununla
birlikte, milliyetçiliğin dinin yerini alması durumu ne sadece Türkiye’ye özgü
ve ne de sadece Türkler’in başına gelmiş olan bir musibet.
Çağımızda
neredeyse her kavim bu beladan payına düşeni almış durumda.
Nitekim
Wallerstein, milliyetçiliğin yaşadığımız devirde dinin yerini almış
bulunduğuna şu şekilde işaret ediyor:
“Çağdaş dünyada
ırk, tek uluslararası statü grubu kategorisidir. En azından MS. 8. yüzyıldan
beri bu rolü oynayan dinin yerini almıştır.”
(Immanuel Wallerstein, “Bağımsızlık
Sonrası Siyah Afrika’da Toplumsal Çatışma: Yeniden Değerlendirilen Irk ve Statü
Grubu Kavramları”, Irk, Ulus, Sınıf-Belirsiz Kimlikler, ed. E.
Balibar ve I. Wallerstein, çev. Nazlı Ökten, 2. b., İstanbul: Metis Yayınları, 1995,
s. 252.)
Benzer
şekilde Balibar da, kişinin kendisini “evindeymiş” gibi düşünmesini
sağlayan devlete aidiyet ve bağlılık duygusunun oluşmasını Machiavelli’de
olduğu gibi “zor”a ya da Gramsci’nin dediği gibi “eğitim”e ve
iknaya bağlayamayacağımızı öne sürerek, ulus-devletin (milli devletin) etkililiğinin
en derindeki nedenlerinin bulunması için, vatanseverlik ile milliyetçiliği
“bir din” saymak gerektiğini belirtir. (Etienne Balibar, “Ulus Biçimi:
Tarih ve İdeoloji”, Irk, Ulus, Sınıf-Belirsiz Kimlikler, s.
120.)
Demek
istediği şudur, zorla ya da eğitimle devlete aidiyet duygusu oluşturamazsınız,
bu duygunun insanın içinden gelmesi gerekir, bunu da din haline getirilmiş ya
da dinin yerini almış milliyetçilik sağlayabilir.
Bu,
Mussolini’nin (daha önce de Hegel’in) savunduğu şekilde devletin
tanrılaştırılması, putlaştırılmasıdır.
Faşizmdir.
*
Berkeley,
Stanford ve Michigan gibi üniversitelerde dersler vermiş olan sosyal bilimci Hayes,
Balibar ve Wallerstein gibi isimlerin dikkat çektiği olguyu, “Nationalism:
A Religion” (Milliyetçilik: Bir Din) adlı bir kitap
yazarak daha güçlü ve açık bir biçimde dile getirmiş durumda.
Evet,
Hayes, Türkçe’ye de çevrilmiş olan bu kitabında, bir sosyolog olarak, çağımızda
milliyetçiliğin bir din haline gelmiş bulunduğunu belirtmektedir.
Ona
göre, “Kitleler, Hristiyanlığın tarihi inanç ve uygulamasından soğudukça, onun
yerine, entellektüeller tarafından kendilerine sunulan, en gözdeleri de
komünizm ve milliyetçilik olan diğer cazip ikamelere meyletti”. (Carlton J. H. Hayes, Milliyetçilik:
Bir Din, çev. Murat Çiftkaya, İstanbul: İz Yayıncılık, 1995, s. 32.)
Yine
ona göre, “İnsanoğlunun din duygusu … çağdaş kömünizmde ve özellikle de modern
milliyetçilikte tezahür etmektedir”.
(A.g.e., s. 36.)
Milliyetçiliğin
(yerlilik-millilik davasının, ya da ulus-devleti
putlaştıran devletçilik ideolojisinin) dinlerde olduğu gibi kendi
ayin ve ritüellerini geliştirdiğini belirten Hayes, okullarda, stadyumlarda vs.
resmî törenler sırasında okunan marşların, bu yeni
dinin ilahileri olduğunu anlamamızı sağlamaktadır.
Mitinglerde,
gösterilerde koro halinde yüksek sesle tekrarlanan sloganlar, okullarda
öğretilen “andımız” seremonileri vs., onun yaklaşımı çerçevesinde, bu
yeni din ya da putperestliğin sesli dua ve zikirlerini oluşturuyor.
Okullarda ve resmî kurumlarda hep bir ağızdan sürekli
tekrarlanan ulusal antlar dinlerdeki toplu
ibadet ve ayinlerin seküler biçimidir.
Ulusal/milli bayramlar,
dinî bayramların alternatifi olma işlevini
üstlenmiştir.
Millî kahramanlar/kurtarıcılar,
milliyetçiliğin (yerlilik/millilik putperestliğinin, devletçiliğin) peygamberleri ve velileri/azizleri olarak arz-ı
endam ederler.
Hitler’in Kavgam’ı,
Kaddafi’nin Yeşil Kitab‘ı, Selanikli Mustafa Atatürk'ün Nutuk'u türünden “ulu önder / Führer” kitapları ve nutukları, putperestliğin sorgulanamaz kutsal kitaplarıdır.
Ulusal kahramanların anıt mezarları da
dinlerdeki kutsal ziyaret yerlerinin ya da peygamber türbelerinin, evliya yatırlarının
bir benzeri durumundadır; fakat ondan daha fazla birşeydirler, bir tür “ahiret
hesabı verme” mekânlarıdırlar.
İslam’daki bayram namazlarının
yerini, bu yeni putperestlikte, (eşi görülmemiş bir yalancılıkla) “ölümsüz”
ilan edilen liderin anıt mezarının milli bayramlardaki “huşu”lu ziyareti alır.
İbadete/tapınmaya kendini fazla kaptıranların bu
törenlerde suratlarının asıldığına, gözlerinin buğulandığına da şahit
olunabilir.. İşi abartıp ağlayanlara, secdeye kapananlara da rastlanır.
Hak dindeki Allahu Teala’nın yanılmazlığı ve
sorgulanamazlığı inancı, bu putperestlikte, “kurtarıcı lider”in
sorgulanamazlığı/hatasızlığı itikadına dönüşmüştür.
Peygamberlerin masumiyeti (günahsızlığı)
inancının yerini de, “put liderin tanrısallığı inancının bekasına kendisini vakfetmiş” gizli servislerin (istihbarat teşkilatlarının) “dokunulmazlığı”
almıştır.
En temel vatandaşlık haklarından yararlanılması için
bile ön şart olarak dayatılan “ölmüş liderlerin ilke ve
devrimlerine iman, sadakat ve bağlılık yemini” ise, bu yeni
putperestliğin sunduğu “dünya cenneti”nin anahtarı haline getirilmiş laik “kelime-i şehadet“ durumundadır.
*
Ne
yazık ki milliyetçilikteki bu dinî boyuta, ondaki dinsel mahiyete ve
putperestlik potansiyeline Türkiye’de çok fazla dikkat çeken yok.
Hayes’ler,
Balibar’lar, Wallerstein’lar yetiştirme bakımından güdük ve verimsiz bir
toplumsal araziye sahibiz.. Lapidus’lar halimize bakıp şaşırıyor, bizdeki
duyarsızlık karşısında hayretten ağızları bir karış açık kalıyor.
Türkiye’de
revaçta olan, Türklükçülüğe biraz İslam sosu eklenerek ondaki dinselliğin
İslam’dan geldiği intibaını verme illüzyonu ve hokkabazlığı.
Onun
gerçek mahiyetine dikkat çeken isimlerin sözleri ise, bu çakma düşünürlük ve
ideologluk panayırının hançeresi kuvvetli ve çenesi düşük simsarlarının bağırtı
çağırtısı arasında kaybolup gidiyor.
Mesela,
İslamî tefekkürün müstesna kalelerinden merhum Bediüzzaman’ın şu
sözlerini fazla hatırlayan yok:
"Asabiyet-i cahiliye, birbirine
tesanüd edip yardım eden gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkep bir
macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ederler."
Günümüz
diliyle ifade etmek gerekirse, “İslam öncesi dönemlere özgü ırkçılık,
birbiriyle dayanışma içine girip yardımlaşan aymazlık, sapıklık, gösteriş ve
karanlıktan oluşmuş bir karışımdır ve bunun için milliyetçiler, milliyeti, yani
ırk bağını tapınılan bir tanrı kabul ederler”.
Böyle
kabul ettikleri için de, herkesin kendi tanrılarına kulluk etmesini beklerler.
Onlar
için, farklı bir ırka mensubiyet iddiasında bulunmak, tanrılarını yıkıp
parçalamaktan başka birşey değildir, ve mutlaka cezalandırılması gereken bir
suçtur.
Milliyet
yani etnik köken onların tanrısı olduğu için, Allahu Teala’ya ait “kıdem ve
beka” (varlığının zamansal başlangıcı ve sonu olmamak) sıfatlarını
milletlerine izafe ederler.
Bu
yüzden kendi milletlerinin tarihin en eski kavmi olduğunu savunur ve sonsuza
kadar yaşayacağı iddiasında bulunurlar.
“Çakma
Tekin Alp” som ve saf Moiz Kohen gibi, kendi milletleri için ahiret diye birşey
bulunmadığına iman etmişcesine konuşurlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder